Neokli Sarris: Bir ‘Türk düşmanı’nın ardından (II)

Bu manzaranın yeni oluştuğu ve sonraki gelişmelerle henüz bozulmadığı sıralarda, Neokli’yle tekrar karşılaşmıştık. Bana onca anlattıklarından sonra, ordunun gücünün kırılmasını olumlu karşılayacağını ve bu durumu Türkiye’nin demokrasi sınavında önemli bir dönemeç olarak yorumlayacağını düşünüyordum. Fakat Neokli’nin sivil idarenin inisiyatif almasından hiç etkilenmediğini, tersine bu inisiyatifin onun Türkiye siyasetine dönük menfi yakalaşımını daha da keskinleştirdiğini görünce şaşırdım.

Neokli’nin memnuniyetsizliğinin, Ergenekon sürecinin ileride iyice sulanıp rotasından çıkmasıyla doğacak olumsuz gelişmelere ilişkin bir öngörüden kaynaklandığı akla gelebilir, ama konuşmamız ilerledikçe, onun memnuniyetsizliğinin altında somut herhangi bir öngörüden çok, kategorik bir İslam korkusunun yattığını farkettim. İster sivil olsun, ister demokratik olsun, ister ağzıyla kuş tutsun, İslamcı bir hükümetin hiç bir artısını Neokli’nin kolay kolay dikkate alamayacağını hissettim. Onun gözünü bürüyen bu İslam korkusunun, Türkiye’deki değişimleri doğru okumasını engelleyen başlıca etmenlerden biri olduğunu anladım. Ve birçok bakımdan, gönlünün bir yerinde daima kalmış olan o CHP’liliğinin tam da bu noktada depreşiverdiğini, hiç değilse bu bağlamda Neokli’nin CHP’lilere özgü takıntı ve refleksler sergilediğini düşünmeden edemedim.

Annan planı gündeme geldiğinde, görüş ayrılığımızın Kıbrıs gibi diğer siyasi konularda da sürdüğü anlaşıldı. Kıbrıs’ta iki toplumu birleştirmeyi hedefleyen Annan Planı’na Türkiye’de ne tesadüf ki gene CHP’nin başını çektiği şiddetli bir muhalefet vardı. Denizin öte yakasında, bu muhalefetin Yunan versiyonu da boş durmuyor, Neokli bu muhalefetin de sözcülüğünü yapıyordu. Ben ise Annan planının gerçekleşmesini arzulayanlardandım.

Hoş, Kıbrıs’ta toplumlararası sorunlara derinlemesine vakıf olmadığım için, Annan planının işlerliğinden yüzde yüz emin değildim. O bakımdan Neokli’nin plana yönelik bazı eleştirilerini önemsiyordum. Ancak ne yazık ki bu eleştirileri, kökten inkârcı ve dışlayıcı bir söylem gölgeliyordu. Toplumlararası sorunları, kolaylıkla somut bağlamından çıkararak, soyut bir demokrasi-diktatörlük/uygarlık-barbarlık sorunsalına yerleştiren, analitik olmaktan neredeyse özenle kaçınan, aceleci ve toptancı bir söylemdi bu.

