İNGİLTERE’DEN… Sessizlik ve kitleler

Geçtiğimiz hafta sonunda İngiltere’de  yapılan futbol karşılaşmaları, İskoçya birinci liginde yer alan Motherwell takımında oynayan bir futbolcunun  saha ortasında kalp krizinden ölmesi üzerine  bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Ancak, ölenin arkasından geleneksel olarak yapıldığı gibi bir dakikalık sessizlik yerine bir dakikalık alkışla saygı ifade edildi.

Bir saygı ifadesi olarak sessizliğin yerini alkışa bırakması son yıllara özgü. Özellikle de futbol alanlarına. Ölen futbolcuların anısına bir dakikalık alkış neredeyse yerleşti İngiltere’de.  Geçtiğimiz yıl, eğer yanlış hatırlamıyorsam Birmingham’da öldürülen 11 yaşında bir çocuk da, Everton futbol takımı taraftarı olduğu için sahada aynı şekilde anılmıştı.

Ölenin ardından yası sembolize eden sessizlik yerine, sona eren yaşamı alkışlarla uğurlamak daha pozitif bir davranış gibi geliyor. İngiltere’de bu davranış biçimi giderek daha fazla kabul görüyor ve bir norm halini alıyor. Hatta diğer Batı ülkelerinde de yaygınlaşmaya başladığını izliyorum. Belki de başka yerlerde daha önce başladı da ben bilmiyorum. Örneğin, Pavarotti’nin cenaze korteji de alkışlarla izlenmişti, doğduğu küçük İtalyan kasabasında.

Futbol alanları dışında, İngiltere’de sanırım ilk defa 1997’de Prenses Diana’nın cenazesinde yaşamıştık. Bugünlerde bir dakikalık alkış, futbol maçları öncesi dağıtılan programlara resmi olarak ilave edilirken, ‘alkışlı yas’ Diana’nın cenazesinde spontane bir çıkışla gerçekleşmişti. Diana’nın erkek kardeşi Spencer’in, kraliyet ailesi ve gazetecileri eleştiren konuşması bitmesiyle birlikte, dışarıda hoparlörler aracılığıyla konuşmayı dinleyen halk aniden alkışlamaya başlamış, cenazenin bulunduğu Westminister Kilisesi içindeki resmi davetliler de ‘Meksika dalgası’ gibi gelen alkışlara katılmak zorunda kalmıştı.

Tabutun alkışlarla uğurlanması adeti sol kültür içinde çok daha eski bir tarihe sahip. Ancak günümüzde Batıda yaygın olarak ortaya çıkan bu davranışın, eski sol gelenekten biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Sol kültür, yaşamını topluma adamış, ona gerçekten emeği geçmiş kişileri böyle karşılıyordu. 11 yaşında bir çocuğun öldürülmesi trajiktir elbette. Özellikle de alesi için. Ama şüphesiz bunun toplumsal yankıları bir futbol maçı öncesindeki alkışlardan çok farklı olmalıdır. Bu bağlamda, en azından bugün insanların, “yaa bu solcular bir zamanlar ne kadar iyi yapıyordu. Zaten şimdi sesleri solukları işitilmiyor. Bari biz bu geleneği sürdürelim.” dediklerini sanmıyorum. Alkışın, sessizliğin yerini almasının toplumun dokusunda bir değişikliğe işaret ettiğine inanıyorum. Geleneklerin özünde muhafazakar bir doğası olması nedeniyle, böyle bir değişikliğin bazı toplumsal izdüşümleri olması gerektiğini düşünüyorum.

O takdirde alkışa yöneliş, sessizlikle ilgili bir soruna mı işaret etmektedir?

Sessizlik anlarının neredeyse olmadığı gürültülü bir dünyada yaşıyoruz. Sessizlik kültürümüzden yavaş yavaş çıkıyor. Her ne kadar sık sık gürültüden şikayet etsekte sessizliğin ürkütücü durgunluğu bizi daha çok rahatsız ediyor. Sürekli aksiyon, müzik ya da diyalog olmayan filmleri sıkıcı, fazla konuşmayan insanları düzeysiz ve anti-sosyal buluyoruz. ‘Terminatör’ü klasik yapan, tüm film boyunca sadece 74 sözcük etmesi değil, polis karakolunda onlarca kişiyi öldürmesiydi. Hareketleriyle konuşuyordu Terminatör. Söylemek istediği de tek bir sözcüktü; ölüm.

