Mahallede diyalog havaları (II)

II

Mahallenin özellikle son on yılda yoğun bir Hasidim göçü aldığı bir gerçek. Kilise türü diğer cemaat yapılarının içi boş ve sayısı sabit kalırken, hemen her köşe başında ardarda Hasidim havra ve okullarının açılması, birçok insanda Hasidik nüfusun yakında çoğunluğa ulaşacağı ve mahallenin bir Hasidim gettosuna dönüşeceği korkusunu pekiştirmekte. İlginç bir şekilde, bu korkuyu en çok dillendirenler, mahallelerindeki değişime başından beri tanık olan semtin eski sakinleri değil, Yunanlısından Polonyalısına, Latin Amerikalısından Ermenisine, Rusundan Lübnanlısına, son yıllarda dünyanın çeşitli yöre ve kültürlerinden gelip yerleşenlerdir. Bu yeni sakinlerin içinde elbette dindar olanlar da vardır, ya da en azından, dini kimliklerini bir biçimde koruyanlar mutlaka mevcuttur, ama bunların büyük çoğunluğu sıkı sıkıya dinle örtülü “ortodoks” bir yaşam tarzına ne alışıktır, ne de böyle bir tarza karşı duydukları tepkiyi gizlemeye hazırdır. Mahallede sayısı az olan Türklerden birinin, Hasidimlerin artan mevcudiyetinden bahsederken, “burayı da Fatih Çarşamba’ya çevirdiler!” diye söylenmesi hâlâ hatırımda.

Aslen Katolik olan, ancak kiliseleriyle doğum ve ölüm törenleri dışında pek bir ilgileri kalmamış görünen Fransız kökenli ve Fransızca konuşan Quebec’liler, yanılmıyorsam mahallenin halen hakim unsuru durumunda. Geçmişlerinde Kanada’nın İngiliz kesimi tarafından maruz kaldıkları sömürü ve ayrımcılığa rağmen, bugün oldukça yüksek bir yaşam düzeyini tutturmuş görünüyorlar. En azından içinde yaşadıkları bölge, şehrin en zengini olmasa bile, sosyal aktiviteleri, popüler lokantaları, hareketli kütüphaneleri, spor alanları, ağaçlıklı yolları, sevimli parkları ve ferah yerleşim düzeniyle, orta ve orta-üst sınıf bir “burjuva” mahallesi sayılabilir. Bir bakıma, liberal bir ortamın kök salması için hemen hiç bir şeyin eksik olmadığı bir mahalledir bu. Gerek özgül geçmişleri, gerekse içinde yaşadıkları nispi refah dolayısıyla, bu liberal ortamdan en çok nasibini alanların mahallenin Quebec’li sakinleri olduğu düşünülebilir. “Politik doğruluk”tan kolay kolay sapmamaları da, bu liberal ortamı hayli içselleştirmiş olmalarının bir sonucu herhalde. Ama işte onlar bile, son zamanlarda kızgınlıklarını saklayamaz bir görüntü içindeler.

Kızgınlıklarının başlıca nedeni, öncelikle günlük yaşamda karşılaştıkları, basit fakat sinir bozucu nezaketsizlik, görgüsüzlük ve kabalık örnekleridir; bunlara pek “medeni olmayan”, yahut “medeniyetsizce” davranışlar da denebilir (“Nezaket” kavramına yakın, Frenkçedeki “sivil” olma halinin karşıtı anlamında). Mahalle sakinleri arasında gittikçe yaygınlaşan izlenime göre, her nasılsa Hasidimler, daha sık ve neredeyse sistematik bir şekilde, bu tür davranışlar sergilemekte beis görmezler: sözgelimi, evlerinin önünü bakımsız bırakırlar, çer çöplerini toplamazlar; kırmızı ışıklarda bazen durmazlar, yayaların mutlak önceliği olmasına rağmen çoklukla onları beklemeden bastırıp geçerler; evlerinde bir tamirat veya tadilat yapacakları zaman, ne komşularının haklarına ne de ilgili mercilerin iznine bakarlar, vs.

