Olimpos’a saplanan hançer ve Demokles’in kılıcı

Sonunda o da oldu: Antalya’nın bugüne kadar iyi – kötü korunabilmiş ender bölgelerinden biri olan Olimpos Milli Parkı’nı da bir tarafından delmek üzereler. Haberlere bakılırsa, Rixos Otelleri’nin sahibi (en azından, vitrindeki sahibi) Fettah Tamince, Park’ın hemen yanıbaşına 5 yıldızlı bir otel dikmeye soyunmuş durumda.

‘Beydağları Olimpos Milli Parkı’ adıyla 1970’lerde SİT ilan edilen bu bölgenin o tarihten bu yana azar azar kırpılarak kuşa çevrilme sürecinden haberdar olanlar için, pek şaşılacak bir durum değil bu elbet. Ama konuyla ilgili haber o kadar yankı bulmadığına göre, ortada şaşıracak insan da yok anlaşılan. Bugünlerde ülkenin tüm kurumlarını yangın yerine çeviren iktidar çekişmesi ortamında, insanların herhangi bir şeye şaşırmaya mecali kalmamış olsa gerek.

Gene de, bir kısım çevrecinin uyarı ve tepkileri sayesinde olayı duyabildiğimize şükretmeli. Cumhuriyet’te çıkan bir haberde(24 Ocak 2014), son gelişmelerle ilgili şu bilgiler veriliyor: “Şimdi de Milli Park sınırları içindeki Phaselis Antik Kenti tehlike altında. Olimpos Antik Kenti’nin sınırında bulunan ve milattan önce 7. Yüzyılda kurulan Phaselis Antik Kenti’nde ‘Dream of Phaselis’ adlı 5 yıldızlı tatil köyü yapılacak. Tamamı 180 dönüm olan otel arazisinin 19 dönümlük kısmı 1’inci derece Arkeolojik SİT alanında bulunuyor. Otelin arazisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Turizm Teşvik Kanunu kapsamında 2005’te Ares Fasilis İnşaat Turizm Ticaret A.Ş.’ye tahsis edildi. Ardından 2011’de bölgedeki imar planları değiştirildi. Şirket otel yapımı için harekete geçti. İlk olarak Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü’nden izinler alındı. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü de 26 Aralık 2013’te ‘ÇED gerekli değildir’ raporu verdi”.

Tereyağından kıl çeker gibi yapılan bu işlemlerin ardından, otel inşaatının önünde bir engel kalmamışa benziyor. Hesapta olmayan bazı yeni engellerin ortaya çıkması halinde ise, hükümete ve başbakana yakınlığıyla bilinen Tamince’nin bunları da aşması pek zor görünmüyor.

Otel girişimleri medyaya yansıyınca, Tamince tepkilerin önünü almak için bir takım açıklamalarda bulunmuş. Gene aynı haberde belirtildiği üzere, Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Bayer konuyu köşesine taşıyınca Tamince, Bayer’i yanıtlamakta gecikmemiş ve “5 yıldızlı otel inşa edilmeyecek olup, bölgenin dokusuna uygun bungalov projesi gerçekleştirilecektir” demiş.

Hangi kesime hitap edeceğine bağlı olarak, bir otel 1 yıldızlı olabileceği gibi, bir bungalov tesisi de 5 yıldızlı olabilir tabii. Tamince’nin herhalde burada kastettiği, kuracağı tesisin ölçek ve hacmiyle ilgili. Bir-iki katlı, gözü tırmalamayacak mütevazi boyutlardaki birimlerden oluşan bir yapılaşmayı kastetmiş olmalı. Yoksa sadece bungalovlardan ibaret de olsa tasarladığı tesisin 5 ya da daha fazla yıldızlı olacağına şüphe yok.

İçinde öngörülen yapıların daha küçük ve ‘insani’ boyutlarda olması, bir milli parkın imara açılmasını herhalde haklı çıkarmaz. Ama haklı çıkarabileceğini bir an için düşünsek bile, Tamince’nin bu doğrultuda verdiği güvencelerin umduğu şekilde yüreklere su serpmesi, kuşku ve kaygıları gidermesi zor. Zira bu işadamının bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacakları hakkında yeterince ipucu veriyor.