Doğu kültürlerinde sessizlik pozitif bir anlam yüklüyken, Batıda şüpheyle karşılanır. Farklı kültürlerde sükūtun anlamı da değişir. Tasvip, teyit de eder, itiraz da. Bir kopuş da olabilir, katılım da. Kızgınlık, düşmanlık belirtisi olabiliceği gibi, ilgisizliğin bir ifadesi olarak da görülebilir. Ama yine de, sessizliğin bu kadar ender olduğu bir dünyada, bir anlık sessizliğin değerinin artması gerekirken, aksine düşmesi nedendir?

Sessizliğin gücü, hemen arkasından gelecek olanın bilinemezliğinden gelir birazda. Bilinemezliğin yarattığı bir tehdittir. Nedeni belirsiz sessizlikler ürperti verir. Sohbet halindeki bir grup içinde bir anlık sessizlik “şeytan geçti” deyimiyle açıklanır. Herkesin aynı anda susmasının ardında iyi bir şey olamayacağı düşünülür. Doğada da rastladım (yaşamım boyunca sadece bir kaç kez) böyle sessizlik anlarına. Hemen arkasından kuşlar, böcekler sanki iki decibel daha yüksek bir tonda ötmeye başlar, telafi edercesine geçen o anlık sessizliği. Onlar da belki içgüdüsel olarak sevmez mutlak sessizliği. Ölümü hatırlatır.

Sıcak, rüzgarsız, yaprak bile kıpırdamayan günler, hiç bir bilimsel temeli olmamasına rağmen, deprem habercisi olarak görülür. Doğa sanki terketmiştir insanları. Ya da sessizliğiyle yaklaşan bir şeylerin haberini vermek ister sanki.

Sürekli sessizlik hali ise, insanları ruhsal olarak çökertir. Bu nedenle işkence yöntemlerinden biridir. Bir süre sonra insan, sesler duymaya başlar. Akli dengesini yitirir.

Sessizliğin bize yardım ettiği anlarda çoktur.

Örneğin, sessizlik bir ölçü aletidir. Dibini göremediğiniz bir kuyuya bir taş atarak suyun yüzeyden kaç metre aşağıda olduğunu tahmin edebiliriz. Taşın elden çıkmasıyla, suya girmesi arasındaki sessizliğin süresi derinliğe eşittir.

Sessizlik geçirgendir. Alkış iletmez. Sessizlik anlama gebedir. Gürültü ise, mesajı engeller, çarpıtır, değiştirir. Sessizlik saydamdır. Alkış, kesif.

Sessizlik bir direniştir. Topyekün sessizlik, alkıştan daha güçlüdür. Sessizliği özel yapan da nadir olmasıdır. Diğer yandan, sessizlik anında bir kişinin bile en ufak bir ses çıkarması sükūtu bozar. Ama bir grup içinde alkışlamayanların etkisi sınırlıdır. Mutlak sessizlik ancak uzayda mümkün olur. Doğada sessizlik ise, uyum yaratan öğelerden biridir.

Müzik, doğası gereği sessizliğe bağlıdır. Notalar arasındaki sessizlik melodinin ritmini, uyumunu ortaya çıkarır. Aynı müzik parçasının farklı yorumlarından bahsettiğimiz zaman aslında, notaları farklı çalmaktan çok, aralarındaki bu sessizliklerle oynamaktan söz ederiz. John Cage’in 1952’de ilk defa “seslendirdiği” dört buçuk (4’33”) dakikalık sessizlik parçası, hiç bir notanın çalınmadığı, sadece çevre gürültülerinin duyulabildiği bir performanstı. Bu parçanın daha çok tiyatral bir performans olduğu iddia edilebilir. Yine de Cage’in, insanların müziği dinlemesini değil, beyinlerinde görselleştirmesini istediğini düşünebiliriz. Eğer öyleyse onun amacı, notasız bir müzik parçası yaratmak değil, notalar arasındaki boşlukları genişleterek sessizliğin önemine vurgu yapmaktı.

Sessizlik hukukta da önemlidir. Adalet sisteminin önemli maddelerinden biri, ‘sessizlik hakkı’dır. Bu hak, göz altına alınan bir kişinin, avukatı olmadan ifade vermeme hakkı ve bu sessizliğin, jüri ya da hakim önünde bir suçluluk belirtisi olarak yorumlanmama hakkıdır. İngiltere Batı demokrasileri arasında, insan haklarının temel maddelerinden biri olan bu hakkın olmadığı tek ülkedir. İngiltere’de bu hak ilk defa 1912’de yasallaşmıştı. Ancak, 1994 yılında bu yasa değiştirilip, sanığın sessiz kalmayı seçmesi halinde bunun  aleyhinde kullanılabileceği ibaresi getirilmişti. Yani sanık artık konuşmaya zorlanmaktadır.  Bu sadece anti-demokratik bir uygulama değil, sessizliğe hukuksal bir saldırıdır aynı zamanda.