Bize hiç de yabancı gelmeyen bu davranış biçimleri, elbette Kanada bağlamında da Hasidimlere özgü değildir. Üstelik, Hasidimlerin ileri derecedeki görünürlükleri, bir sürü yanlış ve günahın üzerlerinde yapışıp kalmalarına yol açar kuşkusuz. Zira Hasidimler çevrelerine gösterdikleri ilgisizlikle ters orantılı şekilde, kendi giyim kuşamlarına fevkâlade özen gösterirler: bilindiği gibi, lüleli saçları, heybetli kalpakları ve simsiyah kostümleriyle, sivil bir kalabalık içinde bir ordunun üniformalı subayları kadar tanınır ve seçilir bir görüntü arzederler. Üniformasız bir sivilin sokakta veya çevrede yaptığı bir yanlış gözden kaçabilir veya farkedilmeyebilir, ama neredeyse bir Zoro veya Batman kadar göze batabilen birilerinin yaptıkları, ne kadar sıradan ve önemsiz olursa olsun, zihinlere kolayca kazınabilir. Hasidimlerin bu görünürlüğünün bu anlamda bir dezavantaj olduğu muhakkak, ama gene de, bu dezavantajın onların kabahat skorlarının fazlalığını açıklamaya yetmeyeceğini düşünenler, herhalde çoğunluktadır.

O halde bunu ne açıklayabilir? Tabiatıyla ilk akla gelen, aradaki derin kültür uçurumudur: Hasidimlerin bambaşka bir kültürden geldikleri için, yeni yerleştikleri ülkeye uyum sağlamakta zorlandıkları, onlara atfedilen kabahatlerin de bu uyum zorluğunun bir sonucu olduğu düşünülebilir. Ancak bu açıklama bazı istisnalar dışında pek geçerli sayılmaz, çünkü en azından Montreal’e yönelik Hasidim göçü, hayli katmanlı bir uygarlık süzgeçinden geçmiş bir göçtür. Hasidimler, farklı zaman kesitlerinde ve dalga dalga Kuzey Amerika’ya göç ettikleri zaman, tıpkı anavatanları olan Orta ve Doğu Avrupa’da yaptıkları gibi, kendi gettolarında yaşamaya devam etmişlerdir. Lâkin onların gettoları, diğer göçmen topluluklarının Yeni Dünya’ya ayak bastıkları zaman içine doluştukları gettolara benzemez. Yahudi olmayan bu topluluklar, yeni koşullar karşısında hazırlıksız, niteliksiz ve dolayısıyla çaresizdirler; bunların hatırısayılır bir bölümü kırsal yahut köylü kökenlidir ve bu yönleriyle bir bakıma, kendi kasaba veya il merkezlerini dahi görmeden köylerinden Almanya’nın çeşitli metropollerine “uçurulan” Türk işçilerinin birinci kuşağını andırırlar. Ama bu topluluklar, sosyal devinimi Almanya’nınkinden çok daha hızlı olan Yeni Dünya’ya ayak uydurdukça, gettolarını kendilerinden sonra gelenlere terk ederek topluma karışmış, “pota” içinde erimişlerdir. Arkalarında bıraktıkları gettoların akıbeti ise, geriden gelen taze göçmen dalgalarının sürekliliğine bağlıdır kuşkusuz.

Hasidim’lerin Yeni Dünya’daki deneyimleri ise hayli farklıdır. Bir kere, kendi dinleri bir yana, dillerinden de hiç şaşmazlar: dualarını İbranice okurken, evde de, Eşkenazi İbranicesiyle karışık bir Alman diyalekti olan “Yidish” konuşmaya devam ederler. Banka ve hastaneler dışında, lokantalarda, plajlarda, spor tesislerinde, eğlence ve alışveriş merkezlerinde pek görülmezler, alışverişlerini kendi (koşer) dükkanlarında yaparlar, diğer çoğu ihtiyaçlarını da kendi özel yerlerinde görürler. Kısacası, tam bir getto içinde yaşarlar, fakat bu getto diğer gettolardan farklıdır gerçekten: diğer getto mahpusları gibi, çaresizlikten, güçsüzlükten, donatımsızlıktan orada değillerdir; tersine, bir imtiyazı, bir hazineyi muhafaza etmek için oradadırlar sanki. Her halükârda, kendi dışındaki “genel toplum” karşısında ne korumasız, ne de eziktirler. Teknik anlamda toplumla bir iletişim sorunları da yoktur: toplumun resmi dilini (Kanada bağlamında, İngilizce ve Fransızca) iyi kötü konuşurlar—çoğu da çok iyi konuşur. Aralarında yalnızca New York gibi başka metropollerden değil, aynı şehrin yani Montreal’in başka mahallelerinden de göçüp gelenler vardır.

