Osman Kavala “Türkiye’nin Soros’u” mudur?

Türkiye kamuoyunda adı duyulduğundan beri, yani uzun bir zamandır Osman Kavala’ya sık sık “Türkiye’nin kızıl milyarderi” sıfatı yakıştırılır. Kavala’nın “kızıllığı”, sosyalizme ve bir kısım sosyalistlere dönük sempatileriyle ilintilidir. Ancak “kızıllık” çoğu kez silahlı mücadele üstüne kurulu devrimci, hatta ‘diktacı’ bir sosyalizm anlayışını çağrıştırır. Oysa Osman Kavala’nın bu tarakta bezi yoktur.  Sosyalist bir dünya arzuluyor olabilir, fakat bir taraftan piyasacı, diğer taraftan özgürlükçü dinamiklerden mahrum olmayan bir dünyadır bu. Öncelikle de, geniş onay ve tartışma mekanizmalarına dayalı, demokratik toplumlardan oluşan bir dünya.  Türlü girişim ve inisiyatiflerinden, Kavala’nın Türkiye’de de böyle bir toplum arzulayanların başında geldiği aşikar.

“Milyarderliği”ne gelince: İstanbul büyük sermayesi nezdinde, Kavala’nın hatırlı ve sesini duyuracak pozisyondaki insanlardan biri olduğu belki söylenebilir.  Ancak Türkiye’nin milyarderler liginde olmadığı yeterince bellidir. Bunu görmek için, meraklısı Forbes dergisinin yıllık zenginler listesine bakabilir.

Kısacası, Kavala’ya kabaca “varlıklı bir solcu” denebilir ama, ne “kızıl” ne de “milyarder” onun profiline pek uyan sıfatlar değil. Ne var ki, ona yakıştırılan iğreti sıfatlar bunlarla sınırlı kalmadı. Son zamanlarda, “Türkiye’nin Soros’u” benzetmesi ile de karşılaşıyorduk. Kavala’nın tutuklanmasının ardından, bu Soros lafını daha da sık duyar olduk.  Bu benzetmenin çoğu zaman karalama niyetiyle yapıldığı açık.

Peki, Kavala “Türkiye’nin Soros’u” mudur gerçekten?  Bu yakıştırmanın, onu herhangi bir şekilde tarif eden yanı var mıdır? Bu soruya yanıt vermeden önce, bir ülkenin “Soros’u olmak” yahut “Soros gibi olmak” ne anlama gelir, biraz düşünmek lazım. “Soros gibi olmak” peşinen kötü müdür, yoksa o kadar kötü bir şey değil midir? Yani Soros benzetmesi, anlamlı bir karalama aracı mıdır? Bunu yanıtlamak içinse, doğrudan doğruya Soros’un kim ve ne olduğu hususunda bir karara varmak gerekiyor.

Sırasıyla gidelim.

Bilindiği gibi George Soros, aslen Yahudi asıllı bir Macar vatandaşı.  Çocukluk döneminde Nazi katliamlarına tanık olmuş ve bu katliamlardan kılpayı kurtulmuş biri.  Ailesi İngiltere’ye göçünce, yüksek tahsilini o ülkede yapmış, ardından da ABD’ye yerleşmiş ve 60’lı yıllarda orada kurduğu fon şirketiyle, dünyanın en hızlı büyüyen finans yatırımcılarından biri olup çıkmış. O kadar ki, 1992’de yaptığı bir kur spekülasyonu manevrasıyla, bir gün içinde bir milyar doların üzerinde kazanç sağlayarak,  İngiltere Merkez Bankası’nı bile sarsabilecek güce erişmiş. Bu muazzam meblağ, dolaylı şekilde İngiliz halkının cebinden çekilip alınan bir para olarak da algılandığı için, sevmeyeni ve nefret edeni hiç de az olmamış Soros’un. Bu nedenle, en hafifinden başlayarak, çeşitli kesimlerce “haydut”, “soyguncu”, “Drakula”, “timsah” gibi lakaplarla anılır olmuş. Hem süper zengin, hem hiper spekülalatör, hem üstüne bir de Yahudi olunca, Soros’un komplo kuramcıları için yenilip yutulmaya doyulmaz bir malzeme haline gelmesi ve sonunda, komünistinden kapitalistine, İslamcısından Evanjelistine dek, çok geniş bir kesimin gözünde tam bir şeytan figürüne bürünüvermesi şaşırtıcı değil.

