Küçük sorunlar

Küçük sorunları tartışmakla geçiyor günlerimiz. Toplumun her kesiminde küçük sorunlar tartışılıyor. Bunlara küçük sorunlar mı demek daha doğru yoksa olmayan sorunlar mı? İkisi aynı kapıya çıkar. Biri bir kuyuya bir taş atıyor, birileri hemen o sorunun üstüne saldırıyor. Hele işin içine doğru dürüst tartışılmamış bir takım manevi değerler de girince ya da yapay yollardan sokulunca ortalık toz duman. Kimse düşünmüyor ama nasıl oluyorsa herkesin fikri var. Birileri değerlerimizi bilir bilmez korumaya kalkıyor. Sonunda olacak olan oluyor, işe düşünce dünyasının gerçek sahipleri olan profesörler karışıyor. Onlar da olmasa yandık. Ne güzel şeyler biliyorlar. Bunlardan biri ciddi ciddi harem ağasının görevlerini anlatıyordu geçenlerde. Bu arada eliyle koymuş gibi haremi tanıtlıyordu. Siz harem deyip geçin daha, orasının o dönemde gerçek bir okul olduğunu bugüne kadar öğrenmiş miydiniz? Yalan! Haremde ne gibi bir bilgi üretimi yapılırdı, doğrusu ben bilmiyorum. Ama orası bir okul olduğuna göre elbet bir şeyler öğretiliyordu. Bu arada ne güzel şeyler öğrendik. Sanırdık ki harem ağası gerçekten haremin ağasıdır. Meğer zavallı haremin kapısını beklermiş, oncağızı içeriye bile almazlarmış. Sen koskoca bir haremin ağası olacaksın ve efendime söyleyeyim haremin eşiğinden giremeyeceksin, bu olmadı işte. Ben olsam yıkarım ortalığı. Belli ki o iri yarı yaratığın oradan kaçıp gitme hakkı da yok. Tarih yazmayı hiç sevmemiş ve tarihin ne olup ne olmadığı konusunda enine boyuna düşünmemiş ve bu konuda düşünenleri de doğru dürüst izlememiş bir toplumda herkesin tarihsel bilgilerinin ve tarihsel duyarlılıklarının olması insanın gözlerini yaşartıyor.

Tarihe şöyle kabasından meraklı kişiler toplumsal heyecanlarının da etkisiyle belli ki biraz da kendiliklerinden bilgi üretiyorlar. Ah ne güzel olurdu, bize öyle geliyor olan her şey doğru olsaydı. Bir başka deyişle insan bilgiyi aramak zorunda olmasaydı da kafasının içinde rahatça buluverseydi. Bazıları buluyor ama. Nereden biliyorsun sorusunu sormanıza elvermeyen bir tehdit havası içinde bildiklerini ya da bilir gibi yaptıklarını size bir güzel benimsetmek istiyorlar. Bu arada sakın ola ki onlara tarihle ilgili somut sorular sormayasınız. Örneğin Karlofça antlaşmasının bu topraklarda yaşayan insanlar için ne gibi sonuçlar doğurduğunu sakın sormayın. Karşınızdaki kendiliğinden tarihçi kişinin buna ne gibi bir yanıt vereceğini bilemezsiniz. Ya da bir bilim adamı güzelliğiyle ve dinginliğiyle şöyle diyecektir: “Karlofça antlaşmasının çok önemli sonuçları oldu. Şimdi maddelerini size teker teker sayamam ama, genel olarak şunu söyleyebilirim, bu antlaşma o zamana kadar siyasilerin hiç düşünmediği çeşitli sonuçlar getirmiştir. Bu sonuçlar elbette bu ülkeyi uzun süre oyaladı ve yönetim bu sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. Ancak yeni yaşam koşulları, hep öyle olur, Karlofça antlaşmasını kısa zamanda unutturdu. Aynı şey Pasarofça antlaşması için de söylenebilir.”
Gördünüz mü, ben aslında tarihçi olacakmışım. İlkokul ve ortaokul yıllarımda anacığım ikide bir bilir bilmez tarihe önem vermemi söyleyerek beni tarihten soğutmuş olmasaydı, biraz da tarih öğretmenlerimiz tarihi sevimsizleştirmeselerdi ben belki de tarihçi olurdum. Deprem Dede’ninki kadar olmasa da bizim de kendimize göre bir ünümüz olurdu, bizi de birileri yakışıklı bulurlardı. Ben ne yaptım da durup dururken felsefeyi seçtim. Gerçi bizim felsefe alanı da, hakkını yemeyelim şimdi, bu konuda bir ölçüde verimlidir. Suya gidenle testiyi kıranın aynı işlemi gördüğü hatta testiyi kırmanın suya gitmeye yeğ tutulduğu bir ortamda felsefe üretmek için o koca felsefe tarihi kitaplarını devirmeye hiç gerek yoktur. Arkadaşlarımız bunun bir kolayını buldular, o da şu: felsefe konuşmak yerine filozofça konuşmayı seçtiler: “Şimdi Kant’la mant’la bizi oyalamayın kardeşim, biz şimdi geçmişin bu insanlarını rahat bırakalım da modern bir anlayışla özgürlük sorununu birlikte tartışalım.”

Bir gün felsefe de bu toplumda tarihin uğradığı sona uğrar da herkesin ağzına sakız olursa o gün felsefede görün bakın ne cevizler kırılıyor ne çamlar devriliyor. Bir televizyon kanalında bir felsefe programında bir arkadaşımıza Kant’da yargıgücü’nün ne anlama geldiğini sormuşlardı da hazret uzun uzun yargı denen şeyin önüne geçilemez gücünden sözetmişti, gülmekten kırılmıştık. Neyse ki biz felsefe adamlarının sesimiz kısıktır. Bir avuç insana ulaşırsak ne mutlu bize! Tarihçiler gibi hukukçular gibi taşı gittiği kadar uzağa atma kolaylığımız yoktur. Bir gün bizim de televizyonda iş yapacağımızı düşünmeye başlarlarsa o zaman biz de on parmağımızdaki on marifeti göstermekte kimseden geri kalmak istemeyiz ve sanırım kalmayız da. Şimdilik ufukta böyle bir tehlike görünmüyor.

643340cookie-checkKüçük sorunlar

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.