Merdivende, Ayten abla!

Yazan: Mahmut Şenol Tarih: 29 Mart 2007

Mühim bir sorunla karşı karşıyız! Fark ettim ki, mimarlarımız merdiveni tedrisatta yanlış öğrenmişler…

Baksanıza şuna: “Mimarlık Sözlüğü”, bana göre hatalı yazıyor!
Sözlük, “Merdiven,” diyor, “bir döşeme parçasının üst kata ulaşmak amacıyla farklı donatım ve kalıp ile basamaklı şekilde dökülmesi ile elde edilen yapı bileşenidir.”

Bir kere, aynı cümle içinde iki kez, üst üste “ile” bağlacı geçmemeliydi! Ama bu mimarlarımızın hatası değildir; Kadı kızında bile olması beklenen bu kadarcık kusuru düzeltmesi edebiyatçıların işidir…

Hatta cümle içinde, “amacıyla” denirken, farkında olmaksızın bir başka “ile” bağlacı daha konmuştur ki, bu üçüncüsüdür.
“İle”nin fazlası ille de bayar, sıkıntı yaratır, çık çık bitmeyen merdiven gibidir. Sahanlığına bir varsak da, soluk alıp rahatlasak dedirtir… Tutunmakla, el terinden cilası eskimiş merdiven tırabzanları uzar da uzar.

Ancak, “İle” bolluğundan harcandığı apaçık bu cümleden öğreniyoruz ki, merdiven üst kata ulaşmayı amaçlayanlar, “Eh, madem çıktık inmek de gerekir!” diyenler için inşa edilir. Buradan çıkarılacak sonuç, öyleyse, üst katla işi olmayanların aynı zamanda merdivene gereksinim duymayacakları biçimindedir. Oysa ben, alt katta olanlardan erkek taifesindekilerin yahut merdiven başında oyalanır gibi ıslık çalarak dikilen hemcinslerimin de bu mimari ayrıntıya şiddetle ihtiyaç duyduklarına eminim; eğer, o sırada merdiven basamaklarına bir kadın adımını atmışsa…

Arkitera’daki geçen yazımdan bu yazıya lâkırdımı bağlatmak için harcadığım, eğer o şimdi eskimiş yazıyı okuduysanız anımsayacağınız gibi, “Merdivenlerin kadınlar için icat edilmiş bir mimarlık şâhaseri olduğuna o zamandan beri inanırım!”sözü, merdivene en yakışanıdır.

Benim buna inanmaya başladığım zamanlarsa, yaşımın on ya da onikilerde olduğu merak zamanlarımdı. “Merdiven kovası” denilen boşluğundan eğilip yukarıya bakmaya gerek kalmayacak kadar yayvan, geniş basamaklı, enli apartman merdivenimizde üst kattaki dairesine çıkan komşumuz Ayten ablaya beslediğim hayranlık günlerimdi… Ancak, Ayten ablayı yazıya konuk çağırmadan evvel, apartmanımıza taşındığımız günü hatıralar arasından çıkarıp Okur’a sunmalıyım. Zira, merdivenin yaşamımızdaki önemini, yahut en azından benim ona âtfettiğim kadarıyla öyle olduğunu başka türlü anlatamam…

Şimdi, 1960’ların sonlarındayız! İstanbul’un Kadıköyü’nde türlü apartmanlarda bulunmuşluğumuz vardır. Neden bu kadar sık taşınırdık, anımsayamıyorum: Galiba, çocukluğumun ilk on yılında en az beş, belki altı yer değiştirdik. Rahmetli babamın böyle bir tutaraklı yanı mı vardı, ne? Ne ki annem, bugün ona sorduğumda, “Ömr-ü hayatımda,” diye açıklıyor, “denk bağlayıp çözdüklerimin sayısı yirmiyi aşmıştır…”

Bu taşınışlardan birisi Yoğurtçu’daki Elâ Apartmanı’na yapılmıştır. Taşınmamızdan evvel, yeni kira hânemizin sağı solu eski evimizde konuşulurken, aklımda kalan şu ayrıntıyı demek hiç unutmamış bulunuyorum. Annem, “Bari merdivenleri geniş, ferah mı?” diye sormuştu, emlâkçıdan dönen babama…

Ferah ve geniş olmasının önemini, ertesi gün eşyalar üçüncü kata çıkartılırken anladım. Ben bir ucundan tutmuş muydum; yoksa, hamalların işin yarısında “Yok vallah babo!” diye havlu atıp, “Bu mardıvan sır’at koprusudur…” itirazıyla başlayıp uzayan, âdet üzre hep yaptıkları gibi işe girişmezden evvel kurulmuş pazarlığı bozmaları, biraz daha ücret koparmalarına mı içerlemiştim?… Bakın, bunu da anımsayamıyorum. Ama, ikincisi, muhakkak ki doğrudur!