Ne var ki, kapitalizmden en çok nemalananların başında gelmesine rağmen, Soros’un kapitalizmi meşrulaştırıcı bazı basmakalıp inanç ve efsanelere itibar etmediği, hatta bunlara keskin eleştiriler getirdiği bilinir.   Kuşkusuz, büyük sermayedarlar arasında, doğrudan veya kısa vadeli çıkarları hilafına toplum lehine bir takım düzenlemeler isteyen insanlar yok değildir. Epey azınlıkta kalsalar da, örneğin Bill Gates veya Warren Buffet gibi kendi sınıflarının daha çok vergilendirilmesine taraftar olan kapitalistler vardır. Fakat Soros’un görüşleri bunların hayli ötesine gider.  Öncelikle, bu görüşlerine piyasalara karşı sıradışı bir şüphecilik ve eleştirellik hakimdir.  Soros elbette bir sosyalist değildir; ancak regülasyon taraftarı bazı reformcu liberallerin bile düpedüz “komünist” olarak algılandığı Amerika’da, onu da böyle algılayanlar az sayılmaz.  Tabii ayrıca unutmamak gerekir ki bu Macar para sihirbazı,  Avrupa kültüründen gelen, buna ilaveten yüklü bir entelektüel birikime sahip biridir ve sosyalizmle yakın tanışıklığı vardır (hatta hayranlık duyduğu düşünürlerin başlıcası Karl Popper’se, bir diğeri, kendi ifadesiyle, bir başka Karl’dır: Karl Marx).

Soros, piyasaların işleyişiyle ilgili ilginç tespitlerde bulunmuş, kendine göre de bir takım kuramlar geliştirmiştir.  Bu özgül kuramlarına girmeksizin, onlara temel olan ana görüşünü kabaca belki şöyle ifade edebiliriz: finansal istikrarsızlık, ekonomiye mündemiçtir—yani ekonominin doğasında vardır.  Dahası, yalnız finans piyasasının değil hemen hemen diğer bütün piyasaların da yapısal zaafiyetleri vardır.  O bakımdan, örneğin eğitim ve sağlık sektörlerinin piyasa kurallarına bağlı kalarak adil ve verimli şekilde gelişmesi beklenemez.  Piyasalar, çoğu alanda hizmet verilmesinde devletin veya kamunun yerini alamaz; buna bağlı olarak, temel insan haklarının korunması ve geliştirilmesi için piyasaları arkadan takip eden değil önünde giden köklü hukuk sistemlerine ihtiyaç vardır.  Piyasalar daima eşitsizlik üretir; bu nedenle de, “gizli el” efsanesinin aksine, özel çıkarlarla kamu çıkarları nadiren örtüşür. Örtüşmediği çoğu durumda da, öncelik tabiatıyla kamu çıkarlarına ait olmalıdır.

Soros, yer yer egemen neo-liberal paradigmanın dışına çıkan bu görüşlerini, girift bir yorum ve adeta çivi çiviyi söker mantığıyla, klasik liberalizmin bazı kadim ilke ve tespitlerinden türettiğini düşünür.  Kamu/özel dengesini gözeten bir karma ekonomi düşüncesini savunmakla birlikte, Soros nihayetinde kendi konumuna hiç de ters düşmeyecek şekilde, kapitalizmin erdem ve nimetlerine elbette yürekten inanan biridir.  Fakat ilginç olan şu ki, tespitleri ve özellikle önerdiği bazı kamu politikaları arasında sosyalistlerin dahi ister istemez onaylayacakları öğeler vardır. Günahı Soros’un başına ama, hem sosyalistler hem de kapitalistler açısından kafa karıştırıcı, hatta sinir bozucu bir durum.

