Medyanın ipini kim çekti? (II)

Medyanın önce “tarafgir”, sonra “yalaka”, daha sonra da “sahibinin sesi” durumuna gelmesi AKP ile başlamış değil.
Belki çok partili hayata geçtikten sonra “besleme” basından bahsedilebilir.
Demokrat parti iktidarında devletin “kağıt tahsisi” ve ithal kalemlerinde kendisine yakın ve destek veren medyayı himaye ettiği reddedilemez.
Ama bugün ki gibi bir tablo da söz konusu değil.
Medyada “sütün” bozulması, ekşimesi Turgut Özal’la başlar.
Rahmetli Turgut bey; Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi ne patronların değiştirmesinde rol almıştır, ne de patronlarla doğrudan ilişki kurmuştur.
En etkili taktiği, genel yayın yönetmenlerini kendisine “kapıkulu” yapmasıydı.
Doğrudan üst kademe ile temasa geçerdi ve yazar-çizer takımını sadece “ göz teması” değil, “söz teması”yla kafaya alırdı.
Yani, sık sık tepe yönetimlerini telefonla arar, onlarla “samimi” olurdu…
Ve bu yüzden de bazı gazetecilerin takma adları Özköşk’e çıkmış olurdu. Ertuğrul Özkök’e yakıştırıldığı gibi !!
Bu arada muhabirler devre dışı kalırlar, onlarla eşi Semra Özal ilgilenirdi. Dernek kurdururdu, onlara özel gazete çıkartırdı ve ilanların-reklamların toplanmasında aracılık ederdi ve gönüllerini alırdı. Yani “maddi kıyak” yapılırdı açıkçası ama yasalar (!) çiğnenmeden.
Bazen Başbakan Özal, çok sevdikleri muhabirlerden ara sıra “ yanak” almayı ihmal etmezdi.
Tarihte ilk defa başbakanlık önünde, bir muhabirin yanağını sıkmak, (biz buna “yanak almak” da deriz) Özal zamanında gerçekleşmişti.
Başbakan “tepe” yönetimleri kafalar, eşi Semra hanım ise muhabirlerini ve bir anlamda gazetelerin “zenci” lerini kollardı.
Özal’lara göre “muhabir”demek gazetelerin köleleri demekti.
Bir bakıma bu sıfatın yakıştırılmasında şöyle bir doğruluk payı vardı.
Medya dünyasına oto parçacılarının, kaportacıların, müteahhitlerin, tüpçülerin girmesiyle, yani gerçek ve kökten gazeteci olan patronların bu dünyadan çekilmeleriyle işçiler sendikasız hale getirilmişti.
Tepe yöneticileri, hatta yazarlar muhabirler üzerinde baskı kurarak “Sendikadan ayrılın, aksi halde patron sizleri kovar, işsiz kalırsınız” tehditlerini dahi yapmışlardı. Bunları bizzat yaşadım, yaşadık.
İşsiz kalmaktan haklı olarak korkan gerçek çalışan, emekçi-muhabirler sendikadan istemeyerek ayrılmak zorunda kalmışlardı.
Bu nedenle de geleceğe yönelik umutları kararmıştı.
Bu kararma belki de “ zenci” yakıştırmasına da neden olmuştu.
Üst yönetimler-yazarlar ve muhabirler artık iktidarın tam da emrine girmiş sayılıyorlardı.
Böylece Başbakan Özal, siyasette ve icraatta istediği gibi at oynatırdı.
Bu taktiğini Cumhurbaşkanı iken de sürdürdü Özal.
Özal ile birlikte gazetelerim üst yönetim ve köşe yazarları da bozulmaya yüz tuttu.
Üzümün üzüme baka baka kararması gibi..
Genel yayın yönetmenleri gazete sayfalarının tamamını, yazarlar da kendilerine ayrılan köşeleri babalarının malı gibi kullanmaya başladılar.
Gazete satışlarının düşmemesi için patronlar, yalan-dolan haberlere gözyumdular, gözde yazar ve üst yöneticileri adeta “dolar denizinde yüzen” kişiler haline getirmekten geri kalmadılar.
Bir Genel yayın yönetmeninin “ Vatan haini Türkiye’den kaçtı” yolunda attığı manşete, ABD’den gelen yanıt “Kaçmadım, kardeşimin rahatsızlığı için geldim. Yarın dönüyorum” şeklinde karşılık buluyordu.
Bu “ Vatan haini” yaftası vurulan 1997’lerin Emniyet Genel Müdürü, askeri mahkemede yargılanıp beraat edince “hain” damgasını vuran gazeteden tek satırlık özür yazısı dahi yayınlanmıyordu.
Bu tür ve benzeri haberler, 28 Şubat 1997’de yazar ve üst yönetimlerin başbakanlara değil, bu kez askere “biat” etmesi, vesayeti alkışlaması, komutanlardan önce Genel Kurmay Nizamiyesinde birifing kuyruğuna girmeleri, okuyucu gözünde gazetelerin itibar kaybetmesine yol açıyordu.

Haberlerin “yönlü”, yazıların “taraflı” olması patronları hiç ama hiç ilgilendirmedi.
Onların hedefi küplerini daha fazla doldurmak, devletten kapacakları ihalelerle Amerika’da özel malikaneler satın alabilmekti.

1980’lere kadar gazetelerin tirajları, kökten ve ailece gazeteci olan Simaviler, Karacanlar, Nadiler, IIıcaklar ve İzmir cephesinden Dinç Bilginler açısından çok da iyiydi. Hürriyet, Tercüman ve Günaydın gazeteleri, Türkiye’nin nüfusu 50 milyonlara gelirken ayda bir milyon gazete satmayı başarmıştı. Yani üç gazete ayda toplam 3 milyon satışa ulaşmıştı …
Toplam tirajlar 4-5 milyon arasında oynardı.
Gazetelerin tiraj kaybı, haberlerin Çankaya’dan yönlendirilmesiyle, hatır-gönül haberlerinin ön plana çıkmasıyla, Başbakanın gece yarısı genel yayın müdürlerini yataktan kaldırarak bazı haberlere müdahalesiyle başladı sayılabilir.
Ama Özal’dan sonra da gazetelerin güvenilirliği giderek azalmaya devam etti.
Gazete patronlarını zengin etmeye devam eden üst yönetimler ve yazarlar editoryal bağımsızlığı demokrasi için değil, patronların ve kendi ikballerinin kökleşmesini sağlamaya yönelik kullanıyorlardı.
Nasılsa patron gazetecilikten anlamıyordu.
Okuyucu da eski alışkanlıklarını sürdürür ve tiryaki olduğu gazetesini nasılsa satın alırdı…
Ama bu tahmin tutmadı.
Beklenen olmadı…
(devam edecek)

1628850cookie-checkMedyanın ipini kim çekti? (II)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.