Eşyalarımızın merdivenden yukarıya çıkarılması sırasında, apartmanın daire kapılarından kimi başlar dışarı uzanıp içeri çekildikçe, merdiven adındaki bu mekânların aynı zamanda Karagöz-Hacivat perdesine pattadanak düşen gölge oyuncularına ait bir yer olduğunu sanmıştım.

Hayatın onlara verdiği roller gereği arada bir merdivenlerde ortaya çıkıyor, sonra gözden yitiyorlardı.

Sahne gerisine saklanmış bir perde çavuşu olan “hayat”, onları zaman zaman merdivene davet ediyor, sonra yerlerine kışkışlıyordu… Merdivende karşılaşıp selamlaştıklarımız, yahut selâmı sabahı kesmişlerin sırt dönmesiyle yanından geçip gittiklerimiz sanki hayal perdesinde olanlardan farklı mıydı?

İşte: Bir dayanılmaz merakla, başı kapı aralığından dışarı uzanmış 1 numaranın tekâüt beyini, ben o zaman, Beberûhi’ye benzetmiş; 3 numaradaki yaşlı teyze ise, “Bakalım eşyalarıyla duvarları çizecekler mi, daha yeni de boyatmıştık!” bakışıyla göz gezdiren biri olarak Karagöz’ün Arapbacısı gibi üzerimde iz bırakmıştı.

5 numaradaki, fanilasıyla kapıya çıkan komşu amcaya hayal perdesinin Tiryakisi’nden başkası olamaz demiştim, zira elindeki boş bira şişelerini kapı önüne diziyordu… Sonradan onun Tuzsuz Deli Bekir olmayacağı ne mâlumdu? Zaten kısa sürede tıynetini belli etti, kavga çıkarıp ikide bir karısını kapı önüne koymaklığıyla…

Biz üçüncü kata tırmanmaya çalışırken en üst katların birinden inmekte olan entelektüel bir komşumuz da vardı; indiği gibi hep sessizce çıkardı… Ona Hacivat-Karagöz’ün Çelebi’si dense yeriydi. Elinde Cumhuriyet Gazetesi, Akis ve Ant dergileri eksik olmadığından, rahmetli pederimle kısa sürede merhabayı ilerletecekti.

Apartmanımızın Ayten ablası da, olsa olsa, gölge sanatımızın Zenne tipi olabilirdi. Daha merdivenlere ilk adımımızda, kırk yıllık ahbapları oraya taşınıyormuş gibi bir sarılışmadığı kalmıştı. Belki beni de öpmüştür; vallahi hatırlamıyorum… Evinden çaylar taşıdı. El çabukluğuyla poğaçalar bile yapmış, hamallarımıza da ayran ikram etmiş olmalıydı.

Hacivat-Karagöz oyunundaki Zenne tiplerinin Şetaret, Hürmüz Hanım, Salkım İnci, Şallı Natır, Nurîdil, Dimyat Pirinci, Şekernaz, Yedi dağın çiçeği, Hasıra sıçtının kızı Rabiş, Cemâlifer, Dürdâne Hanım, Dilber, Nâzikter gibi kadın karakterlerin başına, işte o gün, ben Ayten ablanın adını koymuşumdur.

40 yıl evvel bir merdiveni gözlemleyen çocuğun sözleriyle aktarırsak, Mimarlık Sözlüğü’ndeki açıklama ne derse desin, siz kulak asmayın, “Merdivenler, hayal perdesindeki oyuncuların arada bir karşılaştıkları gelip geçici yerlerdir…”
Merdivende o gün mekik dokuyan fıkır fıkır Ayten abla, sonraki günlerde, annemin kapısını sık sık çalacaktı. Kocasından türlü şikâyetlerle kapımıza gelir, anneme dert yanardı. Sanıyorum bizde geçirdiği saatler, evinde harcadıklarından daha fazlaydı; ne yazık ki, o bizdeyken ben okula gittiğimden, onun gönül okşayan kıkırdamasını, “Ayol, Ferhan abla, benimki var ya benimki,” diye anneme kocasını çekiştirmeye başlamasını kaçırırdım. O zamanlar çift tedrisat okuyorduk; eve geldiğimde, saat dördü bulmuş olur, akşamın rakı sofrasını beyine kurma telâşına düşen Ayten abla, yel yepelek üst kata koştururdu. Ayten abla ve kocası üstümüzdeki dairede oturuyordu. Onun, “Ay valla, geç kaldım!” diye âniden ayaklanışına, ben çok üzülürdüm. Ne olurdu sanki, biraz daha kalsa, hatta hiç gitmese, dünyanın sonu mu gelirdi? Kadit ruhlu kocasının bizim kapımıza dayanıp geleceği, kesindi de…

Ayten abla, günün ona verdiği ruh durumuna uygun bir kıyafetle bize iner, beni adam yerine koymuyor olmalıydı ki arada bir gömlek düğmelerini açar göğsünü havalandırır, kâh sütyen askılarını gevşetir, kâh sıkıntı basmış hâllerde eteğini yellendirir, bazı bazı da üstünü başını fora ederdi.

