İNGİLTERE’DEN… Postmodern askerler ve İmgeler savaşı

İran’ın esir aldığı İngiliz askerlerinin, serbest bırakılması göz altında tutulmalarından daha büyük bir gürültü kopardı.

Serbest bırakılmalarının ardından, hikayelerini basına, (Savunma bakanlığı askerlerin konuşmalarına geçici yasak getirdiği zaman bazı askerler zaten satmıştı) İran Başkanı Ahmedi Nejat’ın kendilerine verdiği hediyeleri eBay’de satmaya kalkmaları tepkiyle karşılandı. Bosna’da İngiliz ve Birleşmiş Milletler Güçleri kumandanı Albay Bob Stewart, askeri bir trajediyi medya sirkine çevirmek ve serbest bırakılan askerleri, ‘reality-TV’ yıldızları gibi hareket etmekle suçladı.

Gerçekten 15 askerin 13 günlük esareti günümüz politik kültürü hakkında semptomatik bir görüntü sergiledi. Bu da, toplumun değil, bireyin merkezde olduğu; onur ve bağlılığın değil, bencilliğin ve çıkarın öncellendiği, yaratılan ürünün değil, ünün önemli olduğu bir dünyadır.

Bu bağlamda esir alınma olayına iki boyutta bakılabilir: Bir, askeri perspektiften, askerlerin esir alınması ve İran’da tutuklu kaldıkları süredeki hareketleri, ikincisi de, serbest bırakıldıktan sonra, geri dönüşlerindeki tavırları.

Askerlerin tek bir kurşun sıkmadan yakalanmaları bir yana, tutuklu kaldıkları 13 gün boyunca, İran’ın bir propaganda aracına dönüştürdüğü görüntülerden göründüğü kadarıyla iyi “ağırlanmışlardı”. Bir arada oturuyor, gülüyor, yiyor, içiyor, masa tenisi oynuyor hatta Liverpool-Arsenal maçını izliyorlardı. Diğer yandan, İran karasularına girdikleri ve Irak’ı işgal ettikleri için İran halkında özür diliyor, onların affına sığınıyorlardı. Hepsinin bir ağızdan tekrarladıkları ise, politikadan anlamadıkları, sadece görevlerini yaptıklarıydı. (Paralı asker olmasalardı bu iyi bir mazaret olabilirdi aslında.)

İlk günlerde bu görüntülerin sahnelendiği,  kurgulandığı ve arkasında bir zorlamanın olduğu düşünülmüştü. (ABD ve İngiltere’nin yakalananlara nasıl davrandığını bilindiğinden olsa gerek) Ancak asıl şok, rehinelere tahminlerin tersine, Cenevre Antlaşması’na şimdiye kadar gördüğümüz en yakın uygunlukta davranıldığı öğrenildiğinde yaşandı.

İşkencenin dozuna bakarak kabul edilebilirliğini savunmak, özünde işkenceye evet demektir. Elbette psikolojik işkence de, en az fiziksel işkence kadar kötü ve insanlık dışıdır. Yine de, 15 İngiliz askerinin İran’da rehine olarak tutulması olayına, ABD ve İngiltere’nin, “esir alınan askerlere nasıl davranılır” konusuna son yıllarda yaptıkları teorik ve pratik “katkılar”ı göz ardı ederek yaklaşmak kolay mı?

15 İngiliz askere, bir fiske bile vurulmadığı yaptıkları basın toplantısında kendi ifadeleriyle teyit edildi. Hatta, , yaptıkları basın toplantısında kendilerine savunma bakanlığı tarafından dikte edildiği belli olan konuşmalarında, “işkence” sözünü kullanmakta bile zorlandılar. Bu bağlamda, şunu söylemek gerekir; evet, kadın asker Faye Turney’in zorla başına eşarp giydirildi, kendisine yeni bir elbise dikebilmek için ölçülerini alırken aynı anda yan odada çalışan marangozun, kendisine bir tabut değil, rejim muhaliflerinin dosyalarının bulunduğu dolabın kapısını onarmak için tahta  kestiğini söylemeyi ihmal ederek ya da bilhassa söylemeyerek, 4 gün boyunca banyo yapmasına izin verilmeyerek psikolojik baskı yapıldı. İçlerinde en genç olan Arthur Batchelor, müteaddit defalar insafsızca “Mr Bean” benzetmesine maruz bırakılarak rencide edildi, iPod’u elinden alındı, gözleri bağlandı ve arka planda horozu kalkan silahların sesi dinletildi..

