Londra’dan Mısır’a gitmek üzere uçağa bindiğimde, yaklaşık beş saat süren bir yolculuğun sonunda, görebileceğim ‘Piramitlerin heyecanıyla’ yerimde duramıyordum…
Sabaha karşı ulaştığımiz Kahire Havaalanı’nda, uçaktan iner inmez yüzüme çarpan ‘sıcak – kuruç toz kokulu hava’ verdiği garip hazla, tüm uykumu dağıtıyor. Aniden, ‘Faddaly Madam (buyurun bayan)’ diye beni – çağıran sivil polisin sesiyle ürperiyorum. Elimdeki pasaportumu alıp, kendisini takip etmemi buyuran polisi izlerken ‘bu ülkede, askılı tişört giymek yasak mı acaba?‘ diye düşünmekten de alamıyorum kendimi.
Biraz sonara , VIP kapısından geçip, VIP salonunda beni bekleyen arkadaşımla karşılastığımda, endişem, yerini, şaşkınlığa bırakıyor.
Sonradan öğrendiğime göre, bu ülkede, ‘hatırı sayılır tanıdıklarınız; veya tanıdıklarınızın tanıdıkları varsa’ VIP muamelesi görmeniz mümkün oluyormuş.
Havaalanını terkedip, konaklayacağım yere doğru yol alırken, hayalimde canlandırmış olduğum ‘çöl ve Bedevi çadırlarını’ göremiyorum hiçbir yerde. Onun yerine, yemyeşil bahçeli lüks villalar, konaklar, üç – beş katlı modern apartmanlar; ağaçlı, çiçekli , tertemiz yollar geçmekte olduğumuz semti gururla simgeliyor. Cadde boyunca, seyrek aralıklarla nöbet tutan askerlere dikkatimi yönelten şoförümüz, ‘Bu semtte çok önemli kişilerin ikamet ettiğini’ açıklıyor.
Çiçekli yolları, askeri binaları ve Kahire Stadyu’munu geride bırakan aracımız, yoğun bir trafiğe takılıyor şimdi de.
Etrafımızı çevreleyen onüç – yirmi katlı gri aparmanları; sabahın erken saatlerine rağmen hala açık olan dükkan ve restoranları; çocuklu aileleri, kaldırımda sohbet eden gençleri; tozlu kaldırımları bir yandan süpürüp obür yandan da dilenen belediye işçilerini…karmakarışık duygularla izliyorum.
Nihayet, konaklayacağım ‘yeşil, tozlu bahçeli villaya’ ulaşıyoruz.
Kahire Turu ve Piramitler
Yorgun bir geceyi takiben, etresi gün, cuma namazı çağrısıyla yankılanan ezan sesleri ile uyanıyorum. Trafikteki araçların hiç durmayan klakson gürültüsüne , arapça müzikler ekleniyor dışarıdan.
Arap ülkelerinin tümünde olduğu gibi, Mısır’da da cuma ve cumartesi günleri, resmi haftasonu tatili olarak kabul edilmiş durumda. Bunun sebebi ise erkeklerin, cuma namazı vazifelerini yerine getirebilmeleri.
***
Bir ibaadet saati ardından, Eylül güneşinin yakıcı sıcaklığı eşliğinde, piramitleri görmek üzere yola koyuluyoruz.
Yoğun trafikte, kural tanımaksızın ilerleyen her çeşit aracı görmek mümkün: Lüks, klasik, eski yeni her marka araba… Kapısından kol ve bacakları sarkmış ‘tıkabasa yolcu dolu’ belediye otobüsleri, kırık dökük taksiler, kamyonlar; at ve eşşek arabaları; bir motosiklete binmiş dört kişilik alie! Ve tüm bunların arasında, karşıdan karşıya geçmeye çalışan ‘çaresiz’ yayalar…
Kaldırımda pide ekmeği satan kirli elli satıcılara çevriliyor dikkatim. Seyyar satıcıların ardında, zıt bir uymsuzlukla birbirini izleyen gösterişli villalar, çirkin apartman binaları yol boyunca uzanıyor. Her çeşit eşyanın satıldığı sayısız dükkanlar; süpermarketler ve sinekli bakkallar; lüks restoranlar, kebapçılar, pastahaneler, Mc Donald’s…müşterilerle dolup taşmış…
Karşı kaldırımda yeralan kuyumcular, araba galerileri, özel hastaneler, eczahaneler… Yanındaki küçük çocukları eşliğinde dilenmekte olan bir baba! Tüm bu tabloyu tamamlayan, her çeşit insan: Klasik, türbanlı, modern bayanlar; takım elbiseli veya galabeyalı (geleneksel Arap kıyafeti) erkekler… Zengin, fakir, yaşlı, genç, çocuk…herkes…hepsi bir arada!…
Bu telaşlı kalabalıktan başımın döndüğünü hissediyorum.