Demek, elbisenin fazlası, 1 beden küçük alınmış Mahmutpaşa kıyafeti gibi onda sıkıntı yaratıyordu. O böyle soyunup dökündükçe, “Üşüteceksin a kızım!” diye, üzerine hırka, yelek taşıyan anneme ise, “Ayol yaz günü ter bastı, ne hırkası!” diye acaip bir bakışla bakardı.

Sonra, annemin Çerkes sabrıyla ona verdiği akılları kuşanıp bizden ayrılırken, merdiven sahanlığına bir adım attı mı, Karakız Kantosu’na çıkmış Karantinalı Despina olurdu, ki Attilâ İlhan Bey bana kalırsa şiirini Ayten ablaya adamalıydı; İzmir’deki Muammer Bey’e değil…

Ama, şükür, şiirinde yazdığı gibi deprem falan olmazdı!

Ayten abla, sanıyorum, merdivende karşılaşacağı Çelebi’ye bir çalım satmak, Tiryaki’ye omuz üzerinden şöyle çapkınca bir bakış atmak, apartmanın öteki hayali sakinlerineyse “Bakın da, hele bir kadın görün!”, demek istiyordu. Onlar anlamasa da, ben daha o yaşımdayken, merdivenlerde salınarak üst kata, kendi dairesine, 7 numaraya çıkan Ayten ablanın arkasından bakıp bunu anlıyordum. Ayten abla basamaklarda bir manken edâsıyla adım atıyor, yukarıya tırmanıyor yahut iniyordu. Tam da, Edâ Apartmanı’na yakışacak gibi…

Merdivenlerin, kadınların üzerlerinde salına salına yürümeleri için yapılmış olduklarına işte o tarihlerde karar getirdim. Bu nedenle, örneğin, yürüyen merdivenler bana bir şey ifade etmezdi; hâlâ da öyledir. Bir kadın önünüzdeki iki, üç, bilemediniz dördüncü metal basamakta dikilip yürüyen merdivenle yukarı çıksa, yahut aşağı inse ne olur? Bana, guguklu saatin saat başlarında vazifesi gereği dışarıya uğrayıp sonra ahşap kutudan evine saklanan yalancı prenseslerine benzemekten başka bir anlam vermez ki…

Asansör de neymiş?! Merdiveni kandırmaya çalışan bir mağaza vitrini oyuncağı… Asansöre giren kadınsa bana kıpırtısız, ama gözleriyle kabinin kat numaralarını gösteren ışıldağına bakmaktan başka yeteneği olmayan bir vitrin mankeni süsü verir. Onda kıpırtı, canlılık, basamaklara uzanan bacakların gerginliğiyle salınan bir beden görülemeyeceğinden, bana kalırsa, pörsümeye bırakılmış içi azot gazı dolu ucuz düğün salonu balonundan farksızdır.

Asansör de, yürüyen merdiven de kadınlar için değil, acelesi olan işadamları için yapılmış olmalıdır. Mimarlık Sözlüğü’ne bunu eklemeniz gerekiyor; unutmayınız!

Merdivenlerin “Barok dönem için apayrı bir yeri olan mimari eleman olduğunu,” söyleyenler bu dediklerimi anlayacaklar mıdır? Merdivenler çıkılması ve inilmesi için merak uyandıran, “Dur bakalım yukarda ne var, aşağıya bir inersek ne buluruz ki,” dedirten mekânlar değildir, velhasılı…

Ahmed Hâşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden…” mısrasıyla başlayan Merdiven şiiri, eğer üstâd Ayten ablayı tanımış olsaydı, mutlaka onun kadın ruhuna ithaf olurdu. Ayten abla da bunu hak eden bir hanımdı, doğrusu…
Hâşim’e “Üstâd, şiirinizde merdiven derken, hayattan bahsediyordunuz, değil mi?” diye sormuşlar… O, “Hayır, sadece merdivenlerden lâkırdı ettim!” diye kinâyeli cevap vermiş. Dedim ya, Hâşim bizim apartmanda otursaydı, Ayten ablayı tanımış olacağından, “Hayır, sadece Ayten’den, onun ele avuca gelmez kaygan bir ipek kumaş gibi salınışından ve güzelliğinden lâkırdıyı geçirdim…” derdi…

