Nur Onur’la “Her Pazar”

-Sevgili Nur Onur, o kadar çok programa imza attın ki, seni tanıtmakta zorlanacağım sanırım. Gazeteci kökenli olduğun için, ele aldığın bütün konuları en profesyonel şekilde yapma alışkanlığın olduğunu tahmin ediyorum ama, tarihten sinemaya, modadan çocuk sağlığına, tatil rehberinden ekonomi dünyasına kadar pek çok alanda televizyon programı yapman büyük başarı… Tabii aynı zamanda cesaret de… Nasıl başladın?

-Aslında benim serüvenim TRT İstanbul Televizyonuna stajyer olarak girmeyle başladı diyebilirim. Kamera arkasındaki her şeye hâkim olmak; ışık yapmak, çekim, kurgu, metin yazmak vs… her şey bana oyun gibi geldi ve çok severek hayranlıkla öğrendim her şeyi… 5 yıl boyunca TRT İstanbul Televizyonunda yönetmen ve yapım yardımcılığı yaptım. Ardından yönetmen titrini almayı başardım. “Cumhuriyete Kanat Gerenler” belgeselinin son 100 bölüm yönetmenliğini üstlendim. Bu program Mengü Ertel’in sunduğu Ülkü Karaosmanoğlu’nun editörlüğünü yaptığı hayatımın en önemli programlarından biriydi, hatta ilkiydi diyebilirim. Ardından “Özel Günler”, “Dilimiz Edebiyatımız”, “Suçlu Kim?” gibi pek çok yapımda görev aldım.

-Ben Nur Onur’u en güzel ifade eden iş hangisidir, onu merak ediyorum?

– Televizyon da çalıştığım dönem içinde arada epeyce format ürettim ama, “Ve Moda” benim için çok önemli bir proje oldu diyebilirim. Çünkü ilk defa modanın arkasındaki aktörleri kamera önüne taşıdım. Moda dergileri, editörleri, fotoğrafçıları, kulisler, mankenler, kitaplar araştırmalar epey yoğun çalıştım bu konuda. Sosyoloji ve psikolojiyi de harmanlayarak disiplinler arası bir yolculuğa çıktım. Tam 6 yıl boyunca hazırlayıp sundum metinlerimi yazıp, yönettim. Jenerik yapımından müziğine her karesinde yaratımın yaramaz çocuğu olmak ve yeni bir şeyler denemek beni olağanüstü mutlu ediyordu. Ardından bu birikimlerimi Üstadım Attila İlhan’ın önerisiyle bir kitap çalışmasına dönüştürdüm.

Modaya sadece giyim kuşam bağlamında yaşlaşan bir zihniyete karşı; yaşamla ölüm arasındaki giyinik dönemde; statü sembolü, din, inançlar zemininden konuya bakıp dönemleri irdeleyen Roma, Bizans, Osmanlı derken Cumhuriyet dönemi sonrası terzilerden tasarımcılara kadar uzanan çalışmamı 3 yıl içinde toparlayınca 507 sayfalık bir çalışma oldu.

-Evet evet, çok kapsamlı bir kitap olmuş “Moda Bulaşıcıdır”. Gerçi sen önsözünde bu kitabının bilimsel bir kitap olmadığını söylemişsin ama şöyle bir göz attığımda epey derinlemesine incelenmiş bir konu olduğunu görüyorum. Önce giyinmenin serüvenini anlatmışsın. Taa Mezopotamya’dan başlayarak hem de… Yunan, Roma, Bizans, Ortaçağ ve Yakınçağ’a kadar giyinmenin serüvenini anlattıktan sonra asıl meseleye geçmişsin. Yani modaya… Moda kavramı sanayi toplumuna geçişle birlikte hayatımıza girdi. Kitabının adında da söylediğin gibi moda bulaşıcı mıdır gerçekten?

-Evet, moda bulaşıcıdır… Çünkü toplumları, sınıfları, kitleleri her ne kadar ben uymam yapmam dense de etkisi altına alan müthiş bir dalgadır… Hani Alvin Toffler’ın Üçüncü Dalga’sı gibi. Çünkü moda döneme damgasını vuran her şeyi kapsar. Sadece giyim – kuşam değil. Yemek, müzik, mimari hatta davranış biçimleri bile aklınıza ne gelirse…

-Kitapta anlatmak istediğin tam olarak neydi?

