Çocukluğumuzun yok edilen cennetleri…

GEÇMİŞE AİT SARARMIŞ BİR FOTOĞRAFA BAKARKEN…

Çok sevdiğimiz bir şeyin elimizden kayıp gitmesi, yok oluşuna seyirci kalmak çok ciddi bir tramvaya, öfke birikimine yol açar yüreğimizde…  Bu öfkenin açığa çıkışından önce ise bir kabullenmeyiş, görmezden gelme, söz konusu olayı hafızamızdan silme eğilimi vardır. Bu çok insani, kendimizi korumak için geliştirdiğimiz duygusal bir tepkidir. Bir gün doğduğum köy Sarp’ta komşularımızdan birinin evinde eski fotoğrafların da içinde yer aldığı bir albüme bakıyorduk. Birden köyümüzün sahil yolu yapılmadan, gümrük nedeniyle ana sahil doldurulup betonlaştırılmadan önceki haline ait bir fotoğrafı gözüme çarptı. İpnoz olmuş gibi baktım; hem çok tanıdık hem çok yabancı gelen fotoğraftaki yer sanki ‘saklı bir cennet’ köşesini andırıyordu… Söz konusu karede köyümüzden bazı çocuklar ve dayımın kızları ile beraberdim. Bir kan hastalığı nedeniyle birini 15, diğerini 20’li yaşlarda kaybetmiştik dayımın kızlarını. Onların çok erken ölümlerini yeniden hatırlamak mı beni böylesine sarsmıştı, yoksa şu an korkunç durumda olan, belki de bu yüzden geçmişteki halini hafızama gömmüş olduğum köyümüzün, sevgili Sarp’ımızın artık olmayan o eski büyülü güzelliğini birden tekrar böyle karşımda görmek mi beni bu derece etkilemişti ve şoka girmiştim bilemiyordum. 

Şimdi yığınak halinde, beton bir mezarlığı andıran Gümrük binalarının olduğu yerde eskiden dalgaların kıyıları köpürerek yaladığı,  çakıllarının üzerindeki renk renk, desen desen şekillere bakarak çocuksu hayaller kurabileceğiniz, uçsuz bucaksız bir sahil bulunmaktaydı. Sol tarafta Askeri bölgenin olduğu yerde Subaylara ait bir Kamelya, hemen onun yanında köyün eski gazinosu, sağ tarafa yaklaşıldıkça çocukluğumuzun bütün neşesini bıraktığımız ıhlamur, mimoza ve kavak ağaçları, hemen bitişik bahçede bir masal mekanını andıran pembe duvarlı sevimli ilkokulumuz vardı. Mimoza ve Ihlamur ağaçlarının o baygınlık veren iç gıcıklayıcı kokusunu ne zaman hissetsem burnumun ucunda hep o çocukluğumun Sarp’ı canlanırdı zihnimde. Yine aynı koku burnumun ucundaydı işte o resme bakarken. İlkokulumuzun bahçesindeki duvardan ayaklarımı sarkıtmıştım ve elimdeki çakıl taşlarının üzerindeki desenleri boyamaya çalışıyordum. Sağ tarafta, köyün dağlarından sahile akan bir derecik ana sahili bölüyor ve biz köylülerin Burun dediği, dayımlara ait arazinin altında küçük, ayrı bir koy oluşturuyordu. O buz gibi dereye ayağımı sokup denize doğru yürümek ve derenin denize kavuştuğu yerde birden ayaklarımı donduran o soğuk temasın ılık bir dokunuşa dönüşmesi en çok sevdiğim çocukluk oyunumdu. Fotoğrafta derenin sahili bölerek oluşturduğu koyda bir sofra bezinin etrafında dayımın kızları ve köyden çocuklarla toplaşmış, evden getirdiğimiz yiyecekleri iştahla yiyorduk.  Saçlarımızın hala ıslak olmasından denizden yeni çıktığımız anlaşılıyordu. Hepimizin yüzünde bir çocuk neşesi,  bugün artık olmayan yaşımıza özgü sevimlilik ve masumiyet vardı… Bu solgun fotoğraf öyle uzaklara götürmüştü ki beni… Şu an neredeydim,  kimdim, fotoğraftaki yer neresiydi,  gerçekten böyle bir yer var mıydı, hiç olmuş muydu;  öyleyse şimdi nerdeydi, tüm bu güzelliklere kim nasıl kıymıştı… Bugün köyün girişinde yer alan o ucube binalar, çirkin manzara ne zamandır oradaydı, gerçekten köyümüze bu kötülüğü, bu katliamı kim yapmıştı…  Ben o eski Sarp’ı ne zamandır hatırlamıyordum… Bugüne kadar nasıl unutabilmiştim;   ya dayımın o güzel kızları, şimdi neredeydiler… Kısa bir an öylece kendimde olmadan bakakalmıştım fotoğrafa… Hafızamda anılar canlandıkça keskin bir acının feci şekilde yüreğimi sıkıştırdığını hissetmiştim.  Sonra hıçkırıklara
boğularak kendime geldiğimi hatırlıyorum. Bu halimle etrafımdakileri de korkutmuştum… O gün hissettiğim o keskin acıyı bir daha hiç unutmayacaktım…

