Patrik ve sabır taşı

Amerika’da Patrik Bartholomeos’la sekiz ay kadar önce yapıldığı halde ancak şimdilerde yayına sokulan hayli bayatlamış bir söyleşi, Türkiye’de gene epey bir gürültü kopardı. CBS televizyonunda gösterilmesinin hemen ardından Türk medyasına da yansıyan bu söyleşide Patrik, düşünceli ve yorgun bir ifadeyle, Rum cemaati ve Patrikhane olarak yaşadıkları sıkıntıları anlatmakta. İkinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini, Türk vatandaşı olarak tüm haklarını yaşadıklarını hissedemediklerini belirttikten sonra, özellikle Patrikhane için hayati bir konu olan Heybeliada papaz okulunun neredeyse yarım yüzyıldır kapalı oluşu ve hâlâ açılamayışından kaynaklanan mağduriyetlerini ve hayal kırıklıklarını dile getirmekte.
Muhabirin, “madem bu kadar sıkıntı yaşıyorsunuz, neden Yunanistan’a gitmiyorsunuz?” yollu sorusuna da Patrik’in verdiği cevap şu: “Çünkü ülkemizi seviyoruz. Burada doğduk, burada ölmek istiyoruz”. Bu topraklarda en az 17 yüzyıllık bir geçmişleri olduğunu hatırlatan Patrik, “ülkemizin yetkililerinin neden bu tarihe saygı duymadığını merak ediyorum” diyor. Yaptığı atıflardan anlaşılıyor ki Patriğin bu merakında, Türk yetkililerin nasıl olup da Osmanlı ve daha genel olarak geleneksel İslam “hoşgörüsü”nden hiç nasiplerini almamış gibi davranabildiklerine duyduğu hayret de gizli.
Muhabirin Türkiye’de kalmakla zorlu bir yolu seçtiğini ima eden sözleri karşısında, Patrik kararlılığını vurgulamak için, İsa’nın çarmıha gerildikten sonra da yaşamaya devam edişine atıfta bulunmakta, belli ki bu mecaza başvurmaktan da ayrıca manevi bir güç almakta. Sonuçta, tek bir cümleyle söylediği şu: Türkiye’de baskı altındayız, ama baskılara direneceğiz. Bu ülkede çarmıha geriliyoruz. Fakat çarmıha gerilsek de, ölmeyeceğiz; yaşamaya, varolmaya devam edeceğiz: “Ayakta kalmaya kararlıyız”.
Patriğin alışıldık uslûbuna yabancı olan bu sert ve yalın sözlerin pekçok çevrede şaşkınlık yarattığını görüyoruz. Medyada “Patrik neler dedi neler!” yahut “Türkiye’ye salvolar” gibi kışkırtıcı başlıklarla manşet olan bu sözleri geniş bir kesimin kaldıramadığı ve özellikle “çarmıha gerilmek” deyimini infialle karşıladığı açık. Bu kesimden yükselen değişik suçlamalara bakılırsa, Patrik bu sözlerle ya “mazlumu oynuyor”, ya daha beteri, “Türkiye’ye fütursuzca meydan okuyor”, ama öyle veya böyle, her halükârda “Türk halkını rencide ediyor”.
Patriğin demeci yalnız düşmanları değil dostları arasında da şaşkınlık yaratmışa benziyor. Çoğu dostu, bu demecin şimşekleri Patriğin üstüne çekeceğinden ve ortamı gereksiz yere gereceğinden tedirgin. Bu tedirginlikle de, ilginç savunmalar getirenler var. Örneğin Patriğin avukatı Kezban Hatemi, Patriğin yanlış anlaşıldığını, “çarmıha gerilmek” deyiminin gâvurcada pek öyle ağır şeyler ifade etmediğini savunarak, kara bulutları kendince dağıtmaya çalışmış. Aslı Aydıntaşbaş’ın konuyla ilgili bir yazısında aktardığına bakılırsa, Patriğin demecini verdiği gün ateşli ve hasta olduğunu öne sürerek, demecindeki aykırı sözlerin hastalığına verilmesini isteyen dostları da var anlaşılan. Kimbilir, işi ateşli bir havaleden de basit bir şeye, sözgelimi bir “dil sürçmesi”ne bağlayanlar da vardır belki. Nitekim, ortamın gerilmesinde pek bir menfaati olmasa gerek ki, bizzat Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Patriğin “talihsiz” demecinin bir dil sürçmesinden kaynaklandığını umduğunu belirtmiş.
