KRİZ, SAVAŞ VE BÜTÇE

Sosyal demokrasi, finansal yükseliş ve küreselleşme yöntemleri ile sermayenin denetlenemez büyüme dinamiğini dengeleyemeyen kapitalizm, son kertede krizle sistemi yavaşlatmaya yöneldi. Marx’ın Keynes’e karşı mutlak üstünlüğünün kanıtlandığı bu süreçte FED’in tüm çabalarına karşın henüz sükûnet sağlanmadığı gibi, yeni bir teknoloji yoluyla yıkıcı yaratıcılık yaşanarak ve/veya yeni sermaye birikim modeli geliştirilerek ufku aydınlatmanın şimdilik olanağı da görülmemektedir. Büyük krizlerin büyük savaşlarla atlatıldığı tezi de umalım bu kez kaderimizde yoktur. Aksi halde, savaş sonrasında birbirimize dumanla haberleşip, ancak taş ve sopalarla saldırır hale geliriz. Taş ve sopalara mecbur olma korkusu üçüncü paylaşım savaşından insanlığı korusa da yerel çatışmaların yaşanmasına engel bir hal söz konusu değildir. Kapitalizm durduğu sürece savaşlar olacağına, buna karşın nükleer güç dengesi küresel çatışmayı frenleyeceğine göre, emperyalistler çevresel konumlu ülkeler üzerinden alan kapma ya da kaynak aktarma mücadelesine girmekten çekinmeyeceklerdir. Suçu salt emperyalistlere atarak kurtulmak işin kolay yönüdür. Emperyalistlerin çevre ülkeler üzerinden at koşturmalarında çevre ülkelerin birinci derecede hatalı olduğunu görmemiz gerekiyor. Sağlıklı bir vücutta fırsatçı mikropların aktif olamayacağına analojik olarak, kendi aralarında meselelerini halletmiş sulh ve sükûn içinde yaşayan çevresel ülkeler üzerinde de emperyalistler etkili ve aktif olmaları o kadar kolay olmaz. Bu paragrafı kapatmadan şunu da unutmayalım ki, savaşlar sadece silah ve askerle yapılmıyor. Günümüzün emperyalist savaşları bazı firmaları büyütürken, insanlığın bir bölümünü açlık ve yoklukla kırıyorsa, kapitalizm amacına farklı yollarla da ulaşmış olmaktadır.  

Türkiye, maalesef, kriz içinde sürüklenirken, aynı zamanda da derinden pis kokular gelen bir yerel çatışma içinden geçiş esnasında yeni yılın bütçesini oluşturma aşamasındadır. Teorik olarak kriz olgusu bir seferlik ekonominin daralması ile anılan bir durum değildir. Böyle bir yazıda malumatfuruşluk yapıp kriz tanısının hangi koşullarda koyulacağının derin analizine girmeyip, neden kriz sözcüğünü kullandığımın kısa açıklamasını yapmak amaca daha uygun gözükmektedir. Ekonomi olarak küresel sermayeye bel bağlamış olup orta gelir tuzağında patinaj yapan, siyasi olarak da içeride ayrışmış ve oldukça kutuplaşmış yapıdaki bir ülkenin genel tablosu için hiç fazla hassas ayrıntıya girmeden durumu kriz olarak nitelendirmenin akademik hata olmadığı kanısındayım. Hatta kriz salt ekonomi alanında değil, sosyal ve özellikle de siyaset-yönetim alanında de hem de oldukça derin olarak yaşanmaktadır. Maalesef muhalefetin de olumladığı çatışma halinin ekonomiye canlılık katma olasılığı fazla yüksek gözükmemekle beraber, oy oranının gerilemede olduğunu algılayan AKP’yi baskın seçime sürükleme olasılığı yüksek görülebilir. Zira aklıselim düşünce ve davranışı nadasa kaldırmış siyasal erk küresel ve ülkesel ekonomik ve siyasi koşulları dikkate aldığında içinden geçilen durumu olumlu algılayabilir. Böyle bir durumun AKP’ye güç katması söz konusu olursa, içine sürükleneceğimiz ekonomik ve sosyal tabloyu tahayyül dahi etmek istemiyorum. 

