Önce yaşama hakkı…

Almanya seyahatimde gündemim tamamen değişmişti ve uzun süredir hayvanlar hakkında bir şey yazmadığımı fark ettim… Oysa Almanya’ya gitmeden önce okurlarımdan birinden gelen bir mektup üzerine yeni bir yazı kaleme almıştım ama tamamlayamadan Almanya’ya gitmiştim. Şimdi o yazıyı tamamlamak için kendimce sebeplerim oluştu, sizinle paylaşmak istiyorum bu yazıyı…

Okurum şöyle başlamıştı mektubuna ki ben o mektubu köşemde zaten daha önce yayınlamıştım: ‘öylesine dolu ki içim’ diye başlıyordu mektup…

Ayrıca bir yerinde mektubun okurum “yüreğinize dokunmayacaksa, okuduğunuzda bir fidan dikmeyecekseniz, aç bir hayvanı doyurmayacaksanız okumayın yazımı, boş yere canınızı sıkmayayım ben” diyordu…

Mektuptaki çığlığı ilk hissettiğimde ne yapabilirim diye düşünmüştüm;
öncelikle okurum yaşadığı yerdeki katliamı birilerinin duymasını ve çözüm üretilmesini istiyordu. Çözüm üretmek direkt benim yapabileceğim bir şey değildi ama bu çığlığı daha geniş platformlara taşımasında okuruma yardımcı olabilirdim; en azından bunu yapabilirdim ve bunu yaptım; köşemden sesini tüm duyarlı insanlara ulaştırabilmesi için gerekli zemini sundum ona…

Bu kadarla yetinmedim tabii ki; hayvanları korumayı amaç edinmiş dostlarım, kurumlar ve platformlara ulaşmaya çalıştım, onlardan yardım istedim, bu durumda neler yapılabileceğini sordum onlara;

“Çiğdemciğim Türkiye’nin her yanında o kadar yaygın ki bu katliamlar, zihniyet değişmedikçe, bir canlının yaşama hakkının kutsallığı insanlarımız tarafından içselleştirilmedikçe, bizim çabalarımız çok kısıtlı kalıyor; çözüm ürettiğimiz yerlerde bile arkamızı döndüğümüz an her şey değişiyor, yeniden başa dönüyoruz, bu öylesine yılgınlık verici bir mücadele ki”

diyordu hayvan dostu , yıllarca bu konuda emek vermiş arkadaşlarım…

Ama her koşulda çözüm üretmeye kararlı olanlar da vardı, örneğin Hayvist’ten Sultan hanım gibi… O bu konuda ne yapılması gerekiyorsa yapacağını söyledi, gerekirse Rize’ye bile gidecekti…

Bir yandan diğer arkadaşlara da hak veriyordum; ben de tecrübelerimden biliyorum verilen onca emeğin nasıl bir anda heba edilip geri adımlar atıldığını; büyük mücadeleler sonucu elde edilmiş kazanımların nasıl arkanızı döndüğünüz anda kaybolup gittiğini… Kaybeden, yok edenler de belediyelerdi; kaldıkları yerden devam ediyorlardı öldürmeye, zehirlemeye, hayvanların yaşam haklarına müdahale etmeye…

Ne acı, ne kadar inanılmaz değil mi?

Bu hayvanların koruma altına alınması, yaşam koşullarının iyileştirilip rehabilite edilmesi, can güvenliklerinin sağlanması öncelikle belediyelerin sorumluluğuydu. Ama ne yazık ki onlar bu sorumluluğu almak, bu meşakkatli işlerle uğraşmak,buna bütçe ayırmak yerine, hayvanları toplu halde katlederek sorunu kökünden halletme yoluna gitmek istiyorlardı… Ah bir de şu hayvan dostları, hayvanları koruma platformları olmasaydı; dünya nasıl da güllük gülistanlık olacaktı o zaman; rahatça, hiçbir engelle karşılaşmadan tüm çevreyi hayvanlardan arındıracak, tertemiz yapacaklardı…

Bu arada bütün belediyelerin aynı olduğunu söylemek istemiyorum; bu konuda gerçekten samimi olan, çözüm üretmeye çalışan, hayvanların yaşam kalitesini yükseltmek için ellerinden geleni yapan örnek belediyeler de vardı; ama azınlıktaydılar bunlar…

Keşke çoğaldıklarını görseydik de seve seve yazabilseydik gerçekleştirdikleri uygulamaları…

Daha kaç hayvan dostunu yıldıracaktı bu mücadele… Sonunda bu hayvanları kaderlerine mi terk etmek zorunda kalacaktık; bu zorba ellerin acımasızca onların yaşam alanlarına, yaşama haklarına müdahale edip onlara acı çektirmelerine, çifte ile nişan alarak öldürmelerine, savunmasız, korunmasız, aç kaldıkları anlarda zehirli etlerle kandırıp hayatına son vermelerine, tüm bunlara seyirci mi kalacaktık…