Bu katılımcı yaklaşımının bir sonucu olsa gerek, yatırımcılığının yanısıra hayırseverliği ile de dikkat çekmiş biri Soros.  1970’lerden başlayarak, türlü yardım fonları çerçevesinde dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerine ciddi miktarlarda para dökmüş.  Soros’un yardım fonlarının bugüne dek yaptığı harcamalar yaklaşık 8 milyar doları bulmuş görünüyor.  Bu rakam, Birleşmiş Milletler tarafından aynı süre içinde Ukrayna ve eski Yugoslavya gibi birçok orta boy ülkeye yapılmış yardımların toplamından fazla. Bağış ve yardımlarının servetine oranı düşünüldüğünde, Soros’un “hayırseverler ligi”nde başı çeken Bill Gates’in bile önünde olduğu söylenebilir.

Bu “hayırseverler ligi”nin, ya da, frenkçesi ve daha ‘modern’ tınılı terimiyle ifade edersek, bu “filantropi kulübü”nün ana faaliyet alanı, tabiatıyla küresel çaptaki yoksulluk ve türlü maddi yoksunlukların azaltılmasına dönüktür. Kısmen bunları içerse de, Soros’un bir “filantrop” olarak ana faaliyet alanı ise, dünyanın çeşitli yöre ve ülkelerinde demokratik kurumların korunması ve geliştirilmesine dönüktür.  Hiç kuşkusuz, Soros’un açık ve doğrudan siyasal bir misyonu vardır ve bu misyonu, onu niteliksel olarak kulübün diğer üyelerinden ayırır.

Soros’un, 1970’lerden itibaren, bu doğrultudaki girişimlerine önce en çok aşina olduğu Doğu Avrupa ülkelerinde başlayıp, 1993’te Açık Toplum Enstitüsü’nü kurmasıyla birlikte, otoriter rejimlerin hakim olduğu dünyanın diğer pek çok ülkesinde faaliyetlerini yaygınlaştırdığını biliyoruz.  Elini ilk uzattığı komünist ülkelerde tehlikeli bir “anti-komünist” olarak tanınıyordu, Demir Perde’nin yıkılmasıyla hızla “anti-komünist” bir mecraya sürüklenen aynı ülkelerde şimdi ise zaman zaman “sinsi bir komünist” olarak anılmakta. Buna ilaveten, adeta kozmik bir “üst akıl” ile özdeşleştirilircesine, ara sıra “tehlikeli bir Yahudi” hatta bir “kripto siyonist” olarak da nitelendirilmiyor değil. Daha önceleri Güney Afrika’ya yönelik yaptığı gibi, İsrail’deki aparteid rejimine karşı güçlü bir tepki ve muhalefet ortaya koymuş bulunması, onun gene de böyle nitelenmesine engel olmuşa benzemiyor.  Böylece, Soros’un hem “tehlikeli bir Yahudi”, hem de “Yahudi düşmanı bir hain” yaftalarıyla karşımıza çıkması kolayca mümkün oluyor.

Kapalı rejimlerin ve polis devletlerinin hem faşist hem de komünist versiyonlarını yakından görmüş bir insan olarak Soros, bu rejim ve devlet yapılarının kıskacında sıkışmış, nefessiz kalmış toplumların biraz oksijen takviyesiyle canlanmasına, “sivilleşmesi”ne ve nihai anlamda özgürleşmesine katkıda bulunmayı şiar edinmiş biri. Dünyanın çeşitli ülkelerinde kurduğu yahut kurulmasına öncülük ettiği Açık Toplum Vakıfları da, sivil toplumun, insan haklarının, ifade özgürlüğünün korunması ve geliştirilmesi, hükümetlerin ve yönetici sınıfın icraatlarında hesap verebilirlik ve şeffaflık çıtasının yükseltilmesi gibi hedeflere dönük örgütlenmeler.  O bakımdan, tam da sivil toplumu baskı altında tutan, insan haklarını ayaklar altına alan, ortaya çıkabildiği her noktada farklı görüşleri boğmaya çalışan, dibine kadar yolsuzluğa batmış yönetimlerce hoş karşılanmamaları doğal.  İster sağcı ister solcu, ister dinci ister laik soslu olsun, otoriter rejimlerin hakim olduğu bütün ülkelerde bu vakıfların çabucak bir kuşku ve soruşturma nesnesi haline gelmeleri, çoğu kez de doğrudan yasaklanmaları, onların aynı zamanda hayli etkili olduklarının da bir göstergesi.

