İmreniyorum onlara…

İmreniyorum onlara. Ne güzel, her şeyi biliyorlar. Okuma araştırma gereği duymadan biliyorlar. Ah ne çok isterlerdi kitap okumayı, ama hiç vakitleri olmuyor ki. Eskiden az buçuk okuyorlardı. Hiç değilse Politzer’i okudular. İyi de ettiler. Her şeyi biliyorlar. Bir şey sorduğunuzda ay sen bunu bilmiyor muydun gibilerden şaşkınlık belirtileri gösteriyorlar. Korkunç bir dayanışma içindeler. Canım onu bilmeyecek ne var! Birbirlerinin şiirlerini alabildiğine övüyorlar. Hiçbiri öbürünün tek bir dizesini anımsamıyor ama. Yazılar yazıp uzun listeler veriyorlar. Şairler listesi, öykücüler listesi, romancılar listesi. Görmüş geçirmiş edebiyat ağalarının öncülüğünde ödüller dağıtıyorlar. Üzülme ve korkma kardeş, yarın da sen alırsın ödülünü. Öykü yazıp büyük bir ödül kapmış kızımız, yarasın, ama aklı başında bir kişi bile kızımızın ne adını ne de ne yazdığını biliyor. Zararsız ve saçma sapan şiirlerle çıkan dergileri ancak çıkaranlar okuyor. Bütünüyle insandan kopuk bir edebiyat dünyası…
Felsefede durum daha da içler acısı. Ben “felsefeci esnafı” dedim diye çok öfkeleniyorlar bana, biliyorum. Hatta kendini bilmezin biri bu yüzden kendi küçük insan yöntemleriyle benden öç almaya bile kalktı. Kavga etmeyi beceremediği için sinsiliğin bütün inceliklerini kullandı aklı sıra. Isırdığı yeri öpmek kurnazlığını da gösterdi. Oysa ben “felsefeci esnafı” derken özel olarak onu düşünmüş değildim. Aklımda bile yoktu. Ben felsefeci esnafı sözünü devletten ya da bu yoksul toplumun sırtından her ay şu kadar maaş alıp en küçük bir çaba gösterme gereği duymadan yan gelip yatan sözde felsefe adamlarının birine ikisine değil tümüne yakıştırıyorum. Bir kapıya çöreklenmiş, hiçbir iş yapmadan yıllarca bir güzel beslenmiş, bu arada ona buna kavuk sallamış, gün gelip muradına ermiş, unvanlarını almış, bundan sonrasını hiçbir şey yapmadan dinginlik ve esenlik içinde geçirme konusunda karalı olan tembel kurulu düzen filozofları için kullanıyorum. Bunlar ele geçirdikleri felsefe bölümlerinde hiç bilmedikleri felsefeyi kendilerine hayran bıraktıkları genç insanlara yalan yanlış öğretmeye kalkan ahir zaman bilgelerdirler.
Sen bu sabah sol yanından kalktın, edebiyat adamlarına ve felsefe adamlarına veryansın ediyorsun derseniz gücenirim. Ben bu sabah iyi kalktım. Bugün bütün işim yapacağım konuşmayı hazırlamak bir de çamaşır yıkamak olacak. Ben hep iyi kalkıyorum. Bunca olumsuzluğa, duyarsızlığa, yoksunluğa karşın ben sabahları iyi kalkıyorum. Neden derseniz, bu bir yıkımsa, bu yıkımda benim bir payım olmadığını iyi biliyorum. Tersine, karınca kararınca mı derler, elimden geleni yapmış olduğumu da iyi biliyorum. Bunun dinginliği içindeyim. Benim sorunum kendimle değil dostlarım. Zaman zaman “sağduyulu” diye nitelendirdiğim halk insanlarına da o kadar öfkelenmiyorum. Onların gözü açık olsaydı yaşam böyle mi olurdu diyeceksiniz. Evet ama dünyanın her yerinde aydın sorumluluğu diye bir şey yok mu? Her şey gelip sonunda şu gerçeğe dayanmıyor mu: bütün iyilikler iyi eğitimden bütün kötülükler kötü eğitimden gelir ve cahil için bilmekle bildiğini sanmak arasında bir ayrım yoktur.
Bizim aydınımızı bilinç açısından ve ahlak açısından aydın kılacak koşullar oluşana kadar beklememiz gerekiyor. Bilgiyle ahlak arasında çok sıkı bir bağ olduğunu Sokrates’den bu yana iyi biliyoruz. Sokrates hiçbir tedirginlik göstermeden baldıran zehirini içti diye mi? Olabilir. Ama Sokrates o zehiri içmeden önce bize ahlak değerlerinin ancak bilginin ışığında çiçeklenebileceğini öğretmişti. Bizler, bilirsiniz, bir ara bu ahlak konularında öylesine batağa saplandık ki birileri daha hafif ve buğulu olsun diye “etik” sözcüğünü gündelik yaşama getirmek istediler. Ahlaksıza ahlaksız diyemiyorsunuz ama yaptığı işi “etik” bulmayabiliyorsunuz. Canım benim! “Etik” bizim ağır koşullarımıza pek uymadı, ahlaksızlık alıp başını gittikçe “etik” çok masum kaldı.
Kitap okuma alışkanlığı olmayan bir toplumda, öte yandan ne okuması gerektiğini bilmeyen insanların toplumunda bu iş bu kadar olur dostlarım. Kitaplarda çoktan yazılmış doğruları yaşam gerçeklerinden süzmeye ve bunu yaparken her şeyi eline yüzüne bulaştırmaya alışmış aydınımız kitapların engin dünyasına dalana kadar her şey böyle ağır aksak gidecek. Küçük ilişkiler, küçük oyunlar, ayakların altına karpuz kabuğu koymalar, çirkin alaycılıklar, küçük dağları ben yarattım gösterileri, yer kapma kurnazlıkları sürüp gidecek. Gençler bile yeni yeni uyanıyorlar, yeni yeni anlıyorlar karşılığı olmayan bir diploma uğruna gözü dönmüş bir dizgenin elinde boşuna hırpalandıklarını. Bir milyon yedi yüz bin kişi bilinmez bir sona doğru koşturuyor soluk soluğa.

643520cookie-checkİmreniyorum onlara…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.