-Aslında anlatmak istediğim “Kültür insanın doğurduğu şeydir.” Düşüncesinden hareketle geçmişte ayırım olan giyim kuşam sanayi devrimi ile birlikte tek tipleşmeye aynılaşmaya doğru yol aldı. Dolayısıyla, Sanayi toplumuna geçişle daha tüketime yönelik, daha içi boş bir kavrama dönüştürüldü. Kapitalizmin beslenme kaynaklarının belki de ilk sıralarında kadın ve kadın üzerinden yapıla iletiye, mass media yaya dönüştü adeta…

-Dünyada ve bizde modanın geldiği son nokta nedir?

-Son nokta diye bir şeyin varlığına inanmıyorum doğrusu. Hep üç noktalar, noktalı virgüller iki nokta üst üsteler var desek yeridir. Çünkü aslında bir tekrarın versiyonudur moda… Üretimdeki, eldeki mevcut renklere göre o yıl sendikanın belirledikleri, onların defilelerle yayılımı, ardından olmayan bir dünyanın sunumu ve çarkın müthiş işleyişi kadın üzerinden giyim kuşam, kozmetik, aksesuar vs. düşünsenize markalar ve dünyalar, o dünyanın garip kahramanları, neyse fazla deşmeyeyim. Kapitalizmin en önemli aktörlerinin beslenmesi. Olmazsa olmazların dayatılması bir nevi.

-Moda konusunda medyanın en uzman kişisi olduğunu söyleyebiliriz aslında.

-Ben yıllarca bu alanda uzmanlaşmak için elimden geleni yaptım. Paris Moda Haftaları, Milano vs. gezip çekimleri yaparken tek Türk kamerası ve editör ben görünüyordum. Programlarımda Valentino, Yves Saint Lauren, Ungaro, defileleri dışarıdakiler ve içeridekileri İTKİB, CPD Düsseldolf fuarları genç moda tasarımcıları, Bahar Korçan, Özlem Süer, Ümit Ünal, Hatice Gökçe, Arzu Kaprol hepsinin başarı öykülerinin en yakın tanığıyım diyebilirim. Bu da beni çok mutlu ediyor onların azimle mücadelesi kendilerini ifade dönemleri ve harika işleri hep aklımda… ama yolculuk sürüyor hem de herkes için… Modanın geldiği nokta daha bireysel, daha sokak tarzı, daha butik işler, bir anlamda ben yaptım oldu yüzyılındayız. “Nasıl rahatsak öyle olsun” yaklaşımı ama bu da yetmiyor. Avrupa’da Haute couture atölyeleri kapanmaya yüz tutmuş durumda. Çünkü hazır giyim ulaşılabilir rakamların ötesinde, çok ucuza herkese ürün düşüncesini yaymakta. Ama bu modadın sonu mudur? Kadın var oldukça moda kavramı da zaman zaman kan kaybetse bile kendine bir yaşam sahası bulacaktır diye düşünüyorum.

-Ben başkalarının tasarladıklarıyla insanların kendini ifade etmesini garip buluyorum, birçok kişi de benim gibi düşünüyor ama, gene de kendimizi modadan soyutlayamıyoruz.

-Ben bunca yıldır sadece kendime yakışanı giydim. Kendime yakışanı biliyorum, o tarzın dışında giyinmiyorum. Moda camiası en yakın dostlarımdan oluşuyor. Gardırobumda o özel parçalardan olması beni çok mutlu ediyor. Ama zaman, mekân, olay üçgenini göz önünde bulundurup kendini iyi hissettiren, içinde özgür davranıp orasını burasını çekiştirmeden, acaba iyi görünüyor muyum? sorusunu sormadığınız giyim şekli aslında tarzınızın özetidir bence. O nedenle hiçbir zaman moda diye gardırobuma bir tişört bile almamışımdır.
Her devrin rüzgârına kapılan bir yapım yok, belki de o sebepten tutuculuğum biraz. Yaptığım hiçbir işte de her devrin adamı olmadım…

-Tutucu musun bilmem ama işkolik olduğunu düşünüyorum. Birden çok projeyi hayata geçirmenden böyle bir kanıya kapıldım.