Tabiatıyla, istisnasız tüm baskıcı ve otoriter yönetimler, bu vakıfların arkasında bir “yabancı parmağı” görür; üstelik bu yabancı parmağı, çoğu kez Soros’un kimliğinde cisimleşen bir “Yahudi parmağı”dır.  Lakin, Açık Toplum vakıflarına yabancı “dış güç” yahut Yahudilik gibi saplantılardan bağımsız, farklı gerekçelerle kuşku besleyenler, tepki gösterenler de yok değildir.

Bu gerekçelerden biri, servetlerin kazanılış tarzıyla ilgilidir. Bir görüşe göre, kaynağı meşru olan ve olmayan servetler vardır.  Sözgelimi, bir Bill Gates’in servetiyle, çözülüş sürecinde devlet kurumlarını yağmalayarak cebini dolduran Rus oligarkların serveti bir tutulamaz. Gates’in serveti, iyi kötü istikrarlı bir birikime, belirli bir üretim ve hizmete, bilgi ve inovasyona dayanır. Oysa çoğu Rus oligarkının serveti, doğrudan bir el koyma ve hırsızlığın ürünüdür.  O bakımdan Gates’den gelen yardımlar “makbul”, Rus oligarklardan gelecek (gelirse eğer) bağışlar ise bir anlamda “haram”dır. Bu görüşe göre, Soros’un hayırseverliğinin de rahatsız edici bir boyutu vardır, çünkü nihayetinde serveti, salt para spekülasyonlarından yani üretime dayanmayan finans operasyonlarından kaynaklanmaktadır.

Rus oligarklarıyla Amerika’nın yerleşik ve kurumsallaşmış kapitalistleri arasındaki tezatları gözardı etmek doğru olmaz, fakat bu bağlamda unutulmamalı ki Soros’un yatırım fonları küresel kapitalizmin çarklarının ayrılmaz bir parçasıdır.  Finans sektörü, maddi üretimi ifade eden reel sektör kadar “sempatik” olmayabilir, fakat burada etik bir ayrım sözkonusuysa, sonuç itibarıyla her iki sektörün de aynı kapıya çıktığını teslim etmek gerekir.

Soros’un filantropi girişimleri etik açıdan sorgulanacaksa, bunun yolu elbette bu girişimlerinin kendi iş çıkarlarıyla bağlantısına bakmaktan geçer.  Bildiğim kadarıyla, böyle bir bağlantının varlığını somut ve ikna edici şekilde gösteren çıkmadı bugüne kadar.  Hoş, amaç öküz altında buzağı aramaksa, her türlü yardım inisiyatifinin arkasında, kişisel tatminin ötesine geçen bir takım dolaylı çıkar hesaplarının bulunduğunu iddia etmek güç değildir. Sözgelimi, Gates Vakfı’nın Afrika’da yoksulluğa ve salgın hastalıklara karşı gerçekleştirdiği hacimli yardımların, Gates’in şirketlerine uzun vadede daha çok tüketici kazanma motifiyle yapıldığı pekala söylenebilir; buna inananlar da eksik değildir zaten.  Uğraşılırsa, benzer motifler Soros’a da belki atfedilebilir.  Ne var ki, Soros ve diğer büyük filantroplara yönelik “niyet okumaları” yaparken, ortaya koydukları hedeflerle açıkça çelişen hareketlerine rastlanmadığı sürece, filantropların bu hedeflerini doğru ve gerçek kabul etmek herhalde sağduyulu bir yaklaşımdır.

Diğer taraftan, konunun Soros’u da, niyetlerini de aşan ve bizzat hayırseverlik kurumunun sakatlığıyla ilgili bir boyutu olduğu aşikar. Zira bahsettiğimiz ölçekteki hayırseverlik sonuçta, yeryüzündeki artan eşitsizlikten nemalananların bu eşitsizliği azaltma yönünde gösterdikleri çabanın aracı olmaktan öte bir şey değil.  Hayırseverliğin en “diğerkam”, en “temiz” niyetlerle belirlenmiş biçimlerinde bile yapısal, hatta tanımsal bir çelişki var.  Kaşıkla vermek için, kepçeyle alma zorunluluğunun çelişkisi bu. Hiç kuşkusuz günümüzde Robin Hood’luk, çağın gereklerine uygun bir yeniden-dağıtım aracı değil. Üstelik, Ortaçağ’ın Robin Hood’u icabında kepçeyle aldığını kepçeyle verme lüksüne sahipti, oysa ayakta kalabilmek için durmaksızın koşmak ve büyümek zorundaki günümüz Robin Hood’larının böyle bir lüksü yok.

