Küresel vatandaşlar

öğrenilmeye çalışılıyormuş.


Yetkililer bu uygulamayı, “Alman vatandaşlığı alacak kişi, aynen bir Alman gibi düşünmeli ve yaşamalı” tezi ile savunuyorlarmış.


Bu tür bir uygulamanın bir adım sonrasında, “vatandaşımız olacakların, fiziksel görünüm olarak da aynen bize benzemeleri gerekiyor” dayatmasının yer alması işten bile değildir.


Alman vatandaşlık yasalarının, baştan beri devam eden kimi ırkçı anlayışların çeşitli nüvelerini taşıdıklarını, bu yasalarda kan bağı esasının en temel belirleyici olduğunu daha önceden biliyorduk.


Ancak işin,  “eğer Alman vatandaşı olmak istiyorsan, önce Alman olmalısın” noktasına geldiğini bilmiyorduk.


Demek, Almanya’da, vatandaş olanların kimliklerinde, “milliyeti” hanesine “Alman” diye bunun için yazıyorlarmış. (İşin bu tarafı, bizdeki, “Türkiyelilik” safsatasını ortaya atanlara, ayrıca ithaf olunur.)


Almanlık, buradaki temel değeri oluşturuyor. Ne kadar Alman isen, o kadar iyisin ve vatandaş olmaya layıksın. Almanlaşamadığın sürece adam olamazsın.


Zaten, fizyolojik olarak bir Alman olmayı hiçbir zaman başaramayacağına göre, aslında vatandaş olsan bile “en alttakileri” oynamaya devam edeceksin.


Son gelen duyumlara göre, Hollanda’da da iktidar ortağı bazı siyasal odaklar, ülkede yaşayan yabancıların sokakta bile kendi ana dillerini konuşmalarını yasaklayıcı, bunun yerine ülkenin resmi dilini konuşmalarını dayatıcı bir yasa hazırlığı içerisinde bulunuyorlarmış.


Okullarda resmi dil dışında bir dilde konuşmayı zaten daha önceden yasaklamışlar.


Tüm bu olanlara inanmak bile güç. Ancak, bu yaklaşımların tamamı, nasıl bir Avrupa hedefine doğru yol aldığımız, hedefe yaklaşacak olduğumuzda ise ne ile karşılaşacağımız konusunda bizlere birer ipucu vermektedir.


Şu, küreselleşme denen şey de, yoksa, bu türden bir anlayış üzerine mi kurulu?


Bu açıdan küresel sistem nasıl bir yapı arz ediyor?


Sistemin merkezinde (core), büyük oranda yoksul ulusların her türlü kaynağının sömürülmesi sonucu oluşturulmuş devasa bir zenginlik ve kalkınma, sistemin kenarında (periphery) ise o zenginlik ve kalkınmaya büyük bir hayranlık ve eziklikle bakan azgelişmiş ülke insanları var.


Bu sistemde, kenardan merkeze doğru sürekli bir eğilim söz konusu.


Kapılar bir açılsa, kenardakilerin çoğu merkeze doluşacaklar.
Merkezdekiler de bunu bildikleri için kapıları sürekli ve sıkıca kapalı tutuyorlar.


Kapıyı zorla aralayanlara karşı da, insanlık dışı muameleler yapıyor, olmadık talepler ortaya koyuyorlar.


Kendi yaşam biçim ve kalıplarını, dillerini, kültürlerini kökten değiştirmelerini, yani, etnik bir dönüşümü başarmalarını istiyorlar. 


Bu durum, “Küreselleşen” dünyanın değiştiremediği, hatta, azdırdığı sorunlardan biri olarak karşımızda duruyor.


Yaşanan süreç, zenginliğin, kalkınmanın, demokrasinin, insan haklarının, özgürlüğün ve refahın küresel anlamda yaygınlaşması değildir.


Bilakis, bu olguların, küresel anlamda istismarına dayalı olarak, merkezle kenar arasındaki farkın büyümesi, yaşanan sürecin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.


Küreselleşme denen, tek kutuplu ve merkezli yeni dünya düzenin ortaya çıkardığı süreç, azgelişmiş toplumların bireyleri açısından daha zor ve aşağılayıcı bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuştur.


Başlangıçta, küreselleşmenin, kenarın da merkeze benzemesi, aynı refaha kavuşması, aynı değerleri paylaşması süreci olduğu iddia edilmiştir.


Merkezdekiler, kenardakilerin kendi değerlerini kabul ettikleri oranda küreselleşeceklerini, böylece de, özgür ve müreffeh olacaklarını söylemişlerdir.


Oysa, küreselleşmenin kenar için getirdiği şey, klasik sömürüye ilave olarak benlik ve kimlik kaybı olmuştur.


Klasik sömürüde, kenardan merkeze, ucuz emek, beyin gücü ve doğal kaynaklar aktarılmış, oradaki teknoloji ve sermaye ile birleştirilerek üretime dönüştürülmüş, sonra da yine kenara, pahalı mal ya da hizmetler olarak satılmıştır.


Küreselleşen dünyada bu eşitsiz alış veriş süreci hızlanarak devam etmektedir. Buna ilave olan şey, küreselleşme adı altında, dünyaya egemen olan sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, tek tip insan yaratma sürecinin hızlanması olmuştur.


Çok üreten, çok tüketen, herkesle aynı değerleri paylaşan, aynı yaşam, yeme-içme, giyim-kuşam ve davranış kalıplarına sahip bir insan tipi yaratılmıştır.


Söz konusu bu küresel insan, ulusal değerlerden de yoksundur. Dünyaya tozpembe gözlüklerle bakar. Dolayısıyla, dünyaya baktığında, eşitsizlik, sömürü, çelişki, haksızlık, savaş görmez. Örneğin,  ABD’nin bugün Irak’ta yaptığının, emperyalist bir işgal ve katliam değil, terörle mücadele olduğunu düşünür. 


Söz konusu bu insan tipi, hem küresel merkez güçlerin ürettikleri ürünlerin potansiyel tüketicisidir, hem de yine aynı güçlerin her tür (siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal) yönlendirmelerine sonuna kadar açıktır.
Küreselleşmiş bireyin, söz konusu bu yönlendirmeye gönüllü olarak açık oluşu, bir tür uyuşturucu bağımlılığına benzer. Aslında, küreselleştikçe kendisi olmaktan uzaklaşır ve özgün bir kimlik olarak yok olur.


Bu tür bireylerden oluşan toplumlar da toplumsal kimliklerini, özgün değer ve biçimlerini yitirirler.


Aslında, bu süreç, çok da bilinçli bir biçimde yaşanmaz. Çoğunlukla gayri iradidir.


Kişi, kendi toplumunda hissettiği olumsuzluklardan kaçmak için, kendini daha iyi hissetmek, hatta, kendisi gibi olanlar arasında kabul görmek için, “küreselleşmiş” kültür kodları çerçevesinde hareket etmeye çalışır. Kendini “dünya vatandaşı” olarak görmeye çalışır.


Bu tür bir tutum, ona, küçük  ve geçici bir takım maddi olanaklar da sunar sunmasına. Ancak, süreç sonundaki maddi-manevi kayıpları bunun yanında çok daha büyük olacaktır.


Çünkü, dünyanın gerçek ‘küresel vatandaşları’ merkezdekilerdir. Kenardakiler ise, tüm özgün değerlerini kaybetseler ve onların yerine merkez değerlerini koysalar bile, asla birinci sınıf vatandaş olamayacaklar, küresel dünyanın yeni “en alttakileri” olarak kalacaklardır.


[email protected]

686270cookie-checkKüresel vatandaşlar

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.