Hasidimler, daha geniş Yahudi topluluklarından pek farklı olmayan bir şekilde, battal zamandan beri ticarette, finans ve emlak işlerinde gayet faaldirler. Hemen hiç bir zaman, sömürü düzeninin en alt kademelerinde bulunmazlar; nadiren de olsa, bu düzenin üst kademelerine tırmananları bile olur. Başka bir deyişle, işsiz güçsüz değildirler; gerçi, güçsüz olmasalar da teknik anlamda işsiz olanları çoktur, zira aralarında, bütün gün dua etmekten ve Tanrı’ya yakarmaktan başka hiç bir iş yapmadan oturanların sayısı çarpıcı derecede yüksektir; ama bu tür bir işsizlik, kendi tercihleri sonucu kurumsallaşmış bir pratiktir. Bu “işsiz”lerin masrafları kısmen kendi cemaatlerinden, kısmen diğer seküler Yahudi cemaatlerinin “sadaka”larından, kısmen de devletin rutin olarak kalabalık ailelere yaptığı yardım ve desteklerden karşılanır.

Bu halleriyle, Hasidimlerin bir şehir yahut metropol hayatının gereklerine göre hareket edemeyecek durumları yoktur pek. Onlar, Batı’daki metropollerin birer parçası oldukları gibi, Batı’ya göçmeden önce de, Almanya ile Rusya arasında kalan o geniş coğrafyadaki pek çok şehrin en merkezi bölgelerinde yaşamışlardır. Ukrayna’dakiler hariç, Hasidimlerin önemli bölümü şehir-kökenlidir ve pek çok yönden şehir kültürünün ürünüdür (Tesadüf bu ya, Ukrayna’daki köylü-kökenli Hasidimlerin de “kayıp kavim” Hazar Türklerinin bir devamı olduğu rivayet edilir.)

Şu halde Hasidimler, yeni vatanlarında ve yeni semtlerinde, sömürüye ve ayrımcılığa maruz kalan, yoksun, mazlum ve ezik bir kesim konumunda değildirler. Ezik hele hiç değildirler; dahası, ezik olmak bir yana, çevrelerine tepeden bakar ve kimseyi iplemez bir havaları vardır. Kendi cemaatleri dışındaki semt sakinlerini içten içe rahatsız eden, Hasidimlerin hemşerilik bilincine ve kurallara aykırı şu veya bu kabahatinden çok, bu genel havaları olmalı. Ama semt sakinleri bu daha derin rahatsızlıklarını dile getirmekten kaçınırlar, çünkü pekâlâ farkındadırlar ki, başkalarına açık bir zarar vermedikçe, hiç bir kimse veya gurubun çevresine sempatik veya şirin gözükme zorunluluğu yoktur.

Aslına bakılırsa, Hasidimlerin bu biraz tepeden bakan, kayıtsız ve iplemez halleri çok anlaşılmaz bir durum değil. Gözü Tanrı’dan başka şey görmeyen bir gurubun, yalnız mahallesindeki düzeni değil, onun dışındaki çok daha büyük düzenleri de iplemesi beklenemez. Nitekim Hasidimler, teolojik inançları ve beklentileri uyarınca, din ve dilleriyle gönülden bağlı oldukları İsrail devletini bile tanımazlar. İsrail’i bile tanımayanın, yeni vatanının devletini, belediyesini, hakkını hukukunu asgari bir gerekliliğin ötesinde “iplemesi”ni beklemek herhalde pek gerçekçi değil. Tabii Hasidimlerin bu “iplemez” hallerini Yahudilerin son yüzyıl içinde uğradıkları korkunç travmalara yormak da mümkün: tavırlarının altında, “Holokosttan sonra, kimse kimseden medeniyet beklemesin, medeniyet hele bizden hiç beklenmesin!” mealinde bir tepkinin yattığını düşünmek zor değil—hatta belki de kaçınılmaz.