Ama gerçeğin, lâfını Patriğe yutturmaya çalışanların umduğu gibi olmadığı ortada. Türkiye’nin zehir hafiyesi Onur Öymen haklı: Patriğin sözü bir dil sürçmesi falan değil. Düşündüğünü ve hissettiğini açıkça, sansürsüz söylemiş. Belli ki, bir noktada Patriğin canına tak demiş.
Üstelik, Patriğin bu “çarmıha gerilme” hissinin, Kezban Hatemi’nin hafifletmeye çalıştığı şekilde, olağan ve gündelik bir konuşma diline indirgenemeyeceğini, bunun çok ötesinde, yılların ve hatta asırların biriktirdiği metafizik bir ağırlığı olduğunu görmek zor değil. En serpilip saçıldığı dönem Osmanlı hakimiyetine rastgelmesine, Osmanlı yönetimiyle aralarında asırlar boyu fevkalâde kullanışlı bir modus vivendi bulunmuş olmasına rağmen, Bizans’ın sönüşünden bu yana Patrikhane’nin kendini daima İstanbul’daki “Mahpus Kilise” olarak algılayageldiği bir sır değil. Ortaçağ tarihçisi Steven Runciman’ın ünlü yapıtında (The Great Church in Captivity) en dramatik boyutuyla aktardığı bu algılamanın, afaganların bastığı sıkıntılı anlarında Patriği de pençesine alıp, çarmıha gerilmişlik hissini açığa vuracak kadar güçlendirmiş olması kuvvetle muhtemel.
Lâkin kabul etmek lâzım ki bu “çarmıha gerilme” terimi fazlasıyla güçlü bir ifade. Çarmıha gerilmiş gibi hissetmek için, ezici bir güç karşısında çok çaresiz ve yalnız kalmış olmak gerekir. Oysa tüm Osmanlı idaresi boyunca, en dertli anlarında bile patrikler çok çaresiz ve yalnız kalmadı. Zaman zaman çaresiz hissetseler bile, hiç bir zaman yalnız değildiler, çünkü kendi dinlerine bağlı geniş bir nüfusa dayanıyorlardı. Bugünkü patriğin ise dayandığı bir nüfus yok; dünya çapındaki hatırısayılır itibarına rağmen, yalnızlığı da herhalde burada aranmalı. Baskının ve kötü muamelenin büsbütün derinleştirdiği, farklı bir yalnızlık olmalı bu. Yaptığı atıflardan da anlaşılacağı üzere, “çarmıha geriliyoruz” derken, Patriğin kendini Pagan Roma’nın kahredici gücü karşısında kıstırılmış ilk Hıristiyanlar gibi hissetmesi boşuna değil.
Peki, Patriğin sabrını taşıran, canına tak dedirten ne? “Hiçbir şey! Sadece mazlumu oynuyor” demek mümkün mü?
Mazlumu oynamak, bizimki gibi toplumlarda (hadi bunlara kestirmeden “şark toplumları” diyelim) prim yapan bir yöntemdir. Tayyip Erdoğan’ın mazlumu oynaya oynaya nerelere geldiğini gördük. Ama mazlumu oynamak için, küçük bir nebze de olsa elde bir malzeme bulunması gerekir—vicdanlara seslenen, baskı ve adaletsizlik örneği bir malzeme. Tayyip Erdoğan’ın malzemesi, kendisini hapse yollayan o meşum şiirdi.
Patriğin o şiirden çok daha fazla malzemesi var. Ancak bu malzeme bir işe yaramaz, çünkü niyetlense bile, Patriğin bu malzemeyi kullanarak mazlumu oynaması, müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışmasına benzer. Çarmıha gerçekten de gerilse, Patriğin gönüllerde taht kurma şansı yoktur. Bunun nedeni ayrı bir dinin mensubu olması kadar, Türkiye’de zayıftan, yoksuldan, ezilenden yana değil, güçlüden, egemenden, zenginden yana bir imaja sahip olmasıdır: herşeyden önce Patrik, başta Yunanistan olmak üzere dış güçlerin, Batı kulübünün ve nihayetinde emperyalizmin bir temsilcisi, hatta bir “maşa”sı olarak algılanagelmektedir. Tıpkı Türkiye’deki burjuvazinin bir zamanlar öncü kesimini oluşturan Rum cemaatinin, artık hemen hiç alâkası kalmadığı halde, hâlâ burjuvazinin ve “sosyete”nin bir parçası olarak algılanageldiği gibi…
Diğer taraftan, Patriğin Hıristiyan Batı kamuoyu nezdinde de mazlumu oynaması sözkonusu değildir, çünkü bütün tavrını ve politikasını dışarıda Türkiye’yi şikayet ve kınama üzerine değil, destekleme üzerine kurmuştur. Hatta bunu yaparken, kendi Ortodoks dünyasının güç dengesi içinde önemli riskler aldığı ve şiddetli tepkilere maruz kaldığı iyi bilinir (Bunların bir kısmına aşağıda değineceğim).