CENNET SEVGİLİMİ CEHENNEME ÇEVİRDİLER!

Çocukluk anılarımın büyük bir bölümünün geçtiği ve hep bir ‘saklı cennet’  olduğunu düşündüğüm  Sarp köyüne ait bazı önemli özellikleri ve yaşam tarzını bu yazının daha önceki bölümünde uzun uzun anlatmıştım… (www.yesilofke.org/detay/60/Cennet-Sevgilim-SARP)
İnsanın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği coğrafyayı sevmesinden doğal ne olabilirdi ki… Derelerini, tepelerini, ağaçlarını, yollarını, sokaklarını, mahallelerini karış karış bildiği, köydeki herkesi ailesi, hısım akrabası gibi tek tek tanıdığı, özelliklerini sayabildiği, ortak acılarda ortak sevinçlerde birleştiği, beraber ağlayıp beraber güldüğü, küçücük bir yerleşim alanında ortak bir hayat sürdüğü böyle bir yaşamı diğer her yerden ve bu insanları diğer herkesten çok sevmesini, özel hissetmesini kim yadırgayabilirdi ki… Orada bir köy vardı uzakta… Kuş cıvıltıları ve dalgaların şırıltısından başka  ses duyamazdınız sahillerinde; köyümüz gerçekten de çocukların düşlerini süsleyen masal ülkelerine benzerdi masmavi deniziyle, yeşilin bin bir tonunu taşıyan ağaçlarıyla ve başı dorukları delen Sarp kayalarıyla.  Şimdi bütün bu güzelliklerin yerinde yeller esmekteydi… Köyün girişinde yer alan ve evimizin ön cepheden manzarasını da oluşturan o eşsiz güzellikteki sonsuz sahil, sahili çevreleyen kavak ağaçları, ıhlamur ağaçları, hemen sahile bitişik bahçelerdeki mandalina ve portakal ağaçları,  denize doğru akan derecikler tüm bu güzellikler sahil yolu yapımında ve gümrük alanının inşası sürecinde tamamen yok edilmiş, betonlaştırılmıştı. Köyde ilk tahribatın başladığı yılları çok net hatırlayamıyordum, çocuktum çünkü… Ama gümrükle ilgili düzenlemeler ve inşaat çalışmaları bu günkü gibi aklımdaydı…  Şimdi de ne zaman gözüm o gümrük sahasına ilişse sanki köyün ortasında büyüyen bir kanser virüsüne bakıyormuşum gibi hissederim kendimi. Bu Virüs binaların kapladığı yer büyüdükçe büyümekte ve sahilin tüm dokusuna, hücresine yayılmaktaydı. Sizler bu ifadelerimi abartılı bulabilirdiniz,  çünkü siz hiç şu an beton yığınlarının olduğu yerde bulunan portakal ve ıhlamur ağaçlarının insanı kendinden geçiren kokusunu koklamamıştınız. Hemen evimizin önünde pembe püskül çiçeği olan, adını şu an hatırlayamadığım iki aşık ağacın kucaklaşması gibi birleşen dallarının arasındaki ‘kalp’ şeklini andıran boşluktan akşam güneşinin battığı o manzarayı hiç bizim balkonumuzdan seyretmemiştiniz.