Sanırım bu söylemin başlıca varsayımlarından biri, toplumlararası sorunların yalnızca bir diktatörlükle bir demokrasi arasında varolacağı, iki demokrasi arasında ise otomatikman kalkacağı düşüncesidir. Bu düşünceden sıklıkla çıkarsanan sonuç ise şudur: sorunlar mevcudiyetini ısrarla sürdürdüğüne göre, taraflardan biri demokrasi, diğeri ise diktatörlük olmalıdır. Tabii sözkonusu söylemde, demokrasiyi Rum tarafı, diktatörlüğü ise Türk tarafı temsil eder. Bu ne kadar doğrudur, elbette tartışılır; fakat tamamen doğru farzedilse bile, iki mükemmel demokrasi arasında dahi toplumlarası sorunların ve menfaat çekişmelerinin var olmaya devam edeceğini görmek gerekir—hele bu demokrasiler henüz ulus-devlet kabuğunu kıramamış, hatta daha mahalli cemaat sınırlamalarını aşamamış, pek de mükemmel olmayan demokrasilerse… Annan planı, Kıbrıs’taki toplumların her ikisinin de iyi kötü birer demokrasi olduğu varsayımı üzerine kuruluydu. Bu varsayımın, adada arzulanan bir gerçekliğe yönelik teşvik ve yönlendirme boyutu taşıdığı da muhakkak. Gerçekçi olmadığı çok dillendirildi ama, bir şekilde böyle bir varsayım olmadan sorunları çözmeyi ummak da pek gerçekçi görünmüyor.

Türkiye’ye yönelik eleştirilerinde şahinleştikçe, hatta bazen Yunan şahinlerini bile yetersiz bulacak kadar sertleştikçe, Neokli’nin kimi Türk çevrelerde çabucak “Türk düşmanı” ilan edilmesi zor olmadı. Ardından, onunla yakınlığımı bilen bazı tanıdıklardan dokundurmalar ve taşlamalar da gelmekte gecikmedi. Bu tanıdıklar arasında, yalnız Türkler değil bazı Yunanlı dostlar da vardı. Özellikle Yunanlı solcu dostlarım, Neokli’nin çıkışlarının hesabını neredeyse benden sorar olmuşlardı. Aramızda ne zaman onun bahsi açılsa, söyledikleri hep aynıydı: “Sen anlamıyorsun galiba: bu adamın sorunu Türkiye’nin şu veya bu politikası, Türkiye’deki şu veya bu hükümet yahut rejim değil. Onun sorunu Türkiye’nin kendisi. Türk olan herşeyden nefret eder o”.

Neokli’ye yapıştırılan bu “Türk düşmanı” yaftasını hiçbir zaman kabul etmedim, edemem de; çünkü bu düpedüz bir ırkçılık suçlamasıdır. Yunanistan’da ve bilhassa Yunan diyasporasında ırkçısına da, Türk düşmanına da rastlamışlığım çoktur. Doğrusu, Neokli bunların hiçbirine benzemiyordu, benzeyemezdi de; çünkü ne kadar yanlış konuşursa konuşsun, o kumaştan yapılmamıştı: vicdanı ve kafa yapısı, ne ırkçılığa ne de herhangi bir etnik düşmanlığa müsaitti.

Üstelik yanlış konuştuğu kadar, doğru konuştuğu da olurdu; dahası, Türkiye hakkında olduğu kadar Yunanistan hakkında da konuşurdu. Neokli, Türk ve Yunan toplumları arasındaki farklılıklara sık sık dikkat çekmekle birlikte, bu toplumların folklorun çok ötesine giden ortak yönlerini iyi bilen ve bizzat yaşayan biriydi. Sözgelimi, en sevdiği temalardan biri devlet yapılarının akrabalığıyla ilgiliydi: “Yunan devletinin Osmanlı devletinin çocuğu olduğunu” renkli örneklerle savunur, bu gözleminden tutucu çevresinin pek de hoşuna gitmeyecek çarpıcı tahliller üretirdi. Türk ve Yunan toplumlarını kıyaslayan tahlillerinin pekçoğundan “al birini vur ötekine!” dedirten sonuçlar çıkartmak hiç zor değildi. Yunan toplumu ve tarihine dair, solcu ve entelektüel pek çok Yunanlı arkadaşımdan bile duymadığım keskin eleştiri ve içgörüleri Neokli’den dinlediğimi söylemeliyim.

641160cookie-checkNeokli Sarris: Bir ‘Türk düşmanı’nın ardından (II)
Önceki haberÇıralı endüstriyel turizme kurban mı edilecek?
Sonraki haberGülsin Onay, Gaziantep’i sevdi
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.