Ayten ablanın güzelliği öyle kolay anlatılır tarzda değildi. Hani bazı kadınlar vardır, gözleriniz karanlığa alıştı mı güzelliği Çarşamba Pazarı dağınıklığında beliren, kusurlu çıkan cinstendir. O, işte onlara benzemezdi. Mesela, bir burnunu silişi vardı, o zamanlar Selpak falan da yoktu, fırrşşşt diye beyaz mendillere sümkürürdü. Ah! İşte bana bu ses, arada bir hava yapan Terkos musluğu gibi gelirdi de, ben Kayışdağı çeşmesi sanırdım… Burnu da, ucu hafif kalkık olan cinstendi; Tarih Mecmuası’nda gördüğüm Kleopatra resimlerindeki gibiydi… Gidip, mendiliyle bir kez de burnunu ben sileyim isterdim. Annem, beni odama kovalayınca, bu hevesim kuş kursağında kalırdı…

Merdivenlerin acil işler için kullanılmayan yerler olması gerektiğini de Ayten abladan öğrendim. Onun bir kırıtmayla, hiç acelesi yokmuş gibi merdiven çıkması buna yeterli olmuştur. O nedenle, yıllar sonra, ABD’nin türlü kentlerini dolaşırken gördüğüm yangın merdivenleri bana merdiveni değil, sadece Beyazıt İtfaiye kulesini anımsatmaktadır. “Yangın merdiveni” isim tamlaması, bence talihsizlikle, merdiven tarifesine katılmıştır.

Ayten ablanın bizde geçirdiği saatlerde mutfağındaki eksik, evindeki yoksunluk, gereksinmelerinde karşılanmamış şeyler için anneme ricada bulunduğunu da hatırlıyorum. O vakitler, İstanbul’un karaborsa zamanlarıydı; öyle her aranan şıp diye bulunamazdı. Piyasa ve serbest ekonomi kendi arz, talebini yaratıyor. O dönemde aranılan eksik gedikleri bulmayı iş edinmiş insanlar vardı.

Bunlardan birisi Bulucu Rıza’dır ki, şimdi şaşıra kalacaksınız, aylâk yazarınız onu da tanır… Babamın, o vakitler yarı müteahhit, yarı taşaron inşaat işleri kör topal giderken yapı yerinde yokluğu duyulan malzemeleri temin eden birisi vardı: Bulucu Rıza!

Bulucu Rıza, bir başka yazının konusu olacak bir karakter olmakla beraber, kısaca anlatmak gerekir ki, o Yeldeğirmeni’ndeki bir kahvede gün boyu pinekler, ona verilen siparişleri defterine kaydeder, artık çimento mu, kereste mi, makina parçası mı, yoksa evin bir yerinde olmayan bir şey mi neyse, ertesi gün onu bir yerlerden bulurdu. O nedenle adı “Bulucu”ya çıkmıştı.

İşte Ayten abla, kocasından dert yanmakla beraber, evini çekip çeviren bir kadın olduğundan, o yokluk zamanlarında gereken ve arayıp bulamadığı şeyler için annemin aracılığıyla babama ricada bulunur, Bulucu Rıza’ya sipariş verirdi. Tüp gazı dedantörü, kot pantolon fermuarı, sütyen çıtçıtı, don lastiği gibi şeylerdi, anımsadığımca… Zira, ben bir fırsatını bulup, onları Bulucu Rıza’dan almış babamın elinden kaptığım gibi soluğu Ayten ablada alırdım. Onun dairesine, 7 numaraya, bu malzemeleri çıkartmak üstüme vazife kalmış şeylerdendi, oradan biliyorum.

Siz, meraklı mimarlar tanırsınız bu ismi: Fransızların ünlü mimarı Louis J. Bouitton diyor ki, “Merdiven sokağın devamı, apartman içinde daire kapısına kadar uzanan çıkmazıdır…”

Çıkmaz sokak demek istiyor, galiba…

Bana kalırsa, merdiven, bizim Edâ Apartmanı’nda Ayten ablanın daire kapısına kadar uzanan, ordan da bize inen, çift yönlü, Tünel tramvayı gibi bir çocukluk fantazisinden başkası değildir…

O nedenle, Mimarlık Sözlüğü’ne bu açıklamanın da konulması gerekir.
Böyle bir sözlük yoksa, onu Bulucu Rıza’ya sipariş vermekliğimiz de, artık şart olmuştur…

_____________

* Açık Gazete Danışma Kurulu Üyesi

1591910cookie-checkMerdivende, Ayten abla!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.