İlginç bir şekilde, bazen itici bir kibrin sınırlarında dolaşsa da, Hasidimlerin bu inkârcı hallerinde gururlu hatta “devrimci” bir duruş görenlere rastlanmıyor değil. Hatta bu duruşu postmodern bir özgürlük sorunsalına yerleştirmekten geri durmayanlar da var (Bunun bir örneğine aşağıda değineceğim). Gerçekten de, bu duruşun görünürdeki düzen ve devlet karşıtı boyutunun merak ve saygı uyandıran bir tarafı yok değil. Ancak bu durumun Hasidimlere özgü olmadığını, diğer benzer köktendinci akımlarda üstelik daha da saf bir şekilde görülebileceğini unutmamak lazım.

Bir karşılaştırma yapmamız gerekirse, örneğin Hıristiyanlıktaki manastır geleneği, koşut doğrultuda bir mistisizmin ürünüdür. Özellikle bazı Ortodoks manastırlarında keşişler, Tanrı ile buluşmak uğruna, manastırın dört duvarı arasında yaşamakla yetinmeyip, dağlardaki zaviyelere, hücrelere, mağaralara çekilirler. Hayatlarında ne kadın, ne çoluk-çocuk, ne aile ne de mülkiyet vardır. Tanrı ile randevuları, düzenle, toplumla ve devletle çok daha keskin bir kopuşu ifade eder. Ama belki bu fazla aşırı bir örnek. Belki daha yakın bir örnek, bir başka Hıristiyan mezhebi olan Amish’lerdir. Kara kostümleriyle ve kalabalık aile yapılarıyla Hasidimleri pek çok yönden andıran Amish’ler, şehirlerden uzak dururlar ve kırsalda kurdukları küçük kasabalarda “pastoral” bir 19. hatta 18. Yüzyıl hayatı sürerler. Dini vecibeleri uyarınca, çağdaş teknolojiden yararlanmayı zül sayarlar. Hasidimlerin de teknolojiyle ilgili sınırlamaları olmakla birlikte, çağdaş yaşamın nimetlerinden çok daha fazla yararlanırlar. Sözgelimi, televizyon seyretmezler, ama kendilerine uyguladıkları belirli sansür kuralları çerçevesinde bilgisayar kullanırlar. Amish’ler hâlâ inatla at arabalarıyla yol alırken, Hasidimler aile boyu geniş otomobillerle dolaşırlar. Hasidimler, diğer benzer dini-bütün cemaatlere nazaran, toplumla da, düzenle de kuşkusuz çok daha bütünleşmiş durumdadırlar; bu anlamda da çok daha konformisttirler. Sık sık müstehzi eleştirilere maruz kalmalarında, sözkonusu katı duruşlarıyla bu konformizmleri arasındaki çarpıcı çelişkinin epey bir rolü olsa gerek.
Ne var ki, rahatsızlık ve bazen şikayet konusu olan, Hasidimlerin gündelik ve “sivil” hayattaki bazı kabahatleri, itici veya kayıtsız tavırları falan değildir sadece. Salt mevcudiyetlerinin bile semt sakinlerinin kimisinde tedirginlik yarattığına dair işaretler var.

Herşeyden önce, Hasidik nüfusun alışılmışın üstünde bir hızla büyümesi, tedirginliği arttıran başlıca etkenlerden. Yalnız göçle değil, çok yüksek bir doğum oranıyla gelen bir büyüme bu. Sınırlı sayıdayken hoş karşılanan, hatta “folklorik bir renk” olarak görülen Hasidim mevcudiyeti, rakamlar kontrolden çıktığında belli ki, algıları değiştirmekte. Ama bu, konunun nicel yönü.

Nitel ve daha önemli husus ise, Hasidik mevcudiyetin temsil ettiği muhafazakâr yaşam tarzıyla ilgili. Normal şartlarda, Kanada genelinde olduğu kadar sözkonusu mahallede de, farklı yaşam tarzlarının birbirine pek ilişmeden yanyana yaşayabileceği ve yaşaması gerektiğine dair köklü bir konsensüs mevcut. Ama bazen, bu konsensüse rağmen tatsız hatta komik sürtüşmeler yaşanmıyor değil.