Gerçekten de Türkiye’nin en güzel sahillerinden biriydi gümrük inşaatında doldurulan o ana sahil. Şu an Sarp Gümrük Kapısı yazan tabelanın olduğu yerden başlar eski Sovyetler Birliği (SSCB) yani bugünkü Gürcistan sınırına kadar kilometrelerce sürerdi…  Burun dediğimiz kayalık alan yıkılıp deniz doldurulurken, denize düşen her kaya parçası sanki benim de yüreğimi doldurarak betonlaştırmıştı.  Öylesine ağır gelmişti bu yok oluş yüreğime. Sadece sahili mi,  asıl büyük acıyı ‘Burun’ dediğimiz yine köyün girişinde görkemli bir dağ gibi gururla duran kayalık alanı dinamitlediklerinde hissetmiştim. Atılan her dinamit yüreğimden de bir parçayı koparmış, çocukluk anılarım havaya uçan kayalar gibi etrafa saçılıp dağılmıştı. Bir zamanlar denize atlardık bu Burundan, orada güneşlenir, orada yüzerdik… Köyün güzel kızı Yaseminle köyün yakışıklı komutanı Yavuz Üsteğmen bu burunda birbirlerine aşık olmuşlardı; Burun daha nice aşıkların ilk tanışma ve buluşma yeriydi… Köyün çocukları ilk kayadan atlama deneyimlerini bu burunda yaşamışlardı. Ayrıca biz kızlar için, girintilerden oluşan saklı köşesinde erkeklere görünmeden yüzebildiğimiz tek yer olduğu için de Burun çok önemliydi. O zamanlar kız erkek birlikte yüzülmüyordu; diğer sahile ulaşmak içinse ya sandala binecektiniz ya da uçurum kenarlarından inen patika yolları aşarak sahile ulaşacaktınız ki bu her iki seçenek de kolay başvurulabilecek bir yol değildi. Uçurum boyunca inilen Patika yol çok tehlikeliydi; sandal bulmak da az sayıda sandal olduğu için zordu… Bir de yüzme yoluyla denizi aşarak ulaşma seçeneği vardı ki bunu da köyde ancak bir iki kişi becerebiliyordu…

