Çölaşan Vak’ası…(2)

Emin Çölaşan’ın Hürriyet’teki geçmişinde yazdıkları cesur yazılarda bazen tekrara düştüğü bir gerçek.
Sadece Melih Gökçek değil, gazetecilerle ilgili aynı iddiaları da tekrarladı. Liboş Mehmet Barlas, TRT’yi naylon fatura ile dolandırmaya çalıştığını iddia ettiği Mehmet Ali Birand  gibi.. Filistin kamplarında eğitim yaptığı için Cengiz Çandar gibi…
Ve tabii rahmetli Özal’a yaın tüm gazete yazarları hedefiydi Emin’in.
Kişiler değil sadece. Kurumlar ve siyasetciler de aynı köşede zehirli oklara hedef oldular.
Emin’in hedefinde olan kişinin işi zorlaşır diyenler çoğalmaya başladı.
Evet cesurca yazıyordu.
Ulusalcılığı, devletciliği, milliyetciliği, özellikle de Atatürkcülüğü çok köpürtüyordu.
Şimdiki moda deyimle “salçalıyordu”…
Gereğinden fazla abartılan, ecnebi tabirle agrandize edilen olay, kişi, sorunlar ve bunu içeren yazılar nedense beni hep rahatsız etmiştir.
Ben pilavüstü fasülyeyi tercih ederim.
Ama bir kaşık pilavın üstüne konan iki porsiyon kuru, beni bozar.
Bu konuda da Emin’le sık sık tartışmalarımız olurdu.
Özellikle gazetedeki yemekhaneden çıkıp, çatı katındaki odasında kahve içerken.
Yani böyle konuları tek kaldığımız zaman anlatmaya çalışırdım. “Fazla Atatürkcülük ve hele hele tekelcilik karşı tarafa yarar sağlayabilir” derdim.
Çölaşan eleştiriye fazla açık yapıda bir insan değildi.
Hala da öyle.
Hele kendisine yönelen eleştiri yazıya dökülmüş, bir köşe yazarı kendisini hedef almışsa vay haline..
2000 yılında yaşadığım bir Melih Gökçek olayı aklımdan hiç çıkmaz.
Hürriyet grubunda Tempo Dergisi’inde çalışırken ilave çıkarılması planlandı. Hürriyet’in 24 sayfalık Ankara ekinde bana tam sayfa yer ayrıldı. Ankara’yı Dinliyorum köşesinde tüm sorunları sergileyecek, aldığım sonuçları da halka aktaracaktım. Bu ekde Ankara’daki tüm yazarlar haftanın yedi günü dönüşümlü yazacaklardı. Prof. Dr. Kurthan Fişek, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, İsmet Solak, Ankara Temsilcisi Sedat Ergin, yardımcısı Muharrem Sarıkaya.
Anonslar yapıldı.Ek yayına sokuldu. Bekir Çoşkun kendisine “emrivaki” yapılarak yazı istendiği için bir iki hafta sonra yazılarını kesti.
Çölaşan malum, Ankara sorunları denince sadece Melih Gökçek’e yüklenmeye başladı. Belediye Başkanının ne kadar eski dosyası varsa ortaya dökerek onu hedef aldı.
Tabii Melih Gökçek bu yazıları toplayıp önce Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e “asılsızdır” diye jurnallemeye başladı, dahası fırsat buluduğunda patron Aydın Doğan’a sözlü olarak Emin’i şikayet etti.
Zaman zaman Özkök’ün, Melih’le fazla uğraşmaması, elinde belge olmadıkca bu konuya girmemesi gerektiğini Emin’e aktardığını biliyorum.