-İşkolik değil de çalışkanım diyelim. Ben tek iş yapanlardan ziyade aynı anda birkaç projeyi hayata geçirmeyi seven, gereksiz çalışkanlardandım. Örneğin, tüm konuştuklarımızın dışında “Yansımalar” adlı belgesel seriyi yönettim. Edebiyat, sinema, tiyatro dünyasının en ünlülerinin hayatını konu alan bu çalışmam sırasında çok değerli isimlerle çalıştım. Hülya Koçyiğit’ten Fikret Hakan’a, Özdemir Erdoğan’dan Gülriz Sururi’ye, Süha Arın’dan Halit Akçatepe’ye ve Halit Refiğ’e kadar inanılmaz isimlerle, inanılmaz keyifli çalışmalar yaptım. Ben Televizyon camiasının en zengin kadınıyım. İnsanları biriktirdim hayatımda hem de gerçekten muhteşem insanları…

-Ben seni Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı Senaryo kitabının yeniden yayınlanma projesi sırasında tanıdım. Halit Refiğ’in senaryosunun okurlarla yeniden buluşmasına ön ayak olmuştun. Halit Refiğ ile aranda özel bir bağ olduğunu düşünüyorum. Nasıl tanıştınız, nasıl gelişti ilişkiniz? Onunla çalışmak insanı geliştiren bir durum olsa gerek. Bir okul aynı zamanda… Yanılıyor muyum?

-Yanılmıyorsun… Onun yanında zenginleşmekten öte başka şansınız olmazdı zaten. O keyifli sohbetleri, bilgi seli dünyası, her konuda söyleyecek bir sözü, hikâyesi olan inanılmaz biriydi. Halit Hocamı tabii ki, Türk Sinemasına kattıklarıyla tanıyordum. Ama belgesel çalışmam sırasında Sapanca’daki o güzel dünyasında, harika eşi Gülper Refiğ’in de olduğu evde hayranlığım daha da arttı. Gümüştüy, Afet ve bu inanılmaz aile… Nasıl olabilirdi ki? bu devirde böyle insanlar, böyle bir bakış açısı, algılayış biçimi…Halit Bey’in “Gazi ve Latife”sinin yeniden basımına ve bunun kitlelerle buluşması için Tophane-i Amire de harika bir gün planladım çok mutlu olmuştu Hoca da. Asla unutamam. Keşke bugün olsaydı da daha çok mutlu edecek işlere imza atabilseydim. O bir okul, üniversite değildi sadece. Hayatın anlamı ve anlamsızlığı arasındaki ince çizgiyi kavramış müthiş bir deha idi.

-Yine Halit Refiğ’in “Köpekler Adası” filmini 12 yıl aradan sonra izleyicilerle, hatta hayvan severlerle buluşturan bir projeye de imza atmıştın.

-“Köpekler Adası” filmini yıllar sonra ilk defa 4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Gününde Beyoğlu Sinemasında izleyici ile buluşturdum. Elde edilen gelir barınak hayvanları içindi. Çok çok sevinmişti bu projeme.

-Bir başka çalışman olduğunu da biliyorum Halit Refiğ’le…

-Evet bir kitap yazıyordum. Yıllar sonra kendisiyle hayatındaki kadınları konu alan harika bir proje olduğuna inandığım kitaptı aslında bitti. Ama basıma vermek istemedim. Çünkü rahatsızlığının ardından kendisini kaybettik. Kitabın büyüsü bozuldu benim için, burkuldu yüreğim onu çok seviyordum. Günün birinde belki baskıya veririm.

-Vermelisin…

-İnşallah kendimi hazır hissettiğimde evine bile yeni yeni gitmeye başladım. Sapanca da ya da Burgaz da diye düşündüm hep…

-Bazı insanlar iz bırakırlar. Hastalığını biliyor muydun?