GÜMRÜK İNŞAATI KÖYÜN ÜZERİNE ÇÖKEN KARABASAN GİBİYDİ…
Gümrüğün yapımı esnasında, çok sık yağış olmasından dolayı köy çamur ve pislik içindeydi. Her yer betona dönüştürülmeye çalışılıyordu. Beton pompası sabaha kadar iş başındaydı; Komprosör, vinç, kepçe, ekskavatör, literatürümüze gümrük inşaatıyla beraber bir sürü yabancı kavram girmişti; onlarla yatıyor onlarla kalkıyorduk… Bu arada kilometrelerce uzayan Tır kuyrukları ve onların sabahlara kadar süren gürültüleri yaz kış köyde yaşayanlardan çok, (onlar bir nebze alışmışlardı çünkü), biz yazın köye dinlenmeye gelenlerin sinirlerini acayip şekilde bozuyor, yazı bizim için kabusa çeviriyordu. Eski sakin yaşantımıza bir daha asla dönemeyeceğimizi biliyorduk; bunu kabullenmiştik, ama bu gürültü,  çirkinlik, kirlilik, köyümüzün gözlerimizin önünde her gün tükenişini seyretmek… Buna dayanmak gerçekten zordu… Bu hummalı çalışma iki yıldan fazla sürmüştü burnumuzun dibinde,  betonlar azimle dikilmiş, yollar azimle genişletilmiş,  Sarp köyünün yeşille mavinin karışımındaki renginin ortasına dev bir GRİ ANIT,  SARP GÜMRÜK MEZARLIĞI inşa edilmişti… 
Aylardır önümüzde yol inşaatı sürdüğü için evimize çamurlara bata çıka ulaşmıştık. Bir tahta konulması ya da yaya geçişi için bir şeyler yapılması için defalarca rica etmiş, uyarıda bulunmuş, olmadı şikayet etmiştik. Ama kulak veren, bizi insan yerine koyan olmamıştı. Her seferinde tamam denmişti ama çektiğimiz rezilliğin sonu gelmemişti… Berlin Duvarı 1989 yılında yıkılmış, duvar dönemi kapanmıştı; ama bizim evin önündeki Berlin Duvarı henüz yeni kuruluyordu, tam burnumuzun dibinde üstelik. Bir zamanlar balkondan baktığımızda denizin engin mavisine kavuşan gözlerimiz artık havaya baktığında gökyüzünü bile göremez olmuştu.

TIKILMIŞTIK GÜMRÜĞÜN GRİ BETON MEZARINA, BOĞULUYORDUK…
Köyde can ve mal güvenliğimiz yoktu, köyün içinde rahat dolaşamaz hale  gelmiştik. Şimdi yeri gelmişken anlatılacak gerçek bir hikaye geldi aklıma; köyümüzden Hava teyze birgün bahçesine giderken, köyün girişinde nöbet tutan asker durduruyor onu ve bahçesine sokmuyor. Hava teyze bahçeme gitmeyeyim mi, ne yapayım diyor ama fayda etmiyor; asker ben emir kuluyum elimden başkası gelmez diyor, başka bir şey demiyor ve içeri koymuyor Hava teyzeyi… Hava teyze çaresiz bahçenin girişinden dönerken askeri bir aracın içinde komutanın geldiğini görüyor. Komutanı durduruyor: “Evladım diyor senin askerin beni bahçeme koymuyor; ben devletten maaş istemiyorum, yeşil kart istemiyorum, aş istemiyorum, iş istemiyorum; kendi bahçemde kendi mısırımı kazıp kendimi geçindiriyorum. Sen şimdi beni bahçeme sokmazsan ben mısırımı nasıl kazacağım, geçimimi nasıl sağlayacağım; Türkiye’nin bir ucundan gelip gümrükte inşaatta çalışan işçi her yere serbestçe girip benim ağacımdaki meyveyi bana sormadan koparabiliyor; Gürcünün askeri geliyor burada benim toprağımda benim askerimle tatbikat yapabiliyor ama ben kendi köyümde kendi bahçeme gidemiyorum, bu nasıl iştir bunu bana bir anlatsana oğlum” diyor; “sen beni mi koruyorsun yoksa Gürcüyü mü hele bir söwyle” diyor… Komutan ne diyeceğini şaşırıyor ve ‘hadi geç teyze’ diye Hava  teyzeye yol veriyor…