Alın işte okurumun bir ay önce bana yazdığı mektupta belirttiği Rize örneği size; köpek başına ödül konmuş, hayvanlar beyinlerinden nişan alınarak öldürülüyormuş; kim durduracak bu katliamı peki; Sevgili okurumun çığlığına kim kulak verecek… Rize’yi bir mucize oldu hallettik diyelim ya diğer yerler, Türkiye’nin dört bir yanı, İstanbul ne olacak… Dünyanın tek sahibinin biz olmadığımız, doğayı, çevreyi, yaşamı diğer canlılarla paylaşmak zorunda olduğumuz zihniyetini insanlarımıza, belediyelerimize kim, nasıl yerleştirecek…

Daha ne kadar izlemek zorunda kalacağız bu katliamları…

Lütfen bana kimse önce insan demesin, önce insan haklarını, insanların yaşam haklarını savunalım demesin; çünkü bunları birbirinden ayıramazsınız…

Yaşam hakkı bir bütündür; yaşama hakkına saygı duymayı, etrafında olup bitene karşı duyarlı olmayı bilen toplumlar, yani vicdanı gelişmiş toplumlar, hayvanı, insanı, bitkiyi, ağacı ayırmadan bu haklara sahip çıkarlar; yürekleri her canlı için aynı duyarlılıkla çarpar; bütün zulümler, kötülükler insan, hayvan, doğa ayırımı gözetmeksizin aynı şekilde üzer onları…

Vicdansız bir toplum olduğumuzu söylemek istemiyorum ama toplumsal vicdanımızın biraz da kültürel mirasımızdan kaynaklanan bir alt yapıyla algıda seçici davrandığını, insan yaşamı önemliymiş, hayvan yaşasa da olurmuş yaşamasa da olurmuş gibi bir anlayışa yatkın olduğunu gözlemliyorum…

Hayvanlar bizim hayatımızı güzelleştiriyorsa, keyif veriyorsa onların yaşamalarına izin verilebilirmiş, ama mahalledeki çocukları korkutuyorlarsa, mahallenin keyfini kaçırıyorlarsa yok edilebilirlermiş, öldürülebilirlermiş, zehirlenmeleri mubahmış gibi bir durum çoğu insan tarafından kanıksanıyor halkımız arasında…

Bu kanıksamadaki bencillik, vicdansızlık, acımasızlık sorgulanmaya bile gerek görülmüyor…

Onların da bir canlı olduğu, yaraların, hastalıkların, eziyetin, zulmün onlara da acı verebileceği; kayıpların, ayrılıkların onları da derinden etkileyebileceği; onların da bir insan gibi duygusal çöküntü yaşayabileceği, sevgisizlik, ilgisizlik nedeniyle hasta olabileceği, yavrusunu kaybeden bir anne kedinin ya da köpeğin bizim annelerimiz gibi acı çekebileceği; sahibi ölen bir köpeğin üzüntüsünden günlerce yemek yemeden yas tutabileceği, kendini kahredeceği; tüm bunlar gözümüzden kaçıyor ya da kasıtlı olarak görmek, bilmek istemiyoruz bunları…

Görmediğimiz, hissetmediğimiz zaman onların zehirlenmelerine, toplu olarak öldürülmelerine göz yummamız, kulak tıkamamız, yüreğimizi kapamamız daha kolay oluyor çünkü… Bir kedi yavrusunu çöp konteynırına atmak, hamile bir köpeğin karnına tekme savurarak eziyet etmek, yaralı bir hayvana arabayla çarptıktan sonra yol ortasında bırakıp kaçmak insanlık dışı gelmiyor o zaman bize…

Hala insan olduğumuzla böbürlenebiliyoruz bir yerlerde…

Onlar hayvandır nasıl olsa, onlara ne yapılırsa mubahtır…

Onların da bizler gibi yürekleri, bağları, ilişkileri, koruma güdüleri, yaşama kaygıları, korkuları olabileceğini düşünmek, kabullenmek istemiyoruz. Bunu yaptığımızda onları da kendimiz gibi bir can ve ruh olarak görmeye başlamamız gerekiyor çünkü… O zaman katliamlarına böylesine tepkisiz kalmak, yok edilişlerine bu kadar kolay katlanmak mümkün olamaz bu bir gerçek…

İnsanlık düzeyimiz yükseldikçe, insanlaştıkça çevreye, doğaya, diğer canlılara karşı duyarlılığımız, bakışımız değişecek; belki daha çok sorumlu hissedeceğiz yaşadığımız dünyaya karşı ve bu bir yük getirecek bize; ama onlarsız yaşadığımız bir dünya inanın onlarla paylaştığımız bir dünyadan daha güzel ve anlamlı olmayacak hiçbir zaman…

Onların yoklukları hayatımızı güzelleştirecek, kolaylaştıracak ya da çevremizi daha yaşanılır kılacak diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz…

Beni en çok hüzünlendiren şeylerden birisi nedir biliyor musunuz?