-“Komşu Plakta Ne Çalıyor?” adlı TRT Türk için hazırladığım belgeseller için yurtdışında olduğum bir dönemde hastalanmış. Türkiye ye döner dönmez aradım. Rahatsızlığı vardı. Safra taşı ameliyatı olmuştu. Ziyaret ettim, iyiydi, evde çalıştık… Hatta yine TRT’ye bir program yapacaktık beraber. Onaylanmıştı da… Bütçesini ve dekorunu konuşuyorduk. O sinsi rahatsızlık zamansız aldı onu bizden…

Son yediğimiz dondurmayı unutamıyorum. Sağlıkla sohbet ettiğimiz son gündü. Onu kaybettiğimizden beri evlerine gidemiyordum. Gülper Hanım bana Halit hocayı hatırlattığı için onu da aramaz sormaz olmuştum. Ara sıra telefonda bir konuşmamız oluyordu o kadar. Sonunda Gülper Hanım’ı, Gümüştüy ve Afet’i “Her Pazar” adlı programıma konuk etmek için buluşana kadar… Salondaki o meşhur koltuğu öylece duruyordu. Ben her zamanki yerime oturdum. Bizi izliyordu, hissediyordum. Çok dingin, huzurlu geldi ev yine de bana. O güzel yemeklerimizi, sohbetlerimizi çok çok özlüyorum. Gülper Hanım da olağanüstü bir zenginlik, onunla geçecek zamanların değerini biliyorum ve bu zamanları ertelemek istemiyorum artık iyiyim. Onu da çok seviyorum. Şimdilerde müzik dünyası için müthiş bir proje üzerinde çalışıyor. Emin olun onun kadar ben de heyecanlıyım. Biran evvel hayata geçse de keyifle izlesem diyorum.

-B filmleri üzerine bir kitabın var. O da bence sinema için önemli bir konu. Yine bilimsel bir çalışma gibi ince ince işlenmiş bir kitap. Aslında star oyuncuların olmadığı, yapım masraflarının çok az olduğu, hatta senaryonun bütçeye göre yazıldığı bu filmler, aslında sinema dünyasının önemli filmleridir. Bu kitabın yazılış hikayesi nasıldır?

-Bu kitap aslında Aziz Dostum Giovanni Scognamillo’nun “o kadar master yaptın tezini de ver” demeseydi çıkmayacaktı. Benim “konuyu öğrendim nasılsa, yazmaya gerek yok” diyen bir yaklaşımım vardı. Nasılsa birileri yapar diye düşünüyordum. O yüzden bu konudaki çalışmalarımı kitaplaştırmayı hiç düşünmemiştim. İşte “B movie” böyle bir serüven yaşadı. Jüri savunmamda iki değerli hocam “bunu kitap yap” demişti oysa. Ben “hadi canım, bana mı kalmış kitap yapmak bir sürü sinema eleştirmeni, yazarı var” dedim. 6 yıl boyunca yayınlatmak aklıma bile gelmedi. Şimdi yeni baskısını yapacak bu kitabım.

-Cemal Kutay’la da uzun bir çalışma yaptınız TV8’de. Cemal Kutay’la ilişkiniz nasıldı? Yaş olarak çok ileri yaştaydı ne de olsa…

-Cemal Kutay’ı “Cumhuriyete Kanat Gerenler” belgeseli sırasında tanıdım. Daha sonra Vehbi Bolak hakkında bir bölüm hazırlarken kendisini Moda’da kızıyla gezmeye çıkmış iken yakaladım. Kendimi hatırlattım. Biraz bilgi almaya çalıştım. O bana sanki önünde promter akıyormuş gibi tüm detayları ile dönemi ve kişiyi anlattı. Ben utandım, günlerdir araştırmama okumama rağmen konuya onun kadar hakim değildim. Konuya olan hâkimiyeti ve dün gibi hatırlayan hafızasına hayran oldum. O günden sonra benim tarih kütüphanem oldu. Ne zaman başım sıkışsa hala hafızamdaki telefonunu çevirir sorardım. 15 yıl bağımı hiç kesmedim.