Duyduğum “hadiselerden” son bir örnek de şu: birkaç yıl önce, Hasidimler mahallede boş duran büyük bir binayı satın alır ve restore ederek bir kültür ve ibadet merkezi olarak hizmete açar. Bir süre sonra, merkezin üst katının bir bölümünde, ergenlik çağındaki, tahminen 10-15 yaş arası oğlanlara din dersi verilmeye başlanır. Fakat merkezin yakınında, mahalle sakinlerinin devam ettiği bir spor kompleksi vardır ve üst katındaki jimnastikhane de, Hasidim çocuklarının dersanesine bakmaktadır. Dersane yöneticileri, bu durumdan rahatsız olur, çünkü jimnastikhaneye açık spor giysileriyle gelen kadınların oğlanların aklını çeleceğinden, dahası, ahlâkını bozacağından endişelidirler. Araya çocukların görüşünü engelleyecek bir perde yahut set çekmeyi düşünürler ama her nasılsa, kendi mülkleri içinde önlem almalarına imkân vermeyen teknik bir engel vardır; sonunda spor kompleksinin idaresine başvurarak, masrafını kendileri karşılamak şartıyla, jimnastikhanenin kendi taraflarına bakan cephesinin duvarla örülmesini teklif ederler. Spor kompleksinin yöneticileri, uzun bir istişareden sonra, isteksizce de olsa teklifi kabul eder. Böylece, sözkonusu konsensüsün gerekleri bir kez daha yerine getirilmiştir. Derken, hiç beklenmedik bir yerden şiddetli itirazlar yükselir: spor kompleksinin kadın üyeleri, duvar örüleceğini öğrenir öğrenmez, bu girişimi kendilerine bir nevi hakaret olarak algılarlar ve kıyameti koparırlar. Tabii bu arada, kompleksin diğer erkek üyeleriyle beraber, duvar örmenin estetik ve teknik sakıncalarını da sıralamayı ihmal etmezler. İki ateş arasında kalan kompleks yöneticileri halen ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Olay taze olduğu için, nasıl sonuçlanacağı da henüz belli değil.

Özellikle kadın, aile ve cinsiyet konularında, Hasidim tarzı muhafazakârlığın İslam muhafazakârlığıyla benzeşir yönü çok. Mahalledeki Türk tanıdığın Hasidimleri “Fatih Çarşamba’daki” bazı koyu dinci tarikatlara benzetmesi o bakımdan boşuna değil. Ancak bazı farkları da gözden kaçırmamakta fayda var.

Bir kere, yukarıda da belirttiğim gibi, Hasidimler kendileri dışındaki toplumla hem fizikman içiçeler, hem de “araziye uymak” konusunda oldukça ehiller. Bu maharetlerini bizzat kadınlarının giysisindeki ince ayarda da farketmek mümkün. Bilenler gözlerinin önüne getirebilir: Hasidim kadınları, 1940’lar Türkiyesi’nin “meslek veya iş sahibi mazbut hanım” elbiselerini andıran elbiseler giyer. Kadınların sokağa ve başka kamusal alanlara girip çıkmalarına müsaade edildiğini gösteren üniformalardır bunlar. Etekleri, dizlerinin bir karış altına uzanır. Bluzları, sıcak mevsimlerde de uzun kolludur. Salt siyah olmadıkları zaman, etekle bluz arasındaki renk çeşitlemesi gri ile lacivert arasında değişir (çeşni niyetine, buna bazen bej ve soluk bir pembe de katılabilir). Arkadan boylu boyuna dikişli çoraplarının dokusu, bacaklarının çizgisini flulaştıracak kadar kalındır. Hasidik kadınlar, saçlarını enselerine doğru kıvırdıkları bir eşarpla örterler. Ya da âdetleri uyarınca başlarını sıfır numara traşladıkları zamanlar, peruk takarlar. Böylece yüzleri ve boyun kısımları açıkta dururken, saçları gizli kalır. Cinsiyetlerinden tamamen arındırılmış bu silik ve tapon görüntüleriyle, Hasidik kadınlar rahat rahat alışverişe giderler, parklarda bebek gezdirirler, evlerinin sokağa bakan verandasında oturup bir manga boyu çocuğa göz kulak olurlar. Ev dışındaki varlıkları fevkalâde işlevsel ve ölçülüdür; giyimlerinin açıklık derecesi de, tam tamına bu ölçüyü yansıtır. Öyle bir ölçüdür ki bu, Hasidik kadınların dış toplumun gözünde asgari düzeyde çağdaş ve kabul edilebilir, kendi cemaatlerinin nezdinde ise asgari düzeyde korunaklı görünmesini sağlar.