Çocukluğumun büyük bir bölümü köyde geçti benim; özellikle yaz mevsimlerini köyümüzde geçirirdik… Ailece köy hayatını çok severdik…Tatil boyunca tavuklarla, horozlarla; ineklerle, atlarla nasıl güçlü bağlar oluşturulabildiğini, bir köpeğin bir insana nasıl can yoldaşı olabileceğini yaşayarak, gözlemleyerek tecrübe ettim ben… Her hayvanın ayrı karakteri olduğunu, farklı duyarlılıklarının olabileceğini, örneğin tavukların iletişim kurulduğunda çok özel hayvanlar olduğunu, çok gelişmiş zeka ve duygularının olduğunu, sahibine küsen bir tavuğun yumurtlamayı kesebildiğini, bir ineğin istemezse süt vermeyebileceğini, tüm bunları birebir deneyimlerimle öğrendim.

Bu yüzden ne zaman tıka basa istiflenmiş, ızgara ya da döner yapılmak üzere fabrikalara götürülen tavuk dolusu kamyon görsem içim kan ağlar; tavukları sadece et olarak gören, bir tavuk markası olarak algılayan zihniyet kızgınlık yaratır ben de; çaresizlikten, üzüntüden elim kolum düşer, hiç birşey yapamamaya isyan ederim…

Hele günümüzde, hormonlanarak, hemen yenilebilecek et kıvamına gelsinler diye birkaç gün içinde tavuk haline getirilen piliçleri düşünüyorum da; hayatları yumurta ve et olma arasındaki süreçteki birkaç gün veya haftada başlayıp bitiyor; bu ne acı bir var oluş hikayesidir bunu hiç düşündünüz mü?

İnsan oğlunun bir canlı türüne bunu yapmaya ne hakkı var… Nasıl bu kadar acımasızca ve vicdansızca çevremizdeki canlıların yaşam hakkına müdahale edebiliyor ve onları böyle kolay harcayabiliyoruz, bu hakkı kim veriyor ki bize…

Zavallı Tavukçuklar, yüzlercesi balık istifi gibi tıkış tıkış doldurulmuştur kamyonlara, nereye götürüldüklerinden, başlarına geleceklerden, banvit paketlerinden hiç haberleri yoktur; Hayat on beş gün içinde başlamış ve bitmiştir onlar için…

Bir de kurban bayramında pazarlara getirilen, müşteri bekleyen koyunlar çok hüzünlendirir beni… Daha birkaç saat önce boynunu okşamış, yiyeceğini kendi elleriyle yedirmiştir sahibi; biraz sonra ise pazarlık yapacak, kesilmesi için satacaktır müşterisine…

Gözlerini bile kırpmadan hem de…

Bir başka canlı türü daha yoktur ki doğada, insan gibi önce sevsin, okşasın, kendi elleriyle beslesin, sonra da oturup kessin, yesin beslediği canlıyı…

Gerçekten de, doğada insandan başka hiçbir canlı yiyeceği hayvanı önce beslemez, sevmez, okşamaz, beklemez yiyeceği günü; yiyecekse o anda yer onu… Oysa insan ne yapar; aylarca hatta yıllarca bakar, ilgilenir onunla, şefkatle karnını doyurur, oyunlar oynar, konuşup dertleşir, can yoldaşı bilir onu; sonra bir gün gelir yaşlandı diye, artık işine yaramıyor diye kesip bir güzel afiyetle yer can yoldaşı bellediği o hayvanı…

İnsan değişik bir canlı gerçekten… acımasızlığın en üst düzeyine ulaşabildiği gibi merhametin de en tepesine çıkabiliyor… bu yüzden ümidimi kesmiş değilim insanlıktan… Bir gün doğaya, canlılara, çevresindeki yaşama daha duyarlı, daha insancıl, daha şefkatli, toplumsal vicdanı, adalet duygusu daha gelişmiş bir insanlık düzeyine ulaşılabileceğine inanıyorum… ama bunu bizim kuşağımızın görüp göremeyeceğinden emin değilim…

Enin olduğum tek şey ise; biz göremezsek bile bir gün insanlık öyle bir noktaya gelecek ki, bugün yaptığımız bir çok şey barbarlık, ilkellik, vahşilik olarak görünecek gelecek kuşaklara; nasıl atalarımızın geçmişte yaptıkları bugün bize barbarlık, vahşilik, ilkellik olarak görünüyorsa…

İnsanlık geliştikçe insanlaşacak çünkü…

1080320cookie-checkÖnce yaşama hakkı…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.