Mahallede diyalog havaları (III)

III
Yazımın başında değindiğim mahalle toplantısında, bu tedirginliğin iyice su yüzüne vurması beklenirdi, ama vurmadı. Kimbilir, belki “anti-semitizm” suçlamasıyla karşılaşmamak için, bazıları sessiz kalmayı yeğledi. Gene de, hahamın konuşmasının ardından bir takım şikayet ve serzenişlerde bulunulmadı değil. Bunları dinlerken aklımda yer eden bir-iki “diyalog” örneğini artık daha fazla uzatmadan aktarayım.
Tahmin edileceği gibi, şikayet ve serzenişler Hasidimlerin öncelikle günlük hayattaki “anti-sosyal” davranışlarıyla ilgiliydi. Örneğin Quebec asıllılardan bir mahalleli, kendi çocuğuyla evinin bahçesinde oynamaya gelen bir Hasidim çocuğunun, ailesi tarafından farkedilir farkedilmez nasıl hızla derdest edilip götürüldüğünden, böyle bir hareketin yalnız kendi çocuğunun değil bizzat Hasidim çocuğunun üzerinde de olumsuz izler bırakabileceğinden yakındı. Bu tür yakınmalar karşısında haham, ya soruları geçiştirmekle yetindi, ya da, şikayet konusu davranışların “münferit” olaylar olduğunu savunarak, dolaylı inkâr yolunu izledi.
Buna karşılık haham, sanılandan daha açık bir topluluk olduklarını gösteren örnekler vermekten de geri durmadı: kendisi de dahil birçok Hasidik ailenin, kendilerinden ve Yahudi olmayan her çeşit insanla pekâlâ dostluklar kurduğunu, evlerinde ağırladıklarını; kimi Hasidik ailenin çeşitli eğlencelerini her kesimden insanlarla paylaştığını, hatta bazı varlıklı ailelerin dinine diline bakmaksızın tüm bir semt halkını davet ettikleri Hasidim düğünlerine bile rastlandığını uzun uzun anlattı. Gerçekten de, gazetelerde böyle düğün haberlerine rastlanmıyor değil, ama bu düğünlerin en ciddi ulusal gazetelere dahi haber yapılacak kadar nadir oldukları da kesin.
Hahamın, aynı doğrultuda verdiği örneklerden biri de, maneviyat arayışındaki Hıristiyan bir kadının başvurusuyla ilgiliydi: “Bir gün bize geldi, sinagogumuzda dua edip edemeyeceğini sordu, kendisini hemen buyur ettik.” Bu aslında ilginç bir örnek, çünkü doğrudan dini örf ve âdetlere dokunduğundan, netameli bir yanı var. Nitekim, dinleyiciler arasında oturan genç bir Hasidim dayanamadı, uzun ve fevkalâde girift izahlarla, hahamın açıklık mesajına ince bir ayar yaptı. Derken, sonunda lâf döndü dolaştı, Hıristiyanlıktan veya başka herhangi bir dinden Yahudiliğe geçişin mümkün olup olamadığı konusuna geldi. Normal şartlarda, bunun mümkün olmadığı düşünülür, ancak lafın gelip dayandığı noktada, konu epey karıştı ve muallâkta kaldı. Fakat iki Hasidimin konuşmalarından, şu kadarını anlar gibi olduk: Yahudiliğe dışarıdan giriş pekâlâ mümkündür, lâkin bu zorlu ve çileli bir süreç gerektirir. Muhtemelen kendisi de haham veya haham adayı olan genç Hasidimin anlatmaya doyamadığı zorluklarına bakılırsa, pek az faninin katlanabileceği bir süreçtir bu. Şu halde, yalnız pratikte değil teoride de, Yahudiliğin kapıları dışarıya açıktır, ama Yahudiliği hakedenlere, o kapıları açabilenlere açıktır. Ne var ki, bu kapıları açmak için nasıl ve ne kadar bir iman gücü lâzım geldiğini pek anlayamadık. Sözgelimi, sinagogda huzur arayan Hıristiyan kadıncağızın, günün birinde aklına esip de Yahudi olmaya karar verse, dualarına daha kaç gün, kaç ay ya da kaç yıl devam etmesi ve başka hangi ahret sınavlarından geçmesi gerektiğini kestirmek kolay değil. Bu konuda sanki hahamlar arasında da yorum farkları vardı. Bu farklar, belki de hahamların farklı Hasidim tarikatlarına bağlı olmalarından kaynaklanıyordu. Her halükârda, üstelemediler ve tartışma uzamadan kapandı. Toplantının çapı, bu derin ilahiyat konularına uygun değildi zaten.