Şu halde Patrik, eğer protesto niteliğinde bir çıkışta bulunmuşsa, bunu mazlumu oynadığı için değil, düpedüz mazlum durumunda olduğu için yapmıştır. Tabii “güçlü”den yana imajına bakarak, “mazlum” sıfatını gene de Patriğe yakıştırmakta zorlananlar çıkabilir. O takdirde, onlara kaderin ve tarihin türlü cilvelerini hatırlatmakta yarar var: gün olur, güçlüler de pekâlâ mazlum durumuna düşebilir. Bunu görmek için uzağa gitmeye gerek yok: Türkiye’nin belki de en baskın ve egemen toplumsal gücü olan İslam’ın bile uzun bir dönem boyunca kendini mazlum durumunda bulduğu, çağdaş tarihimizin trajikomik cilvelerinden biri değil midir?
O halde, “güçlü”den yana imajı biran için tamamen doğru kabul edilse bile, Patriğin mazlum durumunda bulunması olmayacak birşey değildir. Gene de, çağrışımları fazla ağır geliyorsa, “zulüm gören bir mazlum” yerine, “çile çeken bir mağdur” sıfatı tercih edilebilir.
Böylece, en hafif deyimiyle, Patriğin halen çile çeken bir mağdur durumunda olduğu söylenebilir. Çektiği çileler de uydurma veya yapay değil, gerçektir. Bunlar, Rum vakıflarına ait mallara çeşitli ayak oyunlarıyla devletçe el konulması, ekümeniklik ünvanıyla uğraşılması, Heybeliada Papaz Okulu’nun açılamaması gibi müzminleşmiş sorunların yarattığı çilelerdir.
Bildiğimiz kadarıyla, bunların üzerine yeni, beklenmedik sorunlar gelmiş değil. O zaman, ister istemez şu soru kendini dayatıyor: ne oldu da, Patriğin sabrı şimdi taştı? Ne oldu da, bir anlamda “çileden çıkma”sı, gelip bu günlere rastladı?
Patriğin son çıkışının, özellikle hükümeti hedef alır bir izlenim bırakması şaşırtıcı, çünkü pekçok yorumcunun da vurguladığı gibi, Özal hükümetleriyle birlikte, Patrikhane’ye nispeten açık ve duyarlı bir yaklaşım sergileyen ender hükümetlerdendi şimdiki hükümet.
AKP hükümetinin bu nüanslı yaklaşımının ilk ve belki de en simgesel göstergesi, AKP’nin iktidara gelişinin hemen ardından, zamanın İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun Patriğin Boğaz’daki şahsi ikametgâhındaki özel yemeğe icabet etmesiydi. Bu ziyaret, o zamana kadar değil içişleri bakanını, valiyi bile görmekte zorluk çeken ve bulunduğu ilçenin kaymakamıyla muhatap bırakılan Patrik için elbette çok cesaretlendirici bir gelişmeydi. Bakanın ziyaretinin ardından, hükümet tarafından da iyi niyet mesajları gelmeye başladı. Bunları, biraz Avrupa uyum sürecinin rüzgârı ile de olsa ve bir çok bakımdan yetersiz kalsa da, azınlık vakıf mallarıyla ilgili olumlu doğrultuda atılan bir takım idari ve yasal adımlar izledi. Ara sıra su yüzüne vuran ekümeniklik gerginliği, bu iyiye gidişi fazla gölgelemedi; Heybeliada okulu ile ilgili de olumlu açıklamalar birbirini takip etti, hatta devlet katında bu sorunun çözülmesi için ciddi hazırlıklar yapıldığına dair güçlü bir izlenim oluştu. Patrikhane’ye hiç sıcak bakmayan sıkı milliyetçi kesimlerde bile, tek tük yeşil işıklar yanmaya başlamıştı. Sorunun vakıf üniversitesi kurularak çözümü türünden önerilerin Hasan Celal Güzel gibi milliyetçi yazarlar tarafından bile kabul görüp savunulması da, meselenin çözümsüzlüğüne ilişkin daha önce verilen bir sürü “teknik” ve hukuki mazeretin ne kadar geçersiz ve yapay olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştı. Kamuoyu da artık böylesine müsaitken, hükümetin eli serbestti ve Patrikhane’nin bu en önemli probleminin nihayet çözüme kavuşması an meselesi gibi duruyordu. Tünelin ucu gözükmüştü.