Tüm bunların kabul edilemeyecek psikolojik işkence olduğu gerçeği yanında yine de, askerlere, 11 Eylül dünyasında işkencenin sembolü olan portakal rengi tek tip üniforma giydirilmedi, ayaklarına paranga vurulup, elleriyle aynı halkaya bağlanıp dayanılması imkansız pozisyonda günlerce tutulmadılar, yiyecek ve su vermeyerek, uykusuz bırakılarak dirençleri yıkılmadı, cinsel organlarına elektrik verilmedi, çırılçıplak soyulup köpekler üzerlerine saldırtılmadı, ‘forklift’ten asılmadılar,  2003’de İngiliz askerleri tarafından yakalanıp, daha sonra hiç bir suçu olmadığı ortaya çıkan sivil Baha Mousa gibi dövülerek öldürülmediler, Guantanamo ya da Belmarsh’da, neden suçlandıklarını bile bilmeden, avukatlarını görmeden yıllarca yatırılıp gizli mahkemelerde yargılanmadılar.

Esaret süresinde ve sonrasında bu askerlerin başlıca stratejisi, mağdur rolünü oyanamalarıydı. Sorgu altında, dünyadan haberi olmayan, görevlerini yapan, zavallı genç insanlar, serbest bırakıldıktan sonra da, işkence gördüğü için her şeyi kabul etmek zorunda kalan genç askerler ve anne oluverdiler. Üstelik bu roller, Britanya ordu ve politik eliti tarafından onaylandı ve dikte edildi. Sanki Irak’ı işgal edip yüz binlerce insanı öldüren, ülkeyi yerle bir eden onlar değilmiş gibi, “şer” ülkesi İran’ın saldırısına uğramış masum askerleri oynadılar. Turney ve  Batchelor’a, birinin kadın diğerinin de, en genç ve bebek yüzlü olması nedeniyle özellikle baş rol verildi. Turney’in kucağında kızı ile tam sayfa fotoğrafları son günlerde tabloid gazetelerinin baş haberi oldu.

Bu olayda askeri olarak ortaya çıkan diğer bir nokta da, görevinin ne olduğunu bilmeyen, apolitik, genç, tecrübesiz, görevinin gereklerini bile yapamayacak derecede eğitimsiz, kendi kişisel güvenliği her şeyin üstünde olan asker tipinin, 11 Eylül sonrası dünyasında dört bir yana yayılan ordularına asker yetiştirmek için çırpınan ABD ve İngiltere’nin gerçek askeri gücünün açığa çıkmasıydı.

SANAL SAVAŞLAR VE ‘BİG-BROTHER’ KÜLTÜRÜ

Fransız düşünür Jean Baudrillard 1991 Körfez Savaşı öncesinde, savaşın “olmayacağını”, savaş sırasında savaşın “yapılmadığını” ve savaş sonrasında da, savaşın “olmadığını” ileri süren üç ayrı yazı yazmıştı. Tabii ki, o sırada tanklar ilerliyor, bombalar düşüyor, evler yıkılyor, insanlar parçalanıyor ve sakat kalıyordu. Baudrillarda’a göre savaş, iki tarafın politik ve ekonomik çıkarları için çatışmaya girdiği, bu amaçla karşı tarafı, istemlerini kabul ettirmeye zorlamak amacıyla askerlerini tehlikeye attığı, silah ve şiddet kullandığı bir çatışmaydı. Oysa I. Körfez Savaşı’nda  iki tarafın da belli bir politik ve ekonomik hedefi yoktu ve  daha da önemlisi, savaşın galibi daha baştan belliydi ve iki tarafın askerleri karşılaşmadan savaş bitmişti. Bu nedenle savaş mantığını yitirmiş ve sanal bir karakter alarak, voyeristik toplumun zevkine sunulmuş bir gösteriye dönüşmüştü.

