Üniversitelere girmek mi, çıkmak mı zor?

Bir yandan yenilere altyapı ve ümit sağlayamıyor üniversiteler, diğer yandan gidenlerin beklentilerini karşılamıyor diplomalar. İlköğretimden başlayan ve sınava yönelik ezbere dayalı anlayışla gelecek kuşakların yetiştirilmesi olası gözükmüyor.


Mezunların kültürel alt yapısının tam olarak oluşmaması, kendini ifade edememesi, yabancı dil bilmemesi, yaratıcılık ve araştırıcılık ruhunun olmaması kimileri için “başarı” göstergesi sayılsa da, akademik yaşamla örtüşmüyor. Bir yandan yaratıcı elemanlar aranırken, diğer yandan torna tesviyeden çıkmış on binlerce diplomalı işsiz dikkatlerden kaçmıyor.


Sorun Örenciden Değil, Sistemden Kaynaklanıyor.


Bunun nedeni de iyi organize olamamamızdan ve bütünsel bakamamamızdan kaynaklanıyor. Her ne kadar Prof. Dr. Bahattin Baysal (CBT Sayı 1005) benim bu konudaki eleştirilerimi “kaos” olarak tanımlıyorsa da ben yine de iğneyi kendimize batırmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ülkenin ilk orta ve yüksek eğitim sisteminin çalışmadığını ve arzulanan öğrenme ortamının oluşturulamadığını, öğrencilerimizin istenilen nitelikte donanımlı olarak mezun olmadıklarını herhalde  tekrarlamaya gerek yok. Üniversiteler bugün evrensel anlamda bilim, sanat ve felsefe ortamları oluşturamıyor; en temel sorma becerisini veremiyor, bir problem veya argüman geliştirme becerisi sağlayamıyor. Gençliğin ve düşüncenin “tehlike” olarak algılandığı bir yapı da, önümüzdeki kısa süreçte de, bu yönde olumlu bir ışık gözükmüyor.


Üniversite Ortamı Sağlayamadık


Bugün üniversiteler öğrencilerin farklı felsefi tartışma ortamlarında kendilerini buldukları, dünya görüşlerini geliştirdikleri, hayata bakış açıları kazandıracak yol haritaları çizebildikleri ortamlardan çok uzakta. Üniversite öğrencileri ve öğretim elemanları üzerine yapılan surveyler;  etnosentrik değerlerin kutsanması dışında “okur yazarlığın” sınırlı kaldığı bir gruba işaret ediyor. Bu yönü ile Sayın Cahit Arf hocanın belirttiği gibi üniversiteler yüksek ortaokul düzeyinde eğitim veriyorlar.


Burada öğrencilerin hiçbir kabahatinin olmadığını, tersine gerçek üniversite ortamı yaratamayan mevcut yapılanmanın sorumlu olduğunu düşünüyorum. Bugün üniversitelerimiz bilim tarihi, bilim felsefesi, uygarlık tarihi, insan kaynakları, ekonomi ve girişimcilik, epistemoloji ve metodoloji becerileri kazandırmaktan uzak öğretmen merkezli derslerden oluşuyor. Derslerde uygulama yok, tartışma yok, dönem ödevi yok, proje yok, olanlar da zar zor yapılabiliyor. Araziye çıkacak araç bile temin edilemiyor. Açıkçası üniversitelerde dersler varolan bilgilerin nakline dayanıyor. Nakli bilimler anlayışı en yaygın durum. Kaldı ki nakli bilgileri de ne kadar öğrendiğimiz ve öğrettiğimiz meçhul.


Biz eğitimciler olarak, bölüm başkanları, dekanlar, rektörler olarak bu sorunları ne kadar sahiplendik, ne kadar ilgili girişimlerde bulunduk?  Eğer istenilen bir eğitim ve bilim yapma ortamı olsaydı bugün hiçbirimizin konuşmasına gereksinim olmazdı. Asıl sorun varolan bunca soruna sesimizi çıkarmamak, her koşulda YÖK’ü savunmak, yöneticilerimiz hangisi koltuğa oturuyorsa o iyi yapıyor demek midir?Yoksa aksayan yönleri medeni bir şekilde anlatmak mıdır? Sanırım üniversitenin kendisi bir eleştiri ortamı olduğu için hem kritik edeceğiz, hem de çözüm üretmeye çalışacağız.