Sessizliğin kültürel alandaki farklı yorumları toplumsal temelde daha da karmaşıktır. Fransız düşünür Jean Baudrillard, “sessiz yığınlar”dan bahseder. (*) Baudrillard, günümüz Batı toplumunda toplumsalın sona erdiğini, toplumların iktidarla ilişkisi açısından istatistik verilerden başka bir şey olmayan kitlelere dönüştüğünü ileri sürer. Ancak onun tasvir ettiği sessizlik, patlama öncesi, anlam yüklü bir sessizlik değildir. Düşünmemekten gelen, karışmak istememenin sonucu, kendi işine bakma derdinin yarattığı bir sessizliktir bu. Bu nedenle, ancak müdahale yapan bireylerden oluşan gruplara ‘toplum’ denebileceği noktasından toplumsalın bittiğini ilan eder.

“Sondajlar” aracılığıyla düşünceleri alınan (seçimler de buna dahildir) ne düşündükleri konusunda testler yapılan (kitle iletişim araçlarıyla) isimsiz kitlelerden bahsetmektedir Baudrillard. Toplumsallaşmanın klasik kurumlarının (yasama, yürütme, temsil edici organlar vb.) gerektiği gibi çalışmamasının yanısıra, mesajlar ve testlerin bombardımanına uğrayan kitleler dışavurumunu yitirmiştir onun tasvir ettiği dünyada. Ve bu temelde gerçek bir temsili de yoktur. Yani onun deyimiyle toplum bir “simülasyon” düzenindedir. “İsterseniz havası alınmış bireysel taneciklerin, toplumsal artıkların ve kitle iletişim araçlarına ait içtepilerin bir araya getirilmişine ‘kitle’ diyebilirsiniz.” der.

Kitlelerin birleştirici öznesi ritüeller, geçici birlikteliklerdir. Özellikle futbol taraftarlarının karakteri böyledir. Her meslekten, sosyal grup ya da sınıftan, renkten insanlar bir maç için bir araya gelir. Tek gündemli bir oluşumdur. Maç bitimiyle dağılan bu kitle arkasında ancak istatistik artıklar bırakır. Bu anlamda, hiçbir gerçek nüfus kesimiyle bir ilişkisi yoktur. Bir yüklemi, niteliği yoktur. Herhangi bir anlam iletmez ve zaten anlam yerine gösteri ister. Bu nedenle alkışı tercih eder. Çünkü sessizlik, anlam yaratır. Anlam topluma yönlendirir. Toplum değişimlere gebedir.

Toplum niteliklerini içeren bir grupla, kitle arasındaki en belirgin farklardan biri de işlevselliktir. Şöyle tanımlıyor Baudrillard kitlelerin bu karakterini: “Düşünce yoluyla gündeme getirildiklerinde kitleler edilginlikle, vahşi doğallık arasında bir yerdedir.” Yani anlamsız ve gerçek hedefleri olmayan kısa patlamalardan hemen sonra sönüp giderler. “Özgürleştirilebilecek gücül bir enerjileri ve yerine getirmek istedikleri bir arzuları yoktur. Onların gücü günceldir. O güç şu anda, burada ve bütünlüğü içinde yanı başımızdadır. Bu güç ise onların sessizliklerinde yatmaktadır.”

Bu bağlamda ‘alkışlı yas’ olaylarına bakarsak, gürültünün egemen olduğu dünyamızda sormamız gereken soru şudur; toplum siyasi anlamda sessizliğe gömülürken, kitlelerin gürültüsünün artmasını nasıl yorumlamalıyız? Toplum sessizliğiyle kendini temsil edenlerden bir intikam mı almaktadır, yoksa bu suskunluk, gerçekten tam bir yabancılaşma sendromu, top yekün bir çürüme midir? Özgün bir tepkisizlik mi, yoksa Godot’yu beklercesine bir sessizlik midir?


(*) Sessiz Yığınların Gölgesinde – Toplumsalın Sonu
“In the Shadow of the Silent Majorities, or the End of the Social”, Jean Baudrillard

1632370cookie-checkİNGİLTERE’DEN… Sessizlik ve kitleler

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.