Farklı düşüncede olan kişi veya kuruluşların kendi ön yargılarından yahut doğrularından (!) fedakarlık yaparak ve karşısındakine doğru bir adım atarak problem çözme yoluna gitmeleri, ülkeler için hayati bir husus olmalıdır.
Herkes ya da her kesim kendi doğrularını tek taraflı olarak dayatmaya çalışırsa nasıl mutabakat sağlanacak sorusuna herkes kafa yormalıdır.
Mutabakat hususunda karşılıkla adım atmak gerekir. Ülkenin menfaatlerinin ortak paydasında buluşmak lazımdır.
Bu güne kadar gelmiş geçmiş icra organlarının ortak derdi bu olsa gerek. Ancak, onların da bu konuda nasıl tavır sergiledikleri tartışılabilecek bir husustur.
Mesela, yetkileri dağıtılmış bir icra nasıl hizmet gerçekleştirebilecek? Elbette mutabakat arayacak ama, karşı taraf bunda, benim dediğim olacak manasında ısrar ederse ne olacak? Bu bakış açısına mutabakat gayreti demek mümkün olur mu?
Genel bir hizmet için, yetkililerin ve hatta vatandaşların ekserisinin ortak bir noktada anlaşmaları ve bu hizmete katkı yapmaları elbette en doğru yoldur. Bunun yolları tez elden bulunmalıdır. Aksi taktirde zarar gören, çağın gerisinde kalacak olan hepimiz olacağız. Bunu isteyecek kimse olamaz.
Diğer yandan, çözüm üretmesi gerekenler, problemlerin bizzat birer parçası haline gelmişse, orada ancak kavga ya da sokak tartışmaları olur. Hiçbir mesele çözmek kolay olmayacaktır.
Hele, çözüm bekleyen konularda halen kavram kargaşası yaşanıyorsa ve tarifler üzerinde dahi anlaşma sağlanamamışsa durum daha da vahim demektir.
Eskilerin deyimiyle; konuşa konuşa anlaşmak insanlara mahsus bir durumdur. Karşılıklı oturup konuşmadan, kulaktan dolma veya aracıların vereceği bilgiler ışığında kanaat oluşturmak yahut karar vermek yanlışlıklarından vazgeçmek artık zor olmazsa gerek. Muhataplarla bu şekil diyalog kurma huyumuzu terk etmeliyiz.
Her nedense biz, söylemeyi değil, söylenmeyi daha çok severiz. Hatta, böyle durumlarda mangalda kül bırakmamakta üstümüzde yoktur.
Ya problem çözmek? Maalesef…
Oturup sakin sakin konuşmayı ve birbirimizi anlamayı bir denebilsek…
Birlikte oturup bir çay içebilsek…
Ah..! Neler olurdu neler…
Karneler nasıl?
Kötü karne alan çocuk…….
İki zayıf yüzünden…….
Baba, kötü karne getiren çocuğu……
Her karne döneminde, bu başlıkları okuruz.
Bu konuda, uzmanların tavsiyelerini hepimiz, belki de ezberledik.
Ancak ne değişti ?
Hataları, hep kendimiz dışında arama adetimizden bir türlü vazgeçemiyoruz. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da kendimizle samimi olarak bir yüzleşebilsek. Belki çok şeyler daha çabuk değişebilecektir.
Kaç kişi, bunun sebepleri üzerinde durdu? Mesela, şu sorulara doğru cevap verebildik mi;
Hiçbir çocuk, başkası gibi olamaz.Herkes kendisi gibidir. O halde onu başkalarıyla niçin kıyaslıyoruz?
Herkesin bir kapasitesi vardır. Acaba çocuğunuzun kapasitesini biliyor musunuz? Ondan beklentileriniz buna uygun mu?
Kötü karnede bizim rolümüz yok mu? Varsa nedir? Karne günü dışında, çocuğumuzun okul durumuyla ne kadar ilgilendik? Çocuklarımızın sorunlarıyla ne kadar ilgilendik? Kaç tanesini doğru çözebildik?
Çocuklarımız yarış atı mıdır ?
Peki, ya eğitim kurumları? Bir çok çocuğun 50 – 60 kişilik sınıflarda okuduğunu biliyor musunuz?
Buralarda eğitim (olumlu kişilik kazandırma) ve öğretim verilmesi gerekirken, eğitim işinin tamamen unutulduğu, sadece bilgi verildiği, acı bir gerçek değil mi? Daha acısı, verilen öğretim metodunun ezberci olduğu, pratiği olmadığı, bir başka doğru değil mi?
Öğretmenler, çağın şartlarında, ne kadar yeterlidir? Eğer öğretmen, sadece bilgi aktaran kişi ise, herhangi bir yüksek okul mezunu kişiden farkı ne oldu?
Okullarda çocukların problemleriyle kimler ilgileniyor?
Eğitimin bu yönü, çok yazı konusu olabilir. Şimdilik burada duralım. Fakat şunu bilelim ki, kötü karne için, sadece çocukta hata görmek, işin kolayına kaçmaktır. Sorulara vereceğimiz her samimi ve doğru cevap, bizi çözüme daha kolay götürecektir.
Bu kısa tatil, iyi bir fırsat olabilir.
Unutmayın.