Başta Milli Eğitim, YÖK ve  üniversite üst yönetimleri olmak üzere “hocalar” beşikten mezara kadar süren öğrenme sürekliliğini esas alarak sorunları belirlemek ve olası çözüm önerilerini oluşturmak durumundayız.  Anadolu ve Fen Liselerine diğerlerinden ayırarak taşıdığımız küçük bir orta sınıf azınlığın değil, tüm gençliğin geleceğine sahip çıkmalıyız.


ÖSS Yerine, Felsefi Olgunluk Gibi Göstergelere İhtiyaç Var.


Gelişmiş batı üniversiteleri üniversiteye giriş için belirli standartlar geliştirmiş. Bazı ölçütlere ihtiyaç var,ancak bugünkü sınav sistemi tek sınava dayandığı için yetersiz kalıyor. Lise eğitiminin başarısı, ağırlıklı ortalaması, liselerin niteliğinin etkisi ve sınav sonuçlarının bütünleştirilmesi gerekiyor.


Ayrıca Fransa ve Almanya’daki gibi bir lise bitirme sınavına gereksinim bulunuyor. Batı toplumları çok iyi bir lise eğitimi ile gençlerini lise sıralarında üniversiteye hazırlıyor. Özellikle de Fransa’daki Bakalorya sınavı türünde bir genel sınava gereksinim bulunuyor.  Server Tanilli 16 Haziran 2006 tarihli köşesinde “Fransa’da Felsefe Bakaloryasından… ” başlıklı yazısında 12 Haziran 2006 tarihinde Fransa’da liseyi bitirenlerin, bir üst okula ya da üniversitelere gidebilmek için “bakalorya” adı verilen bir sınavdan geçtiklerini hatırlatıyor. Fransa’da artık gelenek haline gelen ve Fransızların olgunluğun ölçüsü olarak kabul edilen felsefe sınavı en çok ilgi çekenidir. Fransız eğitimi, felsefeyi önemsiyor ve gençlerini erken dönemde kendilerini hayata hazırlamaya, düşünme ve düşündürtmeye yani olgunlaşmaya ağırlık veriyor. Felsefi bakış açısı kazandırmak; kültürel birikim, tartışabilme ve yaratabilme sanatı olarak görülüyor. Tanilli, felsefe için hayata akıl penceresinden bakabilmek değil mi? diyerek felsefenin anlamlı bir tanımını yapıyor.


Tanilli’nin belirttiğine göre Galatasaray Sultaniyesi’nde 1869 da başlayan ve 1954 yılına kadar devam eden olgunluk sınavı bu tarihten sonra kaldırıldı. Hatırlanacağı gibi bu dönemler eğitimde kırılma noktalarının olduğu dönemlerdir. Köy Enstitülerinin kapatılması da bu döneme denk düşmektedir. Bu dönemin getirisi ve götürüsünün eğitimciler tarafından yeniden incelenmesinde yarar bulunuyor.


Geçen hafta yapılan ÖSS sınavında sorulan sorulara bakarken acaba her şeyi ile sınava kilitlenen Türkiye halkı ne öğrendi? Çevremdeki bir çok insana mini bir anket ile sınavda çıkan sorularda ilgini çeken seni düşündürten ne vardı(?) diye sordum. Cevap yok.


Aklımda geçen, tam da toplumun tamamı bu tür sınavlara kilitlenmişken, acaba bir zamanlar yapılan olgunluk sınavlarını  yürürlüğe koysak, bu yolla toplumumuzu toptan düşünmeye sevk ettirsek, daha iyi olmaz mı?


Sayın Tanilli’nin aktardığı soruları bir haftadır düşünüyorum; acaba ben Fransa’da bir öğrenci olsaydım ve bu sorular bana sorulsaydı neler söylerdim?  Konu önemli olduğu için sizin ile paylaşmayı uygun gördüm.