Şoförümüz, cadde kenarlarında dekorasyon amacıyla dikilmiş, plastik palmiye ağaçlarını göstererek : ‘Bunların, devlete çok pahallıya mal olduğunu; belediyenin, yoğun bir kalkındırma programı uyguladığını; ama ne yazık ki halkı memnun etmenin çok zor olduğunu’ belirtiyor.
Az ötedeki, kırık pencereli, sıvası dökük evinin önünde oynayan, yırtık elbiseli çocukla gözgöze geliyoruz.
Şehir merkezinden uzaklasıp, yıkıntılı evler arasındaki kiliseleri geçerken, ‘Hıristiyan ve Müslümanların, uyum Içinde yaşadığını’ açıklıyor arkadaşım.
Nihayet, muhteşem piramitlere ulaşıyoruz. Piramitlere dokunabilmek, içine girerek, firavunun mezarına ulaşabilmek; ardından gün batımı eşliğinde, çölde deve turu atmak… Bu mutlu heyecan, binlerce yıl öncesine götürüyor insanı.
Akşam yorgunluğu Içinde, evimize ulaştığımızda, Kahire’de ziyaret edilecek diğer yerlerin listesini yapıyoruz hevesle:
Kahire Kulesi, Mehmet Ali Paşa Kale’si, Khan Khalili (Kahire’nin geleneksel tarihi Çarşısı ), islam Tarihi Müzesi, Kahire Müzesi, Kral Faruk’un sarayı (Abdin Palace), Mehmet Ali Paşa Sarayı, alışveriş merkezleri…
Eğlence hayatını da unutmayıp, gidilebilecek bar, restoran ve gece kulüplerini de bir koşeye sıralıyoruz …
Kahire dışına çıkmaya vaktimiz olursa da görmeye değer yerlerden İskenderiye, Luxor ve Aswan, Kızıldeniz’de Sharm El Sheikh ve Hurghada’yı da ekliyoruz listemize.
NİL NEHRİ…
Firavun rüyalarıyla süslenmiş, yorgun bir gecenin ardından, sabah güneşini, Nil Nehri kıyısındaki bir pastahanede karşılıyoruz. Nehir turuna katılmak üzere sandala bindiğimizde, gezimize Avrupalı bir turist grubu dahil oluyor. Sohbetimiz sırasında, turistlerden biri, Türk olduğumu öğrenince ‘ Türkçe’yi az da olsa bildiğini’ belirterek, ‘Allahu Ekber’ diye, kendi Türkçe’siyle selamlıyor beni… Uçan bir kuşu yakalıyor bakışlarım. Nehrin mavi derinlikleride ilerlerken, Türkiye Büyükelçiliği’nin önünden geçiyoruz şimdi de…
Osmanlı zamanından kalma yalılar, Fransız Işgal dönemine ait binalar, tozlu apartmanlar; Amerikan, Hint, Isviçre, Fransız, Italyan…restoranları; lüks hoteller ; Işyeri ve alişveriş merkezleri; devlet binaları…kalabalik bir telaş , kıyı boyunca , gürültüyle uzanıyor.
O akşam, Osmanlı Imaratorluğu döneminde Kral Faruk’un sarayı olmuş ama şimdi beş yıldızlı bir hotele dönüştürülmüş , Merriott’un bahçesinde bir grup gençle tanışıyorum. Ayağındaki daracık kot pantolonu ve türbanın rujuna uyan rengiyle, genç kız ‘Mısır ve Turkiye arasındaki kültürel benzerliklerden’ bahsediyor. Rolex’li delikanlı ise
‘Yes Vallahi, o kadar üniversite okuduk, gene de iş yok, gitmek lazım buralardan’ diye isyan ediyor. Delikanlının başörtüsüz kız arkadası da ‘böyle konuşma, kimin duyacağı belli olmaz şekerim’ diye karşı çıkıyor ona.
Kibarca izin isteyip, grubun yanından ayrılıyorum. Kadehimdeki yuzyıllar öncesinde ‘yasaklanmış içeceğimle’, bir zamanlar Osmanlı padisahlarının yürümüş olduğu bu ‘yıldızlı bahçede’ sessizce ilerliyorum.
Kutup yıldızı, çok uzaklardan, gökyüzünün uçsuzluğuna alabildiğince uzanan ışıltısıyla gülümseyerek, göz kırpıyor yeryüzüne.