Çölaşan, Gökçek olayına girmemek bir yana, takma adla bir köşeden yine Gökçek’e akla gelmeyecek sorular sormaya, hücum etmeye başlamıştı bile. Artık haftada bir değil, iki yazı yazıyordu. Biri gerçek fotoğraflı ve imzalı Emin, diğeri flulaştırılmış bir fotograftaki Emin. Hatta buzlandırılmış bu footoğrafın dikkat edilince, Ankara Magazin biriminin başındaki Erdal İpekeşen’e ait  olduğu anlaşılıyordu. Erdal için nasılsa farketmezdi. Reklamı oluyordu yani (!)
Bir gün Melih Gökçek’ten görüşme teklifi aldım. Benim köşemdeki tüm sorunlar belediye hizmetlerinden şikayetlere dayandığı için Gökçek’in bu konuda görüşmek isteyeceğini sanıp teklifi kabul ettim. Çankaya’da belediyenin birimi Belya’da buluştuk. Öğle yemeğini yemeden önce konuşmaya başladık. Yanımda teybim vardı. Gökçek sorulu-cevaplı görüşmeye geçmeden önce “Teybi kapat, önce özel konuşalım”dedi.
“Ne olacak ki Melih Gökçek’in özeli” diye içimden geçirmedim bile hemen anladım, Emin’le ilgili konuşmak istiyor.
Bir çok soru sordu. En yakın arkadaşı olarak bazı bilgileri benden alamayacağını, üstelik Emin’in hayatında gizli-saklı yönler bulunmadığını anlattım. İşimin gazetecilik olduğunu, onun için geldiğimi söyledim.
Sanırım Hürrriyet çatısı altında çalışanlar içinde, “zayıf halka” arıyordu Gökçek.
Benim o halka olamayacağımı anlayınca resmi görüşmelere geçildi ve söyleşiyi yaptıktan sonra yemek yedik. Dışarıdan getirtilen yemekte Belya Genel Müdürü ve Gökçek’in yakın takım arkadaşları vardı.
Gazeteye döndüğümde söyleşiyi çözmeye başlamıştım ki Emin’den telefon geldi. Kahveye çağırdı. Beşinci kattaki “kartal yuvası”na çıktım. Emin’in suratı bin parça.
Önemli birşey var sandım. Ya Ertuğrul ile çatıştı, ya Yavuz Gökmen ile kavga etti diye tahmin yapmaya başladım.
Oturduk, kahveleri söyledi ve “Melih’le görüşmüşsün, umarım yazmazsın” diye söze girdi.
“Yapma Emin, biz gazeteciyiz. Gittim, söyleşi yaptım. Yazarım. Gazete yayınlayıp yayınlamamakta serbest. Üstelik köşemde her gün adama yikleniyorum. Savunma hakkı denen şey var yani” diye savunmaya geçecektim ki Emin “Sakın yazma, bir arkadaşın olarak söylüyorum.Başka şeyler ya, boş ver” diye araya girdi.
Karşımda tam bir fenomen vardı.
Uzatmadım. Huyunu bilirim.
Kahveleri içtik, başka konularda lafladık, sonra yerine indim.
Hürriyet’in Ankara Temsilcisi Sedat Ergin de Gökçek’le yaptığım görüşmeyi duymuş. “Söyleşiyi biraz da büyük gösterebilirler ama geç oldu, yazıyı yarın geç” diyen Ergin’e, Emin’le yaptığım görüşmeyi anlattım.
“Ne demek abi, biz gazeteciyiz. Bu görüşmeyi yazman Melih’i savunmak değil, eleştirilere karşı söylediklerini aktarmakdemektir bu, sen yaz ve hatta bugün Istanbul’a geçelim”dedi.
Dedi ama bu kez ben, “iki ara bir derede kalmış” biri olarak son sözü söylemek hakkımı kullandım.
“Sedat bu söyleyişiyi yapmamış sayıyorum kendimi. Neticede Gökçek her zaman, her yayın organında kendisini savunabilir. Bizim ki eksik olsun” dedim ve teybi kapattım.
Söyleşi “yapılmış ama yayınlanmamış yazılar” klasörüne atıldı.
(devam edecek)

 

1623380cookie-checkÇölaşan Vak’ası…(2)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.