Sorular:


-Görevlerimizi, yalnız ötekilere karşı mı yükleniyoruz?
-Zanla yarışmanın bir anlamı var mı?
-Mululuğu gerçeğe yeğlemek gerekir mi?
-Bir kültür, evrensel değerler taşıyabilir mi?
-Bir kültürün değerini nesnel olarak ortaya koyup yargılamak mümkün müdür?
-Deneyim, ne olursa olsun, ortaya bir şey koyabilir mi?


Ayrıca  İngiliz filozof John Locke’un “mülkiyet”, yine İngiliz filozof John Satuart Mill’in “toplumun temeli olan güven” ve Fransız filozof Alain’in “sosyal örgütleniş” metinlerini yorumlamaları isteniyor.


Değişik konularda okumayı seven, felsefeden hoşlanan ve beni zenginleştirdiğini düşündüğüm ve felsefi düşünen kişiler ile sohbetlere katılmayı benimseyen biri olarak ben bile bunları yanıtlayabilmek için epey bir “nitelikli zamana” (olgunlaşmaya) gereksinim duyardım.


Pekâlâ, Fransızlar öğrencilerine ne öğretiyorlar veya bizler 1954 yılına kadar öğrencilerimize ne kazandırıyorduk? Yaşı ilerlemiş insanlarla karşılaşınca onlardan birikimlerini öğrenmek için ve onlara geçmişteki eğitim kalitesi ve o dönemdeki yöntemi öğrenmeye çalışırım. Genelde söylenen, geçmişte lise mezunlarının birçok konuda yaşamı kavrayabildikleri yönünde. O dönemin en önemli özelliği arasında felsefe dersleri yanında sanat, komposizyon ve tartışmacı eğitim sisteminin, bütün eksikliklerine rağmen günümüzden daha iyi durumda olduğu oluyor.


Okuma Hatası ve Anlama Güçlüğünü Bile Aşamıyoruz.


ÖSS sınav öncesi öğrencilere yapılan uyarılar arasında  “okuma hatası ve anlama eksikliğinden” söz ediliyor. Dikkatli olun demek güzel ancak yetersiz. Ortaokulda, lisede sınav kaygısı nedeniyle kitap okuma alışkanlığı kazandırılamamış, el becerisi olmayan, felsefe ve kompozisyon becerileri geliştirilememiş bir gençliğe dikkatli olun dendiğinde, artık zurnanın son deliğine gelinmiş oluyor. Son yıllarda beden eğitimi, müzik, resim gibi dersler boş geçmekte, felsefe derslerine alan dışı dersi öğretmenleri sokulmakta; varsa yoksa sınav ağırlıklı test’e verilmeye başlandı.


Bunların öğrencilerimizin yaşamla bağlarının kopmasına neden olduğunun farkında mıyız? Kişinin yaşamı anlaması, ona anlam katması ve bunun yarattığı mutluluk nice sınavı kazanmaktan daha önemli değil mi? Sınavı kazanmak önemli ancak hepsinden önemlisi kazandığı şeyin ne olduğu, bunun kendisine ve toplumuna katkısı ve insanlık için ne yapacağı bilincinin olmasıdır. Çok sayıda sınav kazanmış kişi tanırız ancak halen yaşamı kavrayamadığı için ne kendisi mutlu ne de ailesi ve çevresine bir katkı ve mutluluk katabiliyor.


Uygarlık artık bir ülkenin yetişmiş insan gücü ile tanımlanıyor. Ülkemizin yetişmiş insan gücü ile Avrupa’nın en yoksul ülkesi olması arasındaki ilişki açıkça görülebilecektir.


Özet olarak, üniversiteye girmek için birbirleri ile yarışan gençlerin geldikleri ortamda iyi yetişememeleri, üniversitelerin aranılan ortamına sahip olmamaları bugün yüz binlerce diplomalı işsizle sonlanan on yıllarımıza mal oluyor.  AB, ABD veya birileri gelip sorumalarımızı çözecek, bizi aş iş sahibi yapmayacağına göre her birimiz sorumluluk almamız gerekiyor. Ciddi reformlara, bunun için de her şeyden önce ciddiyete ihtiyacımız var…


*Prof. Dr. Çukurova Üniversitesi
[email protected]

690760cookie-checkÜniversitelere girmek mi, çıkmak mı zor?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.