Lâkin beklentilerin zirveye ulaştığı bir noktada farkedildi ki, aslında yürüyen bir süreç yok; yani eski tas eski hamam, bir şey olacağı da yok. Patriğin Amerika demecindeki şu konuşmadan, en yüksek makama kadar gidip de hangi kapıyı açtıysa bir duvarla karşılaştığı anlaşılıyor: “Başbakanı ziyaret ettim, sorunlarımızı dile getirdim ve ‘neden’ diye sordum, yardım istedim.” Muhabir soruyor: “Cevap aldınız mı?” “Asla” diyor Patrik.
Belli ki Heybeliada okulu bir kere daha kazaya uğramış durumda. Başbakan Erdoğan’ın geçenlerde kulaklarda yankılanan, “ama Atina’da da cami yok” yollu sözlerinden, onun da, diğer selefleri gibi, Heybeliada’yı “mütekabiliyet ilkesi gereği” Yunanistan’daki Türk azınlığa ve İslam kültürüne yönelik kötü uygulamalar karşısında bir koz olarak tutma ve kullanma alışkanlığından vazgeçemediği anlaşılıyor. Oysa bu meşhur mütekabiliyet ilkesinin sınırlı bir uygulama alanına sahip hukuki bir kavram olduğu, Heybeliada gibi konuların bu alana girmediği, bu alana zorla sokulmasının ahlâken de siyaseten de yanlış olduğu defalarca yazılıp çizilmiş, üstelik bazı hükümet yetkilileri de bu gerçeği kavramış görünmüştü (Hukukçu Rıza Türmen, 25 Aralık 2009 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında, dayanamamış, bu konunun ilerisini gerisini bir defa daha anlatmış). Tabii hükümetin Heybeliada’yı, Yunanistan’ın da ötesinde, Avrupa Birliği ile süregelen daha çetrefilli çekişme ve pazarlıklarda üstü kapalı bir koz olarak kullanmaya kalkışması da olası. İnanması zor ama, anlaşılmaz bir sürü hesabın içinde bu da varsa, doğrusu şaşırmamak lâzım.
Diğer taraftan, sözkonusu “kaza”nın nedenini, bizzat AKP’nin tabanından (ve de bazen tavanından!) gelen bir dirence bağlamak da elbette mümkün. AKP iktidarı Türk-İslam sentezinin en mükemmel versiyonu olmayabilir ama, böyle bir senteze çok da aykırı düşmeyecek şekilde, bu iktidarın biri milliyetçi, diğeri ümmetçi iki ana damardan beslendiği malûm. Milliyetçi damarın, ülkedeki diğer milliyetçi akımlar gibi, AKP iktidarını aşağı çektiği ve gerçekleştirmek istediği tüm “açılımlar”ın önünü kapadığı, ümmetçi damarın ise bu milliyetçi basıncı azalttığı ve bir nebze dengelediği düşünülebilir. Sağ veya sol bir takım laik hareketlere kıyasla, din konusunda hassas olan bir akımın, kendine yabancı da olsa diğer dinlere daha “hoşgörülü” yaklaşması beklenebilir. Üstelik, kendi öz ilâhiyatına bakılırsa, bu hoşgörülü yaklaşım büyük semavi dinlerin sonuncusu olarak İslam’da zaten mündemiçtir. Bu bakımdan, dinler-arası veya uygarlıklar-arası diyalog türü girişimlere AKP iktidarının daha bir heves ve iddiayla talip olması da herhalde rastlantı değildir.