Hasidimlerin günlük hayattaki bazı olumsuz davranışlarına yönelik olarak, benzer bir şikâyet bu sefer, Hasidimlerden olmayan, seküler bir genç Yahudi’den geldi. Genç adam, Yahudi olduğunu ve Yahudi olmaktan gurur duyduğunu üstüne basa basa belirttikten sonra, sözünü hiç sakınmadan içindekileri döktü ortaya: “Sokakta yürürken, karşıdan bir Hasidim bana doğru geliyor. Alışkanlıkla herkese yaptığım gibi, ona da selam veriyorum, hiç tınmadan yanımdan geçip gidiyor. Bunu bir değil, çok defa yaşadım. Hatta yanıma yaklaştığında selamıma karşılık vermektense, karşı kaldırıma geçmeyi yeğleyenlere dahi rastladım. İstediğim, sadece bir selam—üstelik bedava. Ama bir selam vermek, yolunu değiştirip karşı kaldırıma yürümekten daha zor geliyor onlara demek ki. Bazen Hasidimlerin, bir selamı kendilerinden olmayanlara çok gördüğü hissine kapılıyorum. Hatta bazen çok daha kötü hislere kapılıyorum. Kaldırıma yığılıp kalsam, acaba o zaman dönüp bir bakar mı, bir ambulans çağırma zahmetine girer mi diye, kimi zaman tuhaf sorular üşüşüyor kafama. İnsanda neden böyle duygular uyandıran bir halleri var? Hasidimler neden böyle?”
Konuşmacı haham, Yahudi gencin bu yakınmaları karşısında hiç istifini bozmadı, yalnız bu sefer onları “münferit olaylar” olarak geçiştirmek yerine, şaşırtıcı bir cevap verdi: “O Hasidim kardeşler eğer senin Yahudi olduğunu bilselerdi, elbette selam verirlerdi, hiç dert etme! Eğer Yahudi olduğunu söyleseydin veya bir şekilde belli etseydin, selamlarını alırdın!”
Yahudi genç, “özrü kabahatinden büyük” böyle bir cevap karşısında ne diyeceğini bilemezken, dinleyiciler arasından kahkahayla karışık öfkeli bir tepkinin gelmesi gecikmedi tabii: “Selam almak için Yahudi mi olmamız gerekiyor?!”
Haham, bu tepkiden etkilenmişe benzemiyordu, tepkinin mantığını anladığına dair de bir belirti yoktu pek. Ama salonun karışmasından rahatsız olan diğer konuşmacı kadın, sazı eline aldı ve gözlerini Yahudi gence dikerek, hahamın cevabındaki hikmeti açıklamaya girişti: “Sen Yahudi olduğunu söylüyorsun. Ama giyiminde, kuşamında ve halinde Yahudi olduğunu gösteren herhangi bir işaret yok. Genel topluma karışmış, seküler bir insansın. Bunda hiçbir sorun yok. Ben kendim de öyleyim. Ama bir düşün: senin kızdığın Hasidimler, Yahudiliği sonuna kadar yaşamak için, genel toplumdan farklı olmayı ve görünmeyi göze almışlar. Bu bir cesaret işidir ve büyük fedakârlık ister. Hasidimler, Yahudiliğin paratonerleri gibidir: görünürlüklerinden ötürü, bütün yıldırımlar onlara düşer, bütün kabahatler ve olumsuzluklar onların üzerinde kalır, onların hanesine yazılır. İçe-dönük, selam-sabahsız halleri, üzerilerindeki yoğun baskıya ve kem gözlere karşı geliştirdikleri korunma ve direnme mekanizmalarının nahoş tezahürleridir sadece. O bakımdan, genel çağdaş topluma katılmış, rahatı ve konformizmi seçmiş seküler Yahudilerin Hasidimlerin bazı yanlışlarına ve ayıplarına daha hoşgörülü yaklaşmaları gerekir. Çünkü Hasidimler, bir bakıma Yahudiliğin taşıyıcılarıdır; Yahudiliği yalnız kendileri için değil, tüm Yahudiler için yaşayanlardır.”
Konuşmacı kadın yazarın söyledikleri, Hasidimlerin kendilerine biçmiş oldukları tarihi misyonu gayet güzel özetliyordu. Aynı zamanda, Hasidim’lerin tüm Yahudi dünyasından beklenti ve taleplerini de gerekçelendiren bir özetti bu: Siz ey Yarım-Yahudiler! Sürünün kayıp koyunları! Siz ey tatlı su Yahudileri! Dinimizin gereklerini ihmal ettiniz, çoğunu unuttunuz. Ama bari bizi unutmayın ve manen maddeten destekleyin, çünkü biz sadece kendimiz için değil, sizin için de dua ediyoruz. Yalnız kendimizin değil, sizin de duacınızız!
Yazar kadının müdahalesinden hahamın memnun olması beklenirdi, ama o, hiç renk vermedi, memnuniyetini gösteren herhangi bir harekette bulunmadı. Dışarıdan gelebilecek hiç bir argümana veya gerekçeye ihtiyacı yokmuş gibi bir hali vardı. Maddi destekten farklı olarak, manevi desteğe karnı toktu anlaşılan.