İnsan ulaşamadığı yerleri kirletemiyordu; yok edemiyordu; zarar veremiyordu… Bu yüzden Karadeniz de henüz insan elinin uzanamadığı yerlerde, özellikle de Sarp’ta bakir bir güzelliğe sahipti bir zamanlar. Denizin ve yeşilin mucizevi bir birleşimle kucaklaştığı, sarp kayaların insanın başını döndürdüğü muhteşem bir coğrafyaydı bu…  Çocukken kendi köyüm ve bir saatlik uzaklıktaki Hopa ilçesi dışında gördüğüm tek il Trabzon olduğu için, başka yerlerde coğrafyalar nasıldı, şehirler nasıldı bilmediğim için, Karadeniz’in bu eşsiz güzelliği konusunda bir farkındalık o yıllarda ne ben de ne köydeki diğer çocuklarda yoktu.  Her yer aynı güzellikte sanıyorduk. Bir farklılık olduğunu ancak dışarıdan gelen turistlerin tepkilerinden anlayabiliyorduk; ‘tanrım bu ne muhteşem bir doğa, nasıl bir yeşillik, yeşilin her tonu, göğün ayrı, denizin ayrı mavisi, hele şu sarp kayalar hepsi bir arada mucize gibi bir şey’ diye feryat ettiklerinde, şaşkınlıkları bize, sahip olduklarımızı başka yerlerle kıyaslama olanağı olmayan ve kanıksayan köy halkına çok garip, hatta komik geliyordu. Yukarıda da acıyla ifade ettiğim gibi, sahil yolu yapılırken önce sahildeki kayaları dinamitlediler; o güzelim kıyılarımızı kayalarla doldurup betonlaştırdılar, ardından derelerimizi kuruttular, susturdular, şırıltıları duyulmaz oldu; sıra deniz kıyılarından sahilin iç kısımlarına geldi; mis kokan püskül çiçekleri ve mimozalarımıza kıydılar; portakal ve mandalina ağaçlarımızı, kavaklarımızı, ıhlamur ağaçlarımızı kestiler… Yetmedi tüm bu güzelliklerin ölüsünün üzerine bir de betondan dev bir gri anıt diktiler: SARP GÜMRÜK MEZARLIĞINI… 

Daha önce köyümüzün hep bize ait olduğunu, bizlerden başka kimsenin dokunup ona zarar veremeyeceğini düşünürdüm… Bu yüzden çocuk aklım bir türlü sonradan verilen bu tahribatı, bunların köyümüze neden yapıldığını kavrayamıyordu. Rant nedir bilmiyordum o yaşlarda, Sermaye nedir, talan nedir bilmiyordum…  Bunu yapanların bunu yapmaya hakkı olup olmadığını bilmiyordun. Tek elimden gelen isyan etmekti ve ben de isyan ediyordum; köyümüze bu kötülüğü yapanlara, bütün bu güzelliklere kıyanlara,  katledenlere, canım ağalarımızı kesenlere, hayatımızdan onları silenlere, nefis mimoza ve ıhlamur ağaçlarımızın kokusundan bizleri mahrum edenlere, derelerimizin bir yaşam pınarı gibi denize akışını durduranlara, kurutanlara, kayalarımızı dinamitleyip denizimizi dolduranlara, Sarp’ımızı saklı bir cennetken betondan bir mezara,  bir cehenneme dönüştürenlere isyan ediyordum… Bize bunu yapanların biz Sarp köyünün çocuklarına bıraktıkları miras buydu işte, öfke, kin ve nefret… Benim yaşadığım bu dramı Doğu Karadeniz sahili boyunca yer alan bütün köylerdeki çocuklar yaşamışlardır bundan eminim; benim o zamanlar içimde hissettiğim ve şimdi öfkeye dönüşen bu acımı ülkemizde benzer kayıpları kendi köyünde, kentinde, mahallesinde, semtinde yaşayan bütün çocuklar aynı şekilde yüreklerinde hissetmişlerdir bundan da eminim. Hele şimdi HES sürecinde yok edilen, kurutulan binlerce dere ve nehir yatağı söz konusuyken. Bize bunları yaşatan büyüklerimizi hiç affetmiyoruz, affetmeyeceğiz… Yarının çocuklarının bugünün büyüklerini kalan güzellikleri koruyamadıkları ve kendilerine bırakamadıkları için bizleri affetmeyecekleri, affedemeyecekleri gibi… 

1080990cookie-checkÇocukluğumuzun yok edilen cennetleri…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.