Ancak milliyetçilik karşısındaki zahiri üstünlüğüne rağmen, ümmetçiliğin çelişkisini daimi kılan ve evrensel boyutunu yok eden bu mahalli ve kör yanını, herşey bir yana, Türkiye’de Sünni İslam’ın Alevilere yönelik düşmanca muamelesinden gayet iyi tanırız. AKP tabanının önemli bir kısmını oluşturan Sünni İslam’ın, tüm bir Osmanlı dönemi boyunca olduğu gibi, normalde Aleviliğe Ortodoksluktan da daha hoşgörüsüz ve insafsız davranması pekâlâ mümkündür, çünkü Sünni İslâm’ın nezdinde Alevilik kendi erişim ve rekabet alanı içindeyken, Ortodoksluk bu alanın dışında kalan ayrı bir dinin mezhebidir. Fakat sözünü ettiğimiz milliyetçi damarın etkisiyle, Ortodokslara gösterilen hoşgörüsüzlük Alevilere gösterilenden de beter hale gelebilir. Ümmetçiliğin bu yobaz yönü, zaten varolan milliyetçi damarla birleştiğinde, mükemmel bir Türk-İslam kıskacı şeklinde, AKP iktidarının hareket kabiliyetini hayli sınırlamış olabilir.
Fakat hükümetin önünü tıkayan asıl direncin, AKP tabanından veya toplumdan değil, doğrudan doğruya devletten geldiği de ileri sürülebilir. Hükümetin iyi niyetli olduğu, lâkin sivil ve askeri bürokrasinin engelini aşamadığı yolundaki yaygın kanaatte kuşkusuz bir gerçek payı var; ancak hükümetin bazen kendi irade eksikliğini saklamak için bu kanaatin arkasına saklandığı da bir gerçek. Her halükârda, YÖK’ten cumhurbaşkanlığına dek, devletin en önemli organlarını ele geçirip, orduyu da köşeye sıkıştıracak kadar ileri gidebilmiş bir iktidarın, bir azınlık okulunu bir formülünü bulup açtırmakta iktidarsız kalması pek inandırıcı olmasa gerek!
İnandırıcı veya değil, nedenleri ne olursa olsun, AKP iktidarının Patrikhane ve genel olarak Rum cemaatine yönelik olumlu girişimlerinin arkasının gelmediği ortada. Bu iktidarın artık sekizinci yılını sürerken, diğer bütün konular bir yana, daha şu okul sorununu bile çözememiş olmasının hiçbir makul açıklaması veya mazereti olamaz. Burada sözkonusu olan, günün moda deyimiyle eğer bir “açılım”sa, bu açılımın fiyaskoyla sonuçlandığı aşikârdır. Eğer Patrikhane konusundaki bir küçük açılım bile fiyaskoyla son buluyorsa, Patrikhane’den kat be kat önemli olan Kürt sorununa yönelik bir “büyük” açılımdan nasıl iyi bir sonuç çıkabilir, doğrusu meçhuldur. Burada bütün mesele aslında, beklentilerin hızla yükselmesine yol açıp veya izin verip, ardından bu beklentileri hiçbir şekilde karşılayamama aczinde yatmaktadır. Beklentileri karşılayamamak veya karşılamaya samimi bir niyeti varsa da bu niyeti gösterememek, bu beklentilerin doğmasını daha başından engellemeye çalışmaktan daha kötü sonuçlar verebilir. Görülen o ki, Kürt meselesinde halen yaşanmakta olan kargaşa, büyük ölçüde bu durumdan kaynaklanmaktadır. Arkası nasıl geleceği meçhul olan, yahut gelmeyeceği apaçık belli olan bir “açılım”, öfkeleri taşırmaktan, isyan duygusunu büsbütün kabartmaktan başka bir işe yaramamış gibidir. Patriğin son çıkışını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir: aldatıcı işaretlere, tutulmamış sözlere karşı gösterilmiş bir tepkidir bu.
Kimisine göre Patrik, “çarmıha gerildik” demekle, yalnız Türkiye’ye meydan okumakla kalmamış, Türk halkını da “rencide etmiştir”. Birilerini rencide ettiği muhakkak, ama rencide olanlar olsa olsa, Patrik ve camiasını çarmıha germe ithamını üstüne alınanlardır, başkaları değil—topyekûn “Türk halkı” hiç değil.