Rixos zincirinin Bodrum yolu üzerindeki tesisini oradan geçerken görmeyen yoktur: sözümona bir ‘Osmanlı’ esintisi kazansın derken ağdalı bir Arap ‘kitsch’ine bulaştırılmış, bölgenin kültürüne çok aykırı görünmesi bir yana, coğrafyasına da topoğrafyasına da uymayan devasa bir yapıdır o. Üstelik bu yapı, kitle turizminin en olumsuz talep ve ihtiyaçlarına feda edilmiş olan Antalya bölgesine özgü estetik ve işletme anlayışının Bodrum bölgesine sokulmuş ilk ve en çarpıcı örneklerindendir. Tamince gibi, Bodrum’un ‘Antalyalaşması’nda öncü rolü olan birinin, ‘bölgenin dokusuna uygun’ yapılaşmadan bahsetmesi işte bu nedenle pek hayra alâmet değildir. O bakımdan, “zaten batmış, varsın Antalya’nın geri kalan kısımları da Antalyalaşsın” denmiyorsa eğer, Tamince’nin ‘Phaselis’ projesine tepki göstermek ve eldeki tüm imkânlarla direnmek şart olmaktadır bugün.

Nitekim aynı haberden, projeye ‘ÇED gerekli değildir’ raporu çıkar çıkmaz, TMMOB’nin ilgili şube ve birimlerinin derhal harekete geçtiğini, projeye karşı yakında dava açmaya hazırlandıklarını öğreniyoruz.

TMMOB’nin ülkedeki hemen her imar projesine neredeyse gözü kapalı şekilde, otomatikman karşı çıktığı, bu dava açma girişiminin de o ‘istemezükçü’ reflekslerinden biri olduğu düşünülebilir. Olabilir, ama olsa da bu özgül örnekte hiç bir sakıncası yok. Çünkü bazı projeler vardır ki, peşinen, gözü kapalı reddedilmeyi hakkedecek kadar kötü ve tacizkâr özelliklere sahiptir. Tamince’nin projesi de, bunlardan biridir.

TMMOB’nin meseleye daha işin başındayken el atması, bir sonuç alma şansını arttırıyor. Ama davalar uzar ve sürüncemede kalırken, çoğu kez atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini biliyoruz. Hukuk mücadelesinin, hele hukuk kurumlarının bu kadar yara aldığı, karmaşaya düştüğü bu dönemde tek başına yeterli olamayacağı aşikâr. Sınırlı, hatta ‘palyatif’ de sayılacak olsalar, başka düzlemlerde, başka mücadele yöntemleri de denenmeli.

Yaklaşan mahalli seçimlerin arifesinde, benim aklıma ister istemez şöyle sorular takılıyor: çevreci gurup ve örgütler, mücadelesini yaptıkları dikenli konuları siyasal partilerin seçim vaatleri arasına sokmayı acaba neden denemezler? Ya da siyasal partiler, bu konuları vaadettikleri icraatlar arasında neden saymazlar? Belki bunlar hiç yapılmıyor değildir ama yeterli ve çarpıcı örneklerine pek rastladığımı söyleyemem.

Görebildiğim kadarıyla, Türkiye’de siyasal partilerin seçim programları anayasalarınkini andıran bir soyutluk taşır. Ulaşım, eğitim, imar, işsizlik vs. ile ilgili büyük projelere büyük başlıklar konur, ama nasıl gerçekleştirileceklerine dair teferruata pek girilmez. Sadece genel değil mahalli seçimler için de büyük ölçüde böyledir bu. Belediye seçimlerinde, “falanca yeri hastane inşaatına tahsis edeceğim”, “filanca parkı genişleteceğim”, ya da “filanca kavşağa köprü yapacağım” türünden bazı özgül vaatler elbette dillendirilir ama, ‘nokta atışı’ sayılabilecek adrese özel önlem veya girişimlere pek rastlanmaz.

Yasalar, kuşkusuz tekil ve özgül değil genel olgulara dönük hükümlerdir. Ne var ki, seçim programlarının maddeleri yasalardan oluşmaz; bazen bir yasa genelliğine sahip olsalar da, tekil ve özgül olgulara da işaret ediyor olabilirler. Pek çok durumda, böyle olmaları ait oldukları programa ve partiye önemli kazançlar da sağlayabilir.