Bu arada belirtmeli ki, yazar kadının Hasidimleri hoş gösterme çabası yalnızca seküler Yahudilere yönelik değildi. Konuşmasının bir noktasında, düzenin karşısında veya marjlarında yer alan, anarşist, “anarşizan” yahut “özgürlükçü bohem” denebilecek yaşam biçimleriyle Hasidik hayat tarzı arasında bir takım koşutluklar kurmaktan da geri kalmadı. Bu hayli cesur bir girişimdi ama, anaşistlerle herhangi bir şekilde ortak bir zemini paylaşma fikrini hahamın hafsalasının alması pek olası değil. Yazar kadının uzun konuşması boyunca, hahamın boş gözlerle etrafa bakmasının bir nedeni de buydu belki. Diğer taraftan, “anarşist” kesimlerden insanların yazar kadının bu cesur yorumunu pek benimsemeyecekleri ve muhtemelen sadece bir gülümsemeyle karşılayacakları tahmin edilebilir; ama salonda onların varlığına dair bir belirti bile yoktu.
Tartışmalar ilerledikçe ortaya çıktı ki, salonda söz alıp da konuşanların çoğunluğu Yahudi asıllı. Hasidimlere yönelik en sert eleştiriler de onlardan geldi. Bu anlamda toplantı, resmen ilân edildiğinden farklı olarak, Hasidimleri Yahudi asıllılarla buluşturma işlevini gördü; Yahudi olmayan semt sakinleri belki çoğunlukta olsa da, geri planda kaldı. Semtin seküler Yahudileri, Hasidimlere duaları karşılığında ne maddi ne de manevi destek vermeye hazırdılar, ama diğer dinleyiciler gibi, toplantıya Hasidimleri daha iyi tanımak, iç dünyalarına biraz olsun nüfuz edebilmek amacıyla gelmişlerdi. Fakat bu amaçlarına ulaşma hususunda, diğer dinleyicilerden daha başarılı oldukları şüpheli.
İsrail’de, Hasidimlerin de dahil olduğu aşırı dinci topluluklarla seküler veya “dünyevî” kesimler arasındaki anlaşmazlıkların ve uçurumun derinleştiğini giderek daha sık duyuyoruz. Böyle bir kutuplaşma ne Kanada genelinde ne de bahsi geçen mahallede elbette sözkonusu değil. Kanada’nın ortamı, halihazırda ciddi bir kutuplaşmaya müsait değil zaten. Ancak burada da, Yahudi dünyasının seküler ve dinci kesimleri arasında artan bir gerginlik ve iletişim kopukluğu olduğu kesin. Toplantıdan çıkan en önemli sonuç buydu.
Diğer taraftan, Hasidim cemaatinin açılması hayli zor bir kara kutu olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bu kutunun içi dışarıdan görüldüğü gibi değil. Dışarıdan bakınca, cemaati neredeyse Katolik Kilisesi gibi bütünsel, “monoblok” bir yapıya benzetmek mümkün. Hasidimlerin tekdüze kıyafetleri ve disiplinli görüntüleri, bu algıyı yanlış şekilde güçlendiren bir etken. Oysa tek bir değil, onlarca, hatta yüzlerce Hasidim cemaatinden sözedilebilir. Nitekim toplantı açılışında sözüne başlamadan önce haham, tüm Hasidim kurumları adına değil, sadece kendi sinagogu adına konuşabileceğini vurgulayarak, kendini yanlış tanıtan sunucuyu düzeltmek ihtiyacını duydu.
Hasidim cemaatlerinin çoğunun nüvesinde, yüzyıllar içinde oluşmuş küçük, şahsına münhasır hanedancıklar var. Sayılarının bolluğunu açıklayan da bu herhalde. Hasidim cemaatleri, çok daha gevşek kurumsal yapılarıyla, bazı bakımlardan Hıristiyan kiliselerinden çok, şeyhlerinin çiftliği olan İslam tarikatlarına benzetilebilir. Fakat bu tarikatlardan farklı olarak, dağınık ve kaotik bir manzara sunmazlar; bu bağlamda ne birbirlerinin kuyusunu kazarlar, ne de aralarındaki rekabeti dışarıya yansıtırlar; kısacası, bir tür “çeşitlilik içinde birlik” ilkesine bağlı kalmayı becerirler. “Kara kutu”nun tılsımı, herhalde bu becerilerinde gizlidir.
Seküler Yahudilerin bile bu kutuyu açmakta zorlanmalarına o yüzden şaşırmamak gerek. Dahası, kesif bir teolojiye bulanmış nice arkaik tabu, şifre ve sembolle tıka basa dolu olan bu kutuyu açmak, değme bir antropolojinin dahi kolay kolay altından kalkabileceği bir işe benzemiyor. O bakımdan, Yahudi olsun olmasın, Hasidimleri tanımak için toplantıya gidenlerin orada duyduklarıyla tatmin oldukları şüpheli. Kendi hesabıma, toplantının merakımı gidermek şöyle dursun, büsbütün tetiklediğini söyleyebilirim.

Adnan Ekşigil
Montreal

641120cookie-checkMahallede diyalog havaları (III)
Önceki haberKKTC’nin 28. Yılında Avrupa Birliksizliği (AB)
Sonraki haber“KKTC’yi tanıtma işini bana bırakın”
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.