Meksika’dan… / Selen Cavcav yazdı

Ama buraya gelince insan hiç bir yere gitmek istemiyor.  Tulum’da tek sorunu kalacak bir yer bulmakta yaşadık.  En sonunda yıkık dökük bir pansiyon bulduk. Mutfağında en az üç köpek ve dört beş kedinin yıkanmamış tencere tavaların üstünde dolaştıklarını görünce biraz moralim bozulmadı değil ama bu tatilde artık pisliğe alıştık. 


Kaldığımız yerde Laura ve Ömit adında genç bir çiftle tanıştık. Ömit göz kamaştıracak kadar güzel bir çocuk. Babası İranlı, annesi İngiliz. Laura’da doğma büyüme Margate’li. Onun da  upuzun saçları var ve kendisine yaptığı rengarenk bezlerden uzun parayolarla geziyor hep.  İkisi de çok küçükler daha. Laura on sekiz, Ömit de (ismi Türkçe de ‘umut’ anlamına geliyor) yirmi dört yaşında.  Malum nedenlerden dolayı İngiltere’de yaşamaktan sıkılmışlar. ”ne kadar zamandır yolculuk yapıyorsunuz?” diye sorunca: “iki ay önce başladık ve şimdilik sonsuza kadar devam etmeyi düşünüyoruz“ dediler.  Margate’in gri ve soğuk denizini düşününce ve bunu Meksika’nın Tulum sahilleriyle karşılaştırınca söylediklerine pek şaşırmıyoruz.  Ama sonra  Londra’ya bir yıllığına öğrenci vizesiyle gelip sabahın beşinden gecenin on ikisine kadar bir işten diğerine koşturan Meksikalı ev arkadaşlarımız aklımıza geliyor. Bir yıl sonra Londra’da kalmak istedikleri halde vizeleri bitti diye tıpış tıpış geri döndüler ama Laura ve Ömet’in öyle bir tasaları yok.     


Başka konularda da fazla tasaları yok gibi.  Bütün paralarını harcayıp külüstür bir minibüs almışlar. Onu sarıya boyayıp içini döşemişler ama çocukların ne işi gücü var ne de benzin alacak paraları. O yüzden kadığımız pansiyonda hapis kalmışlar. Pansiyonun sahibinin kedilerine ve köpeklerine bakıyorlar ve para vermeden kalıyorlar. Bugün benzin parasını paylaşalım ve gezmeye gidelim diye bir fikir attılar ortaya ve bizde hemen kabul ettik. Hem çocuklar biraz mekan değişikliği yapsın hem de bizde bir gün yol sormadan ve kaybolmadan rahat rahat gezelim dedik. Güle oynaya minübüsün arkasına geçip yola koyulduk. Minibüs derken yanlış anlaşılmasın öyle dolmuş gibi değil arkası karavan gibi olanlardan. Kendime yastıklardan rahat bir yer yaptım ve yola başladığımızda keyfime diyecek yoktu. Şımarık fino köpeklerini  de kucağıma verdiler. Tabi ki yolculuk yapmaktan hoşlanmadığı için benim kadar keyifli değildi hayvancağız. Hele yollar bozulup külüstür minibüsümüz çukurlara girip çıkmaya başladıktan sonra iyice huysuzlaştı. Ben köpeği sahibine postalayıp kendime soğuk bir bira açtım. Haritada belirlediğimiz yer “Sian Kaan”dı. Burası 120 km genişliginde doğal bir koruma alanı. Unesco tarafından ‘World Heritage Site’ olarak kabul edilmiş. Sınırları içerisinde kilometreler boyu kumsallar, göller ve ormanlar var. Sian Kaan aynı zamanda bir Eco turizm merkezi. 


Kumsala geldiğimizde hemen anladık neden buranın Unesco tarafından koruma altına alındığını.  Etrafta bir tane taş hotel ya da elektrik direği yok. Palmiye ağacları ve beyaz kum. Deniz dalgalı. Öyle bir mavi ki, insanı ele geçiriyor.  Kıyılara yakın yerler buz mavisi ileriler turkuvaz, cam göbeği. Dalgalar renkleri birbirine karıştırıyor hep. Yüzerken durup durup bir önüme bir arkama bakıp sularin renginin değişimini gözlüyorum. Ellerim dalgaları yararken su ışıl ışıl. Ayaklarımın altındaki kum yumuşak ama insanı çekiyor.  Denize adım atınca zaten hemen anlıyorsun ki, bu denizle şaka olmaz.


Palmiye ağaclarının üzerindeki hindistan cevizlerini görünce biz şehir çocuklarına robinson cruso hayalini yaşamak için fırsat çıkıyor. Arabadan kocaman balta gibi bıçağını kapıp geliyor Ömit. Ondan sonra düz ağaca tırmanıp cevizleri koparacak biri lazım tabi ki ve o ben olmuyorum.  Cevizler yere düşünce sonrası kolay. Bıçakla kesip önce suyunu içiyoruz ondan sonra da kumlarını deniz suyunda temizleyip kıtır kıtır yiyoruz.  Ama öyle her ceviz yenmiyor mesela dışarısı sarı olanların içi hala ham. Yeşil olanları ise çok lezzetli. Bembeyaz kumsalda cocuklar gibi mutlu hindistan cevizlerini kesmeye calışırken fotoğrafimızı çekiyorum.  Sonra şnorkellerle denize tekrar girdiğimizde suyun bulanık olması bizde hayal kırıklığı yaratıyor. Dışarıdan böyle güzel gözüken denizin içinde kimbilir neler saklıdır?   Bunu keşfedemeden gidiyoruz.


Bir sonraki durağımız bir göl. O da bu koruma bölgesi içinde. Yol yorgunluğu ve güneşin verdiği mahmurluk var üstümüzde ama bir de bu kadar gelmişken her yeri görmek, ve yüzülebilecek bütün su birikintilerinde yüzmek istiyoruz.  Ben arkadaşlara öneride bulunuyorum. “İsterseniz hepimiz girmeyelim, ben şnorkelle bir girip bakayım eğer görülebilecek bir şey varsa size haber veririm ” diyorum. Onlar da dünden razı: ‘tamam’ diyorlar. Ben göle giriyorum. Ilık ve pis bir su. İçinde sümük gibi beyaz bir şeyler var. Dalıyorum ve şnorkelle şöyle bir bakıyorum ama çok bulanık ve bir adım ötesi görülecek gibi değil.  “Burada bir şey yok, iğrenc bir su” diyip çıkıyorum.  Sonra kurulanıp biniyorum arabaya ve yola devam ediyoruz. Beş dakika sonra  nehrin üstündeki köprüden İtalyan bir otostopçuyu alıyoruz arabaya. Çocuğun içeri girip beni görünce gözleri açılıyor ve “yoksa o gölde yüzen manyak kadın senmiydin?” diyor. Bende “evet, ne olmuş yani” diyince, “köprünün üzerindeki tabelayı görmedin mi?” diyor. Meğerse tabela da kocaman bir timsah resmi varmış ve üzerinde de bir çarpı! Yani bugün hayatımda ilk defa ölümle karşı karşıya kalmışım ve haberim bile olmamış.


Selen Cavcav /[email protected]

677310cookie-checkMeksika’dan… / Selen Cavcav yazdı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.