Şimdi, iktidara oynayan iddialı bir muhalefet partisi, şu Olimpos olayına el atsa herhalde kazanacakları, kaybedeceklerinden çok daha fazla olur. Sözgelimi, bu partinin, “milli parkların daraltılarak imara açılmasına karşıyız” demekle yetinmek yerine, sözkonusu otel projesini doğrudan hedef alan şöyle bir beyanda bulunduğunu düşünelim: “Olimpos Milli Parkı’nın daraltılarak imara açılmasına karşıyız. Orada yapılması tasarlanan otel (veya tatil köyü) projesinin gerçekleşmemesi için tüm çabamızla çalışacağız. Eğer olur da sözkonusu tesisin inşası arada tamamlanırsa, iktidara geldiğimizde bu tesisi kamulaştırıp ortadan kaldıracağımıza ve parkı eski haline getireceğimize söz veriyoruz. Bu nedenle de, otel inşaatı için uğraşan yatırımcıları, halkın ihtiyaç ve taleplerine ters düşen böyle bir projeyi hayata geçirme çabalarından vazgeçmeye davet ediyor, vazgeçmemeleri halinde ileride maruz kalabilecekleri zarar ve mağduriyet hususunda uyarıyoruz”. Bu türden bir beyan, pekâlâ şeçim vaatleri arasında yer alabilir; üstelik, hiç değilse bu özgül örnekte, bol keseden ortaya atılmış, karşılanması maddeten imkânsız bir vaat de olmaz, zira toprak mülkiyeti zaten devlette kalacak olan tesisin, kamulaştırılmaktan ziyade, en fazla üzerindeki yapılaşma değeri üzerinden tanzim edilmesi sozkonusudur.

Pek tabii ki, yalnız kendi küçük yatırımcı çevresini değil, böyle bir projeden nemalanmayı uman daha geniş ve etkili bir çevreyi de, sırf bu türden tek bir vaat bile ilgili partiden kaçırmaya, hatta şiddetle karşısına çıkarmaya yetebilir. Lâkin, fikri ve siyasal eğilimi o partiyle hiç uyuşmayan kesimlerden bile, tersine, sırf bu vaadi için o partiye oy verecek pek çok insan da çıkabilir. Ve çok muhtemeldir ki, bunların sayısı kat be kat fazla olacaktır.

Fakat diğer taraftan, bu tür seçim vaatleri, geniş halk kesimlerinin ihtiyaç ve taleplerini görmezden gelmeyi, hatta buldozer gibi üstünden geçmeyi baştan göze almış girişimciler üzerinde ne kadar caydırıcı olur, tartışılır tabii. ‘Marjinal’ partilerin bu girişimciler nezdinde esamesi okunmaz, o kesin. Ama mecliste gurubu bulunan, hatta ana muhalefet konumundaki partiler de, en iyimser tahminle, bu girişimciler üzerinde ancak dolaylı ve çok sınırlı bir denetleyici etkiye sahip olabilirler. İktidar partisine yamanan girişimciler, daha sonraki farklı hükümet dönemlerini düşünmezler bile. Düşünseler dahi, gelecek yeni hükümetlerin seçimlerdeki vaadlerini icraata dökemeyeceklerinden hemen her zaman emindirler. Gene de, umarsızca kamu çıkarına ve sağduyuya aykırı işlere kalkışan girişimcilerin tepesinde, ne zaman ineceği hatta inip inmeyeceği pek belli olmasa da, daima bir ‘Demoklesin Kılıcı’nın asılı tutulması hiç yoktan iyidir. Açıktır ki bu kılıç aynı zamanda, bizzat partilerin işlerliğini ve güvenirliğini sınayacak kullanışlı bir silahtır da.

Çevreci gurup ve örgütlerin, kötülüğü aşikâr olan projelerin önüne bir set çekmek için, ilk iş olarak gösteri ve yürüyüşler düzenlemeleri ve ardından mahkemelerin yolunu tutmaları doğal ve kaçınılmaz. Fakat bu uğraşlarının yanısıra, çok iyimser beklentilere de fazla kapılmaksızın, çevrecilerin bu kötü projeleri önleme veya durdurma mücadelesine siyasal partileri de bir şekilde angaje etmeye çalışmalarında fayda var. Olimpos’taki gelişmeler, tam da yerel seçimlerin arifesinde, bu yönde gösterilecek çabalara iyi bir fırsat sunuyor. Partiler, ne yapacaklarına dair somut projeler geliştirirken, ne yapmayacaklarını ve neleri yaptırmayacaklarını da mümkün mertebe aynı somut biçimde ortaya koyabilmeli, koyamadıkları durumlarda da buna teşvik edilmeli, zorlanmalıdır.

Olimpos olayı, elbette tek örnek değil. Daha vahim yığınla başka emsalleri var. Ama kamuoyunda destek toplaması nispeten daha kolay olabilecek bir olay olduğundan, iyi bir örnek, iyi bir fırsat.

641220cookie-checkOlimpos’a saplanan hançer ve Demokles’in kılıcı
Önceki haberBunlar kötü şeyler olmayabilir…
Sonraki haber“Müdür Bey’i sürmeyiniz” kampanyası
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.