Hayırseverliğin bu temel çelişkisindeki ironiyi görenlerin, öznesi kim olursa olsun, bu faaliyet türünü daha baştan kuşkuyla karşılaması anlaşılır bir durum. Ancak, kendi özlemleri ve hedefleri doğrultusunda ilerlemelerini mümkün kıldığı ölçüde, çoğu insanın veya gurubun hayırseverlerin uzattığı eli tutmama lüksü de yok.  Kaldı ki, hayırseverin amaçları ile kendi amaçları örtüştüğü, herhangi bir şartla ve bağımlılık ilişkisiyle sınırlanmadıkları ve bu ilişkinin şeffaflığını koruyabildikleri sürece, yardım ve destek görenlerin işlerine gölge düşmesi sözkonusu değildir. Bu bağlamda, destek yahut yardım alanlarla verenler arasında bir işbirliğinden, hatta bir dayanışmadan söz etmek mümkündür.

Soros’un sunduğu lojistik destek ve imkanlardan yararlananların da, kurdukları bu ilişkiyi böyle bir dayanışma çerçevesinde gördükleri ve yaşadıkları açıktır.  Esas olan elbette yerel aktivistlerin ve katılımcıların kendi ulusal platformlarındaki mücadelesidir; fakat onlara uluslararası bir çatı oluşturmada ve iletişim ağlarını yaygınlaştırmada Açık Toplum yapılanmalarının hatırısayılır bir katkısı olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, bir hayırsever olarak Soros, para spekülatörü Soros’a ağır basar gibidir.  Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Soros geniş anlamda kapitalizmin hem bir ürünü hem de yeniden-üretiminin etkin bir aktörüdür, evet.  Ve evet: keşke kapitalizm olmasa, Soros’lar da olmasa. Fakat kapitalizm çağımızın devasa bir gerçekliği olarak devam ettiği sürece, bizzat kapitalizmin çelişkili sonuçlarından biri olarak, kimbilir daha nice Soros’lara ihtiyaç duyulacak.  O nedenle bugün, “keşke dünyada daha da çok Soros olsa” demek, herhalde fazla aykırı düşmez.

Bu temenniyi Türkiye için de tekrarlamak yersiz olmaz sanırım. George Soros’un ülkemizdeki mevcudiyeti, Açık Toplum Vakfı’nın yanısıra TESEV, Tarih Vakfı, Umut Vakfı, Bianet, AÇEV gibi kurumlara sağladığı maddi manevi desteğiyle, ayrıca Bilgi ve Sabancı  üniversiteleriyle kurduğu yakın temasıyla bilinir.  Merkezi New York’ta olan Açık Toplum Enstitüsü’nden yapılan açıklamaya göre, sadece 2001- 2006 yılları arasında, yukarıda saydığımız kurumlar aracılığıyla yürütülen 86 projeye toplam 7 milyon dolar tutarında maddi kaynak aktarılmıştır. Hiç bir zaman küçümsenmeyecek bir rakam olmakla beraber, bu meblağ Soros’un diğer bazı ülkelere akıttığı yardımlara oranla devede kulak kalır.  Bu noktada insanın “keşke” sözcüğünü gene ve defalarca kullanası geliyor. Türkiye’de sivil toplumun abluka altına alındığı şu dönemde, keşke yağmur gibi yağsaydı Soros’tan gelen yardımlar.  Hatta keşke Soros, Macaristan’da Orta Avrupa Üniversitesi’ni (CEU) kurarken yaptığı gibi, Türkiye’de de daha hacimli ve doğrudan girişimlerde bulunabilseydi.  Fantezi bu ya, sözgelimi, keşke zamanında Soros Bilgi Üniversitesi’ni düştüğü maddi çukurdan çıkarıp, salt kar amacı güden bir Amerikan şirketine satılmasını engelleyebilseydi.  Böylece, bu üniversite ilk kuruluş dönemindeki renkli karakterini belki koruyabilir, geniş bir tartışma ve araştırma ortamının platformu olmaya devam edebilirdi.

