Çocukluğum Oyuncak Müzesi’nde gizlenmiş kalmış…

Sömestr tatili bitti. İlk ve orta öğrenimdeki öğrenciler okullara başladı. Çocuklar dershanelerden fırsat bulup biraz dinlendiler. İki hafta süren tatilin ilk haftasında genellikle dershanelerde öğretim vardı. Bu garabet durumdan belli ki daha uzun yıllar kurtulamayacak eğitim sistemimiz. Birilerinin cebine para girecek, devlet öğretmen maaşlarını özel sektöre devredecek diye olan bizim çocuklarımıza oluyor. Sürekli ders çalışıp, test çözmekten çocukluklarını yaşayamıyorlar.


Sömestr de kısacık bir süre de olsa, kitap ve defterlerden başını kaldırıp dünyaya bakabildiler neyse ki… Sinemalara, tiyatrolara, eğlence merkezlerine koştular. İstanbul’dakiler için tüm bunlara ilaveten bir de Oyuncak Müzesi alternatifi vardı. Biz de oraya koşanlar arasındaydık.


Gerçi Sunay Akın’ın açtığı bu müzeye çok daha önce gitmem gerekiyordu ama, nedense bir türlü fırsat olmadı. Bu gecikme için Sunay’dan ve eşinden özür diliyorum.


Müze kesinlikle görülmesi gereken bir mekan. Sadece çocuklar değil, büyükler de görmeli. Hatta büyükler öncelikli görmeli. Çünkü çocukluğumuzda değerlerini bilmeyip hor kullandığımız, kırıp parçaladığımız oyuncaklar orada karşımıza çıkıyor. “Bundan benim vardı” derken çocukluğunuza gidiyor ve o günleri ne kadar özlediğinizi hissediyorsunuz. Ben de böyle oldu. Bez bebeğim ordaydı. Annemin pazardan aldığı plastik bebeğim de oradaydı. Kardeşimin arabaları, dayımın Almanya’dan getirdiği kurşun askerler de orada duruyordu. Çocukluğum bir müzenin cam vitrinleri arasında gizlenmişti. Artık benim değildi ama, oradaydı.


Sunay Akın, ailesinden kalma beş katlı tarihi bir köşkü müzeye dönüştürerek hem kendi hayalini gerçekleştirmiş, hem de bir eksiği gidermiş. Gelişmiş dünya ülkelerinin birçoğunda bu tür müzeler varken, İstanbul’da olmaması, dünyada tek çocuk bayramının kutlandığı bir ülkeye yakışmayacak bir durumdu elbette.


Sunay Akın da bu müzeyi 23 Nisan 2005 yılında açarak, çocuklara Atatürk’ten sonra ikinci hediyeyi vermiş oldu.


Müzede Sunay Akın tarafından dünyanın değişik yerlerinden toplanan 2 binden fazla oyuncak sergileniyor. Müzedeki en eski oyuncak 1817 yılında Fransa’da yapılmış oyuncak bir keman. 1820 yılında Amerika’da yapılan bir bebek, yine Amerika’ya ait 1860 yılının misketleri en eskiler arasında yer alıyor. Almanya’da yapılan ve yüzyıllık mazisi olan teneke oyuncaklar ve porselen bebekler de müzenin eskileri arasında.


Müzenin giriş katında İstanbul’da üretilen eski oyuncakların kalıpları, Abdülhamit dönemine ait gölge oyununun kahramanları, Kızılderililere ve vahşi batıya ait oyuncaklar var.


Giriş katının bir altında müzenin kafeteryası var. Kafeterya da bir şeyler içip yiyebilirsiniz. Mekan düzenlemesi o kadar güzel yapılmış ki, sanki oyuncak bir evin içinde gibi hissediyorsunuz kendinizi. Sanki oyuncak evin mutfağındasınız. Oyuncak mutfaklar ve mutfak eşyalarıyla dolu her yer.


Bu kattan bahçeye de çıkabiliyorsunuz. Bahçe de Hollandalı Teo Dedenin boyama atölyesi var. 80 yaşındaki Teo Dede pazar günleri çocuklara tahta boyama dersleri veriyor. Açıkçası benim en çok eğlendiğim yer burası oldu. Önceden hazırlanmış figürlü tahtaları alıp, istediğiniz renkte ve şekilde boyuyorsunuz. Ben iki kedi figürü aldım ve kedilerim Sadık ve Hamdi’yi boyadım.


Kafeteryanın altındaki bodrum katı ise denizaltı şeklinde restore edilmiş. Bu katta ayrıca küçük bir sinema ve toplantı salonu da var.


Müzenin birinci ve ikinci katının her odasında ve her bölümünde ayrı bir tema işlenmiş. Bunları tek tek anlatmak mümkün değil. Gidip görmeniz lazım.


Bence müzenin en etkileyici bölümü eski bir oyuncakçının oyuncak yaparken canlandırıldığı oda. 1950’li yıllarda oyuncak sanayinin başlamasıyla birlikte Eyüp oyuncakçıları dönemi bitti ve bu oyuncakçılar tek tek dükkanlarını kapattı. Bunlardan birinin canlandırıldığı bölüm beni çok duygulandırdı. Bir el sanatının yok oluşuydu bu. Oyuncak dükkanının içindeki oyuncakçı o kadar canlı duruyordu ki, sanki biraz sonra elindeki oyuncağı bırakıp, önündeki çay bardağından küçük bir yudum alıp yorgunluğunu atacak gibi geldi bana.


Zaten müzeyi gezerken birden bütün oyuncakların canlandığını düşündüm. Kuklaların hareket ettiğini, bebeklerin konuştuğunu, arabaların çalıştığını düşünsenize… Önce çok korktum. Sonra hala çocuk kalabildiğim için kendi kendime gülümsedim.


Bu yazıyı yazarken gülümsemiyorum, aksine hüzünlüyüm. Aklıma sevgili hocam Türkel Minibaş geldi. Prag’tan onun için aldığım ama, ev ziyaretine gidemediğim için bir türlü veremediğim tahta kuklayı hatırladım. Beni her gördüğünde “oyuncağımı sakla, bana geldiğinde getirirsin” dediği için, okulda ve dışardaki görüşmelerimizde vermek istememiştim. Keşke hastalığını duyduğum zaman ziyaretine gitseydim. Hasta olduğu için rahatsız etmek istemedim. Hep iyileşeceğini düşündüm. Onu kaybedeceğimiz  hiç aklıma gelmedi. O kadar neşeli ve güleryüzlüydü ki, ölümü ona konduramadım. Eğer Sunay Akın da kabul ederse, onun için sakladığım bu kuklayı İstanbul Oyuncak Müzesi’ne vermek isterim. O kuklanın Türkel hocanın adıyla sergilenmesi beni çok mutlu eder. Eminim Türkel hoca da bundan mutlu olurdu.


 


Not. Müze hakkinda www.istanbuloyuncakmuzesi.com adresinden detaylı bilgi alabilirsiniz.


 

669770cookie-checkÇocukluğum Oyuncak Müzesi’nde gizlenmiş kalmış…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.