Daha önemlisi nikâh şahidimdi. En zengin çeyizi olan de benim herhalde. 187 kitabı vardı Kutay’ın. Bana epeyce sayıda kitap imzaladı ve ben bu kolilerce kitabı çeyiz olarak evimize getirdim.

6 yıl boyunca pek çok program hazırlayıp sundu, hepsinin yapımcılığını ve yönetmenliğini ben yaptım. Bundan da müthiş bir keyif aldım. Çünkü tarih bilgilerimi güncelliyor, bilmediklerimi öğreniyordum. Cumhuriyet Türkiye’si, Atatürk’ün Gazetesi Hâkimiyeti Milliye’deki yılları beni hep etkilemişti. Hele ekmek, zeytin hikâyesi ve Mustafa Kemal’in bir gece nöbeti sırasında gazeteyi ziyareti esnasında ona sarı çocuk dediği Cemal Kutay’a sorduğu soruları büyük bir heyecanla aktarırdı.

O yaşı büyük ama çocuk ruhlu, mutfağı seven bir insandı. Mustafa Kemal’in kuru fasulyesi dediği kurufasülyeyi, turşu ve irmik helvasını, benim en sevdiğim menüyü kendi elleriyle hazırlayan biriydi. Farklı börekler, tatlar konusunda gustosu olan ve hayatının son günlerine kadar diyet yapmadan beslenen bir gurmeydi adeta. Kızları da müthişti, hala görüşüyorum onlarla… Çok özlüyorum o uzun masa başı sohbetlerini ve birbirinden güzel yemekleri…

96 yaşındaydı vefat ettiğinde ama yapacak çok şey vardı daha. Çok çok çalışkandı. “İyileşeyim yaza bir program yaparız değil mi” diyordu. Ben de “Tabii hocam yaza mutlaka yaparız” diyordum. Çok özlüyorum hala… Çalışma odamda resmi var, özelikle bir şeylere kızdığım zaman onunla konuşurum “şu zevatlar” diye başlarım cümleye, tıpkı onun gibi… Bana gülümser hissederim. O da birşeylere kızınca mektup yazardı ben de mektupları var Muhterem diye başlayan…Eski türkçe imzasıyla…Ben de biraz öğrenmiştim ama devam edemedim.

-Hayatında hep özel insanlar olmuş anlaşılan…

-Öyle gerçekten. Özel ve güzel insanlardı. Mesela Can Yücel’in evinde “Hayatta ben en çok babamı sevdim şiirini” dinlerken Kuzguncuk’taki dünyayı keşfettim. Attila İlhan’la TRT koridorlarında 20’li yaşlarımda tanıştım. ‘Adını Mıh gibi’ aklımda tutuyorum hala… Mengü Ertel ile Cumhuriyete Kanat Gerdik… Öyle iki üç yıl değil onlar bu diyarlardan gidene kadar sürdü dostluklar.

Ben başka bir dönemin soluğunu, rengini tattım… Bana değer katan insanlarla sınırlarımı genişlettim ve hayatta mutlu olma oyununu böyle sürdürmeyi belki de onlardan öğrendim.

-Onları kaybedince boşluğa düşmüş gibi hissettin mi kendini?

– Hem de nasıl. Zaman zaman çevremde sahte, ikiyüzlü, hırslı, kariyer züppesi tiplere rastlıyorum ve “yazık” diyorum içimden, hem de hakkı verilmiş bir “yazık”. “Ne fakir” diyorum. Kısır dünya kısır düşünce… Oysa Attila İlhan ile saatlerce konuşmaktan yorulmazdım. Allah’ım keşke biraz daha yaşasaymış, biraz daha vakit geçirseymişim… 20’li yaşlarda TRT koridorlarında tanışıp üzerine “3. Şahsın Şiiri”ni okuyarak yürüdüğüm “Sokaktaki Adam” adlı eseriyle tanıdığım üstadımı o kadar çok, o kadar çok özlüyorum ki… Her Salı- Perşembe buluşmayı iple çektiğim günleri, yanındaki saatlerin keyfini, en sevdiğim çikolataya bile değişmeyeceğim o günleri o kadar çok özlüyorum ki, anlatamam…
Calamity Jane lakabım vardı benim. Şanslıydım, çünkü sevdiğim hayran olduğum kimselerden hiç kopmadım, onlar bu hayattan kopana kadar. Şimdi elimde birkaç kişi kaldı. Zaman zaman korkuyorum onları da kaybedeceğimden. Sinemanın, müziğin, kitabın, resmin, tiyatronun insanın konu olduğu güzel sohbetler o kadar az ki etrafımızda. Hep para kariyer, saç, giyim, kuşam üzerine örülmüş, garip ve kısır ilişkiler… Sanki yaşadığım her şey rüyaymış, hiç yaşanmamış, bir masalmış gibi geliyor.