Müslüman kadınların ise kendi cemaatlerinin nezdinde “korunaklı” sayılması için, tepeden tırnağa çarşafa veya tesettüre sokulması gerekir. Pratikte pek olmasa da, ideal koşullarda Hasidik kadınlardan daha az sokakta bulunmaları gerekir. Giyim kuşamları, onları dış topluma karşı muhafaza eden başlıca duvardır. Görünürde bu duvar, Hasidim kadınların çevresine örülenden daha yüksek, kalın ve heybetlidir; ama aslında Hasidik kadınların etrafında görünmez duvarlar vardır ve bir bakıma, daha geçirimsiz, daha dayanıklı duvarlardır bunlar. Hasidimlerde, sokaktaki disiplin ev içinde de neredeyse aynen devam eder. Sözgelimi, Müslüman kadınlar evin içinde rahatça açılıp saçılabilirken, istifini pek bozmayan Hasidik kadınların evin en mahrem köşelerinde bile başlarındaki örtü veya peruğu çıkardıkları pek görülmez. Dahası, sokaktaki cinsiyetsiz halleri yatak odasında da devam eder: sevişirken bedenleri arasına, ortasında sadece “duhul” için açılmış bir delik bulunan çarşaflar sermek kabilinden âdetlerine bakılırsa, Hasidimlerin cinsel teması ve zevki asgaride tutmaya yeminli oldukları görülür. Oysa, Müslüman mahreminde cinselliği doyasıya yaşamak daha serbesttir; muhayyilesi yetene, cinsel fantazinin de yolu açıktır.

Cinselliğin böylesine üreme-odaklı olmasının, Hasidim ailelerini birer çocuk doğurma ve yetiştirme merkezine dönüştürmesi doğal. Bu merkezler, fevkalâde yüksek randımanla çalışan fabrikalar gibidir. Mümkün olduğu kadar çok sayıda çocuk yapmak, Hasidim ailelerinin başlıca hatta tek varlık nedenidir; o kadar ki, Hasidim hayatını konu alan acıklı bir İsrail filiminde (Kadosh) de izlendiği gibi, çocuksuz kalan bir ailenin sonunda bir trajedi ve intiharla sönmesi neredeyse kaçınılmazdır. Hasidimlere göre, onlar çocuk yaparak sadece Tevrat’ın açık emrine uymaktadırlar, ama bu sınırsız çoğalma azimlerinde, Yahudi ırkının uğradığı büyük soykırımın acısını çıkarmak ve kaybettiği nüfusu telafi etmek gibi daha güncel ve özgül saiklerin de rolü olabilir belki.

Lâkin burada çarpıcı olan, Hasidimlerin çocuk yapma azmi kadar, yaptıkları çocukları istedikleri çizgide tutabilme becerileridir. Nasıl oluyor da, bir tüketim toplumunun tam ortasında yaşayan Hasidimler, çocuklarını, kendilerinin tornadan çıkmış replikalarına benzer şekilde yetiştirebilmekteler? Amish’ler gibi, toplumun varoşlarında ve kırsalda bunu yapmak bir dereceye kadar hadi mümkün olsa bile, hareketli, kozmopolit bir metropolün göbeğinde, nasıl mümkün? “Fatih Çarşamba”daki en koyu İslamcı cemaatlerde dahi böyle bir duruma pek rastlanmaz. Nitekim, İmamın oğlunun çalgıcı, kızının da türkücü olduğuna dair gazete haberleri hemen hiç eksik olmaz. Nihayetinde, her cemaatin daha başından beri terbiye edemediği yahut sonradan elinden kaçırdığı “kayıp koyunlar”ı vardır.
Şüphesiz ki, her insan topluluğunda olduğu gibi Hasidimlerde de istisnalar yok değil. Onların çocukları arasından da pekâlâ çalgıcılar, türkücüler, lokantacılar, barcılar falan çıkabiliyor. Hatta bunlar arasında, aile fikrinin en kışkıtıcı olumsuzlaması olan eşcinseller de var. En azından bunu, Hasidim hayatını konu alan bir başka başarılı İsrail filminden biliyoruz (Einayim Petukhoth).