Kuşkusuz, salt para gücüyle güzellik olmaz. Hele dışarıdan gelen yardım ve desteklerle, bir ülkedeki gidişatın ana yönü değiştirilemez.  Üstelik, yabancı düşmanlığının zirveye ulaştığı bir iklimde, “dışarıdan” gelen her destek, amaçladığı yararı büsbütün tehlikeye düşürebilir. Eğer Soros Bilgi Üniversitesi’ni alsaydı veya benzer bir üniversite kursaydı, o üniversite de, tıpkı Macaristan’daki emsali gibi bugün kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı, hatta belki çoktan kapatılmış olurdu bile. Bunların hepsi doğru.  Ama şu da bir gerçek ki bazı durumlarda, “koptuğu yere kadar” deyip yola devam etmek kaçınılmazlaşabilir. Her halükarda, nasıl ki sansürden kaçınmanın çaresi otosansür değilse,  yabancı düşmanlığının baskın durumunu peşinen kabullenerek, yabancıların uzattığı eli sıkmaktan kaçınmak da derde çare olamaz. Hiç bir olumsuz koşul, toplumlararası dayanışma ve işbirliği kanallarını kapatmak veya daraltmak için yeterli bir gerekçe oluşturamaz.

Gene de, Türkiye’nin bugünkü koşullarında yerli muadillerinin Soros’un kendisinden daha etkin olacakları düşünülebilir.  İyi de, Türkiye’de yerli Soros’lar var mıdır?  Vardır demek zor. Kuşkusuz, Koç ve Sabancı gibi, ülkemizde varlıkları Soros’unkini aratmayacak sermaye gurupları vardır.  Ancak bunlar, iki hatta üç kuşağı geride bırakmış ve tek bir patronla özdeşleştirilemeyecek kadar kurumsallaşmış yapılardır.  Sesleri de tabiatıyla ona göre çıkar ve genellikle karından konuşurlar. Kazançları ve faaliyetleri hala büyük ölçüde devlete göbekten bağlı olduğu için, başka türlüsü de zaten mümkün değildir. Hele son yıllarda adeta devlet tarafından rehin alındıkları ve hiç konuşamaz hale geldikleri hepimizin malumu. Ayrıca, bazı “sosyal sorumluluk” projelerine imza atmakla beraber, bu gurupların halen küresel “filantropi kulübü”ne üye olacak çapa ulaşmadıkları ortadadır.  Diğer yandan, TEMA vakfının kurucusu Hayrettin Karaca gibi, işini ve zamanını büyük oranda özgül çevre sorunlarına hasretmiş varlıklı insanlar yok değildir, ancak açıktır ki bu kişilerin gücü ve bakış açısı, maddeten de siyaseten de daha genel plandaki düğümleri çözmeye yahut gevşetmeye elvermez.

Eğer Türkiye’de yerli bir Soros’dan mutlaka bahsedilecekse, buna en yakın isim herhalde merhum İshak Alaton’dur. Gerçekten de, Alaton’un Soros’a benzer yönleri az değildir.  Alaton da, Soros gibi sıfırdan yola çıkıp epey kısa sayılabilecek bir sürede zengin olmuştu.  O da Soros gibi Yahudi bir aileden geliyordu ve farklı koşullarda da olsa, ülkesinde azınlık olmanın acılarını tatmıştı. Dahası, Soros’la benzer bir dünya görüşüne sahipti.  Üstelik Soros gibi, sözünü sakınmayan ve topluma mesaj vermeyi seven biriydi.  Bu nitelikleriyle Alaton, Soros’un yakın bir tanışı olmakta gecikmedi; bilindiği gibi Türkiye’deki Açık Toplum Vakfı’nı kuran da odur. Bu koşutluk ve yakınlıklarına rağmen, ne varlık, ne filantropi ne de entelektüel birikim açısından Alaton’un Soros’la aynı kategoride düşünülemeyeceğini söyleyenler çıkacaktır kuşkusuz.