15 İngiliz askerinin esir alınması da bu anlamda bir medya gösterisinden başka bir şey değildi. Hangi ülkenin sınırlarında olduğu (Her iki tarafın iddialarına rağmen aslında esir alınma olayının geçtiği sularda Irak’ın belirlenmiş resmi bir sınırı olmadığı biliniyor) ve tam olarak hangi görevle bu sularda dolaştıkları bile belli olmayan İngiliz askerleri esir alındı. Esir tutuldukları 13 gün boyunca, ‘Big-Brother’ görüntülerine benzer video kliplerini seyrettik. Bunlarda, İngiliz askerleri savaş esirinden çok, ‘Big-Brother’ ya da ‘Survivor’ dizilerine katılanları andırıyordu. Serbest bırakılıp ülkelerine geri döndüklerinde de, her B-B episodundan sonra yapıldığı gibi, basın toplantılarıyla, kliplerde seyretmediğimiz olayların perde arkasını para karşılığı basına sattılar.

Bir kurşunun bile sıkılmadığı esir alınma olayı ve sonrasında, her iki taraf da yarattıkları TV imgeleriyle bedenlere değil akıllara, bilinçlere saldırıyordu. İngiltere, esirlerin İran televizyonunda gösterilmesini kınarken, hatta bunu bir avaş suçu ilan ederken 15 asker geri döner dönmez, daha uçağın içindeyken aynı gösterilerin İngiliz versiyonu başladı. (İranlıların verdikleri elbiseleri çıkarıp, asker üniformalarını giymelerini seyrettik) Sonunda, İran TV’sine karşı İngiliz medyası savaşına dönüştü. Geçen akşam Faye Turney’in ITV’de verdiği mülakatta esirlerin başına gelenler ve olayın arkasındaki askeri ve politik nedenler açıklanacağına, tüm olay bir etik sorununa indirgendi. Dokü-drama üslubunda çekilen filmde Turney, ağlamaklı sesi ve giyimiyle, her şeyden önce bir asker olduğunu tamamen unutmuş görünüyordu. O artık, küçük bir çocuk annesi, bir kadın, İranlı askerlerin gözünde ise bir seks objesiydi. İran TV’sinde zorla giydirilen başörtüsü yerine, ITV’de omuzlarına dökülen uzun sarı saçlarıyla Turney, Batı’da kadının özgürlüğünü de gözler önüne serdi. Görüşmede, özünde uluslararası diplomatik ve askeri bir kriz olan rehin alma olayı sonunda bir annenin dramına dönüştürüldü. İran TV’sinde askerlerin, İran karasularını ihlal ettikleri yeri, duvara asılı bir harita üzerinde elle yazılmış noktalarla işaret ederken, İngiliz TV’sinde uydular aracılığıyla alınmış videolarda aslında Irak sularında olduklarını gösterdiler. Bu teknoloji gösterisiyle sadece, itiraf etmeye zorlandıklarını değil, İran’ın ne kadar ilkel, İngiltere’nin de ne kadar medeni olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.

İran’da esaret altında istekleri dışında çekilen  filmlerde bile İngiliz askerlerinin her fırsatta kameranın içine baktıkları hatta bir kaçının kameraya el salladıklarını, gülümsediklerini, belki de yakınlarına selam gönderdiklerini gördük. ‘Big-Brother’ kültüründe teşhircilik ve voyerizm elele gider. Bireyin teşhire, toplumun da seyretmeye ihtiyacı vardır. Bir anlamda, gerçeği algılama yöntemidir bu. İşte, ‘gösteri toplumu’nda her konunun bir meta-tüketim maddesine indirgenerek, aynı anda da estetik bir teşhire yükseltilmesi böyle başlar. Askerlerin, çektikleri acıları kitlelere göstermedikleri sürece, esaret sırasında kendi yaşadıklarını anlaması bile zordur, zaten bir önemi de yoktur, kameraların arkasında yaşanmış bir hayatın.

 

 

 


 

1632100cookie-checkİNGİLTERE’DEN… Postmodern askerler ve İmgeler savaşı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.