Bütün bu istisnalara rağmen, Hasidimlerin kendilerini neredeyse firesiz ya da çok düşük bir fire oranıyla yeniden ürettiklerini düşünmek yanlış olmaz. En kapalı, en muhafazakâr İslamcı cemaatlerin dahi daha yüksek fire oranlarına maruz kaldığı açık. Bu farklılıkta, Hasidimlerin Yahudilere özgü kenetlenme dürtüsü gibi, sosyal ve tarihsel şartlardan kaynaklanan etkenlerin bir payı vardır elbet.

Ancak, düşünce planında, Hasidimlerin bu mükemmele yakın verimliliğinin nedeni, düpedüz katıksız bir iman gücüne bağlanabilir. Katıksız iman, arzuların tamamen denetlenebildiği yerde olur. Bu hesapla, İslamcı cemaatlerin en tutucularının dahi, tüketime, gösterişe, eğlenceye ve hele cinselliğe dönük iştah ve arzuların dizginlenmesinde Hasidimler kadar dirençli bir performans gösteremedikleri sonucuna varılabilir. Doğrusu, bazı İslamcı figürlerin davranışlarına bakılırsa, arzularını dizginlemek gibi bir dertlerinin zaten olmadığı söylenebilir. Örneğin, artık şaka maka etrafına büyücek bir kalabalık toplayan Cübbeli Ahmet Hoca’nın jetski merakından da anlaşılacağı gibi, “hızlı” bir yaşam tarzına ne kadar açık hatta aç oldukları aşikârdır.

Emsallerine oranla, Hasidimlere “katıksız bir iman gücü”nü yakıştırmak daha uygun görünüyor ama, unutmamalı ki “katıksız bir iman”, bakış açısına göre, katıksız bir şartlanma anlamına da gelebilir; katıksız şartlanma ise, beyin yıkamanın bir türevidir. Böylece, Hasidimler çocuklarını eğlenceye, tüketime ve genel olarak “dış topluma” kaptırmamak hususunda eğer çok başarılıysalar, bu başarıları doğrudan doğruya beyin yıkama becerilerine yorulabilir.

Beyin yıkama, elbette hoş karşılanacak bir şey değil. Gıpta edilecek bir şey hiç değil. Lâkin, beyin yıkamanın en az iki boyutu olduğunu gözönünde bulundurmamız lâzım. Beyin yıkama, hiç kuşku yok ki sadece ezbere ve ezberletmeye dayanmaz. Sadece medrese değneğiyle yürütülen yıkama işlemleri, kalıcı sonuç vermez. Cebir kadar, ikna ve ilham da gerekir. Yani beyin yıkama, belirli bir pedagoji gerektirir. Bir başarıysa eğer, Hasidimlerin başarısının sırrı işte bu pedagojide yatar. Bu pedagojinin incelikleri nedir pek bilinmez, ama etkililiği karşısında insanın şapka çıkarıp “helâl olsun” demesi işten bile değil.

Diğer taraftan, bunun hayranlık uyandırmaktan çok, tedirgin edici, hatta ürkütücü bir yanı olduğu da muhakkak. Çünkü sonuç itibariyle, bağımsız ve “vicdanı hür” bireyler yerine, ebeveynlerinin boy boy kopyası olan bir karınca ordusu yetiştirmeye yarayan bir pedagojidir bu. “Bağımsız” ve “vicdanı hür” gibi iddialı sıfatlar bir kenara konulsa bile, bu pedagojinin hiç değilse “rengârenk ve sereserpe” insanlar yetiştirmeye yaramayacağı ve böylece, en azından çeşniye açık ve alışık bir liberal ortamda pek fazla benimsenmeyeceği ve bir şekilde tedirginlik yaratacağı ortada. Yukarıda sözünü ettiğim ve bir kaçını tanıdığım semt sakinlerinin Hasidim toplulukları karşısındaki tedirginliğinin nihai kaynağı da belki bu.

641110cookie-checkMahallede diyalog havaları (II)
Önceki haberİnsanlık nereye?..
Sonraki haberYeni ekonomik çağ
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.