Tahayyül etmek istemediğim tablodan ülkemizi biraz da olsa uzaklaştırma olasılığı taşıyan iki olgudan biri ve olumlu olanı son yerel seçimlerin ortaya koyduğu tablo, ikincisi ve olumsuzluğunun gücü ile ülkeyi siyaseten görece olumlu kanala sokabilecek oksimoron nitelikli olanı ise yaşanan ekonomik koşullar ve bütçe koşullarıdır. Son yerel seçimlerin tüm devletsel baskılara rağmen halkın içinde bulunduğu bunalımı perdeleyemediği ortaya koymuş olması baskıcı siyasete karşı halk direnişinin olumlu yansımasıdır. Bu algılama iledir ki, çoğu büyükşehir belediyelerin el değiştirmesi, adeta Türkiye’nin kader değiştirmesinin işareti olarak gerçekleşmiştir. Bu müthiş değişim ülkeye nefes alma olanağı sağladığı kadar, siyasi gücünü rantlar üzerine oturtma itiyadı kazanmış olan iktidar partisini de hırsa kaptırmış olabilir. Bir zamanlar parlamentoda üçüncü parti olma gücünü ele geçirmiş olan HDP’nin dışlanabilmesi için sahnelenen senaryonun benzerinin bu kez de tekrarlanması adına baskın seçim gündeme gelebilir (mi!). Umalım böyle bir vahim senaryo oynanmaz ve ortaya koyabileceği olumsuzluk da yaşanmaz. 

Bu vahim olasılığı zayıflatan en ciddi tablo yaşanan ekonomik sıkıntıdır. Bütçe açığı tartışmalarında harcama artışına emekli ve emekçilerin bütçeye yıktığı yükün neden olduğu gibi akıl almaz sava inanan varsa, halkın yaşadığı sıkıntıların yeni seçimle işbaşına gelecek güçlü AKP’nin yeneceği tezi de, hiç çekinilmeden hatta utanılmadan ileri sürülebilir. Dilin kemiği yok ki! Hele de siyasi dilin! Böylesi temelsiz sava tav olan varsa, her şey hak edilmiş demektir. Ben o kadar vahim düşünmüyorum, daha doğrusu düşünmek istemiyorum. Çünkü “mutfak” halkımızı bilinçlendiren en çarpıcı olgudur. En temel gıdaların tedarikinde dahi çok ciddi sıkıntılar yaşayan halkımızın artık “alternatif yok ki” tezine rağbet etmeyecektir. 

Sırası gelmişken, 2000’lerin başına gidelim ve açıkça tartışalım. Seçimlere gidilirken emin, güvenilir ve yerleşik alternatif aranıyor olması kural ise, seçimlerde fazla başarı göstermemiş bir partiden koparılan ve henüz kemale erdiği hakkında dahi fazla bir veri yokken, nasıl oldu da AKP seçimi kazandı ve 2000 IMF-Derviş projesinin en sadık uygulayıcısı olarak ve devamlı yükselişlerle iktidarını koruyarak buralara savrulduk. Bir bilenin projesi olarak(!) ve içerideki ajanın desteği ile(!) kazanılmış iktidara en hayırlı yolu da “yetmez, ama evet” akıl-yandaşları(!) açtı. Bugün ortada siyasi erke samimi karşı çıkabilecek ve yol gösterebilecek ne sermaye, ne medya, ne akademi, ne de bürokrasi vardır. Yargı da dâhil bürokrasinin, akademinin ve medyanın denetim altına alınmasının akabinde, hiç kuşkumuz olmamalı ki, yarın büyük holdinglerin eleman alımından, uyguladıkları politikalara dek her alan parti boyasına boyanma potansiyeli taşımaktadır. Son günlerde en olumsuz boyutu ile gördüğümüz sermaye-spor-siyaset kuru kapitalizmin en çirkin gerçekliğinin yansımasıdır. Bir zamanlar Sovyetler’i bürokrasi diktatörlüğü diye yerenlere günümüz görüntüsü armağan edilir.

Bu tabloda Cumhuriyet’i kutlayacağız. Zaten, salt şekli kutlamanın ötesinde elde ne kaldı ki! Halkların ayrıştırılıp kutuplaştırılması ve giderek büyük bölümün yoksullaştırılmasıyla “halkçılık” ilkesi; ülkenin tüm varlıklarının satılmasıyla “devletçilik” ilkesi; siyasilerin mabedi yapılan tarikatların eğitim dâhil her alanda öne çıkarılarak ulusun ufkunun karartılmasıyla “laiklik” ilkesi; yönetim biçimi ve halkların tümüyle kapsanmaması siyasetiyle “cumhuriyetçilik” ilkesi; tüm vatandaşların eşit muameleye tabi tutulması ilkesinin göz ardı edilmesiyle “milliyetçilik” ilkesi ve daima değişim içinde  ileriye yöneliş ilkesine uyulmamasıyla da “devrimcilik” ilkesi zedelenmişken, sokaklarda gündüz ve gece eğlenceler ve meşalelerle neyi kutlayacağız? 

Her gecenin en derin yerinden aydınlık çıkar diyerek, yine de Cumhuriyet’imiz kutlu olsun. Nasıl ki, tüm rant hırsımız ve her şeyin en yükseğini biz yaparız kompleksimizle giriştiğimiz yağmaya rağmen İstanbul’un güzelliğini bozamadıysak, aynı duyguyla dileyelim ki, Cumhuriyeti de bozamayacaklar!   

2346140cookie-checkKRİZ, SAVAŞ VE BÜTÇE

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.