“Türkiye’ye meydan okuma”ya gelince, bu yoruma açık bir durumdur tabii. Bir bakıma, her meydan okuma, tanım gereği insanın canına “tak dediği” noktada başlar. Bu anlamda evet, Patrik çok sembolik bir düzeyde kalsa da, Türkiye’ye meydan okumuştur. Ne var ki, son tahlilde bunun Türkiye’nin aleyhine değil, lehine bir durum olduğunu görmek gerekir.
Çünkü Patriğin bu meydan okuyuşu, Ortodoks dünyası ve Yunanistan içindeki güçlü ve etkin bir çevreye neredeyse polemik bir cevap niteliği taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Patriğin çıkışı Türkiye’den çok, bu çevreye yönelik bir meydan okumadır esasen.
Atina ulusal kilisesinin bugünkü başpiskoposunun bir önceki selefi olan merhum Hristodulos’un özellikle 90’lı yıllarda başını çektiği ve sesini duyurduğu bu çevre, Türk-İslam sentezinin bir Yunan versiyonu sayılabilir. Son zamanlarda sesi daha az çıkıyorsa da, bu çevrenin temsil ettiği Elen-Ortodoks sentezinin Yunanistan’daki gücü, Türk-İslam sentezinin Türkiye’deki gücünden az değildir. O sıfatı hiç kullanmasa da, tabiatıyla fevkalâde milliyetçi olan bu çevre, uzun zamandır Patrikhane ile derin bir rekabet ve çekişme içindedir. Patrikhane’nin tarihten gelen idari ve ruhani otoritesinin sınırlandırılması için çaba harcar, ayrıca Patrikhane’nin Türkiye’nin Avrupa yolculuğunu destekleyen politikasına şiddetle karşı çıkar, Türkiye’nin Batı kulübünden tamamen dışlanmasını ve daima dışında tutulmasını savunur. Türkiye’nin Batı’nın dışına savrulması durumunda Patrikhane’nin içine düşeceği ilave zorluklar ve hatta düpedüz yokolma tehlikesi, bu çevreyi pek ırgalamaz; bu ihtimale karşı zaman zaman dile getirdiği çözüm önerisi şudur: Patrikhane tasını tarağını toplayıp Türkiye’yi terketmeli, Yunanistan’da idari denetiminde bulundurduğu pekçok yerden birine (örneğin Patmos adasına) yerleşmeli ve varlığını ve misyonunu daha rahat şartlar altında orada sürdürmelidir. Bu çözüm önerisinin başlıca gerekçelerinden biri de, Patriğin Türkiye’de zaten bir “rehin” durumunda olduğudur: Patriğin başında olduğu kilise, tutsak bir kilisedir; Patrik bu kiliseye hakkıyla yön veremez, çünkü düşündüğünü söyleyemez; bu anlamda da sözünün hükmü yoktur.
Patriğin bütün bu eleştiri, öneri ve yakıştırmalara karşı uzun yıllar sabır ve kararlılıkla direndiği ve zamanla Yunanistan’da da kendine bir taraftar kitlesi bulduğu söylenebilir. Ama Patriğin konumunu belki de en beklenmedik şekilde, bir hamlede kat be kat güçlendiren, bu son çıkışı olmuştur. Eğer bu çıkışı gerçekten de bir meydan okumaysa, Patriğin artık bir rehin olmadığı sonucuna varmak gerekir. Yalnız eleştirilerini paşa paşa dile getirmekle yetinmeyip, icabında protestosunu ortaya koymak ve rest çekmekle Patrik, “kefeni yırtmış”, rüştünü ispatlamış olmaktadır bir bakıma. Görülen o ki, “Konuşan Türkiye”nin ayrılmaz bir parçasıdır artık Patrik.
Kuşkusuz, kopan gürültü karşısında Patrik, ortamın daha fazla kızışmasına müsaade etmeyecek, yatıştırma yoluna gidecektir. Umarız bunu yaparken tamamen kabuğuna çekilmez, yakın çevresi de gereksiz ve yersiz mazeretlere sığınmaz. Gönül ister ki Patrik, bundan böyle yalnız Amerikan medyasında değil, Türk medyasında da istediği demeci istediği gibi versin. Hiç kuşku yok ki bunu yapabilmesi, yalnız kendi davasının değil, Türkiye’nin de hayrınadır.

Adnan Ekşigil

641070cookie-checkPatrik ve sabır taşı
Önceki haberBeyin yıkama. TSK düşmanlığının başlıca nedeni?
Sonraki haberGeçen yıldan yeni yıl geçişi sorgulamak
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.