Şimdi Osman Kavala’ya ilişkin baştaki sorumuza dönersek, Soros ile aynı kategoriye sokulmasının zorluğu, onun için haydi haydi geçerlidir.  Şüphesiz, apayrı dünya ve devirlere ait olsalar da, bu iki ismin örtüşen yanları hiç yok değil.  Bir kere, bölgeler-arası eşitsizliğin azaltılması, insan haklarının korunması, tartışma ortamının güçlendirilmesi, çok-kültürlülük ve sivil toplumun geliştirilmesi gibi konularda Kavala elbette Soros’la aynı görüş ve özlemleri paylaşmış biridir.  Nitekim Açık Toplum Vakfı’nda ve bağlantılı organizasyonlarda yer almış, bunların amaçları doğrultusunda çalışmış, üstelik bu uğurda varını yoğunu ortaya koymaktan kaçınmamıştır. Ve bütün bunları bir patron gibi değil, mücadelenin sıradan—ve hayli sessiz—bir neferi gibi yapmıştır.  Soros’la bir farkı, buradadır. Diğer bir farkı ise, tabiri caizse, bir “piyasa çakalı” olmayışında yatar: Soros gibi servetini yoktan varetmemiş, aileden devralmıştır. Bu konumuyla esasen bir “prens”tir, ama belki tam da bu nedenle, Soros gibi piyasada pişmiş işadamlarına özgü arazlar göstermez: sözgelimi, “herşeyi bilirim” havasına girmez; rekabetçi söylem ve hareketlere fazla itibar etmez.  Her halükarda, özgüven, bağımsızlık, kararlılık, serinkanlılık ve alçakgönüllülük onun kişiliğinde buluşmuş en görünür özellikleridir.  Öte yandan, yukarıda işaret ettiğim gibi, servetinin hacmi bakımından Kavala, Soros’la kıyaslanabilecek veya onu akla getirebilecek çapta bir “işadamı” değildir, hatta bir “işadamı” sayılabileceği bile şüphelidir; nitekim yirmi yıla yakındır aktif iş hayatından uzak durduğu bilinmektedir. Sözün kısası, Kavala herşeyden önce bir aktivisttir; ve sahnede fazla görünmese de, ülkemizin en etkili aktivistlerinden biridir.

Bugün parmaklıklar arkasında tutulan adam, işte böyle bir aktivist olduğu için içeridedir. Yerli yersiz Soros’a benzetilmesi, onu toplum nezdinde itibarsızlaştırmaya, ötekileştirmeye, adeta şeytanileştirmeye dönük bir çabadır kuşkusuz. Kabul etmek gerekir ki, hayli geniş bir kesim üzerinde etkisini hissettiren bir çabadır bu. Oysa yukarıda vurgulamaya çalıştığım gibi, bu Soros benzetmesi oldukça temelsizdir; yani Kavala “Türkiye’nin Soros’u” değildir.  Ama daha da önemlisi, bizzat Soros’un kendisi de bir şeytan olmanın epey uzağındadır.  Yukarıda asıl altını çizmeye çalıştığım gibi, Soros’un sevapları günahlarına ağır basar; dolayısıyla da, karalama gayretlerine elverişli bir zemin olacak tarafı yoktur aslında.

Doğrusu bu ya, kimin ne olduğunu bilen biliyor, ama niyet bozuk olunca farketmiyor.  Gene de, “Türkiye’nin Soros’unu da içeri tıktık” diye sevinenler varsa, boşuna sevindiklerini söylemek lazım.

 

_____________

Bu yazı, “Türkiye’nin Soros’u Kimdir” başlığıyla 3 Ocak 2018’de Birikim Güncel’de de yayınlandı.

2151470cookie-checkOsman Kavala “Türkiye’nin Soros’u” mudur?
Önceki haberSADAT’tan ‘silahlı eğitim kampları’ iddasıyla ilgili açıklama
Sonraki haberÇocuk kütüphanesini yıkıp yerine 9 katlı apartmanlar yapacaklar!
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.