-TV8 de güzel işler yapmıştın, şimdi SkyTürk’tesin… Sunay Akın’ın “Hayat Deyince” adlı programının yapımcısısın. Sunay Akın çok seviliyor. Hayranları çok. Nasıl gidiyor program?

-Ben de en büyük hayranlarından biriyim. Program harika gidiyor. Sunay Akın olur da harika olmaz mı sizce de? Her cümlesinden bir şey öğrenirsiniz, bir saate bin kitabı sığdırıyor. Hakikaten insan kovanı diyerek açtığı programımızın en büyük izleyicisi benim aslında. Çekimde, montajını yaptığımda ve bittiğinde en az üç kez yayın bandımızı izliyorum. Müthiş keyif alıyorum. Yönetmeniz Gül Dündar onunla da uyum içinde çalışıyoruz. İnanılmaz geri dönüşler alıyoruz çok çok beğeniliyor.

-Gene SKYTürk’de “Her Pazar” diye bir program yapıyorsun. Çevreci bir program… En azından bir misyonu var. Misyonu olmayan o kadar çok program var ki, amaçsız, anlamsız bir sürü laf kalabalığıyla geçen dakikalar… Program nasıl gidiyor? Uzun ömürlü olmasını dilerim.

-Teşekkür ederim ama izleyebildin mi gerçekten. Sabahın çok erken saatleri, saati kurup izlemek gerekiyor. Biliyor musun, babama hala programımın başladığını söylemedim. O pazar sabahları geç saatlere kadar uyur. Şimdi bilirse benim yüzümden uykusuz kalsın istemem, ne de olsa epeyce yaşlandı. Sağlığı daha mühim benim için. O hala “hangi ülkeye gidecektin? Gürcistan mı, Arnavutluk mu, Ermenistan mı? Şu sıralar buralardasın montajdasın anlaşılıyor” diyor. Hiç bozuntuya vermiyorum, konuyu değiştiriyorum. En fazla “bak baba yeni kitabım çıktı bunu gördün mü?” diyorum. Ama gazetelerde okur yakında o zamana kadar uyusun diyorum.

Daha komiğini itiraf edeyim kar kış derken ilk bölümü bant yapmak uygun görüldü. Evden izleyeceğim tabii, saati kurmayı unutmuşum, beş dakikasını kaçırdım. Renklere bir bakayım logo vs. dedim ama kendim bile izleyemedim.

Saati değiştirilmeye çalışılıyor. Belki yakında iyi bir saatte ulaşırız insanlara. Çünkü senin de dediği gibi misyonu olan bir program. İzleyicilere katkısı olan bir program. “Her Pazar” daha şimdiden şehirde farklı bir hayatın düşünü kuranların programı olmaya aday… Daha ikinci programım yayınlandı Yeditepe ve Doğuş Aydın üniversitelerin bölüm başkanları konu ile ilgili duyarlılığı olan kişiler ulaştı bile bana televizyon müthiş bir silah…Doğru kullanılmalı bunu mesleğe adım attığım ilk günden beri biliyorum ama bu silah teknolojiyle birlikte daha da başkalaştı. İletiler, verilmek istenen çok mühim. Her medya çalışanı bunun bilinci ve duyarlılığında olmalı diye düşünüyorum.

734730cookie-checkNur Onur’la “Her Pazar”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.