Polatlı’daki kum fırtınasının Amerika ile ilgisi neydi?

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE – Polatlı’da yaşanan dehşet verici kum fırtınası Türkiye’nin kuraklık ve çölleşme riskini bir kez daha anımsattı. Ancak ülke gündeminin olağanüstü yoğunluğu arasında yeterince tartışılmayan bu önemli sorun küresel iklim krizinin de etkisiyle daha da büyüyebilir. Türkiye’deki aydınların ilgisi daha çok siyasi ve güncel konulara odaklanıyor. Oysa coğrafyanın ve iklimin binlerce yıllık tarihi bu toprakların hafızasına kazınmış durumda ve bugüne çok şey söylüyor. Polatlı’da yükselen ve kentin üzerini kaplayan toz bulutu, aslında toprağın hafızasında kayıtlı olan mesajlarla yüklü. Ancak bu konuda mesajdan çok daha açık ve acı sonuçlar doğuran deneyimler de var. Polatlı’daki kum fırtınasının benzerleri, 1930’ların Amerika’sında da yaşanmıştı. Üstelik Türkiye’nin arazi yönetimi ve tarım politikalarına bakılırsa, nedeni de aynıydı.

Amerika’da 1930’larda geniş bozkırların tarıma açılması ve toprakları tutan meraların sürülerek tahrip edilmesi, insan eliyle ortaya çıkan en büyük çevre yıkımlarından birini yaratmıştı. “Dust Bowl” (Toz çanağı) olarak anılan kum fırtınaları, aşırı kuraklığın da etkisiyle milyonlarca dekarlık alanda etkili olmuş ve yüzbinlerce insanın yaşadığı yerleri terk etmesiyle sonuçlanmıştı.

BEDAVA ARAZİ YAĞMASI MERALARI ÇÖLE ÇEVİRDİ

Kenti terk edip kırsalda doğal, zehirsiz ve sağlıklı gıda üretimiyle uğraşmak için toprağa gönül veren beyaz yakalılardan biri olan Yeşim Güriş’in anımsattığı ‘Toz Çanağı’ felaketi, daha çok üretim, daha çok kazanç beklentisiyle yok edilen meraların sürülerek toprak tutucu bitkilerden arındırılmasının ardından başlamıştı. Toplumsal ve ekonomik maliyeti ise çok büyük oldu. 1862’de çıkarılan ve her Amerikan vatandaşının 5 yıl boyunca ekmesi koşuluyla 160 dekar araziyi işgal etmesinin önünü açan düzenlemenin (Homestead –Çiftlik evi- Yasası) ardından 6 milyon civarında insan ovaları doldurmuştu. Amerikan Senatosu daha sonra hibe arazileri genişleterek 1909’da 360 dekara çıkardı. Yaklaşık 50 yıl süren yerleşimler boyunca Kansas, Colorado, Nebraska, Oklahoma ve Teksas gibi bölgelerde milyonlarca dekarlık arazi önce atlı Pullukçularla, ardından traktörlerle sürüldü. Yasa yoksul insanlara toprak, ev ve zenginleşebilecekleri bir hayat sunmayı amaçlıyordu ama kısa süre içinde tahrip edilen geniş düzlükler kısa süre içinde büyük bir çevre yıkımının kaynağı oldu. 1930’larda yaşanan şiddetli kuraklık ve rüzgâr yıllardır tutucu bitkilerden temizlenen arazileri çöle çevirmişti ve büyük kum fırtınaları her şeyi yok etti.

JOHN STEİNBECK’İN ROMANLARINDA ANLATTIĞI İNSANLARIN DRAMI

İnsanın kendi kişisel çıkarı için doğal kaynakları ölçüsüz biçimde kullanmasının yarattığı en dramatik manzaralardan biri olan Dust Bowl felaketi, 1930’lu yılların Amerikan toplumunda izleri kolay silinmeyecek derin yaralar bıraktı. Romanlara, filmlere konu olan bu çevresel yıkım, ünlü romancı John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar ve Gazap Üzümleri adıyla dilimize çevrilen romanlarına da konu olmuştu.

EVLERİNDEN OLAN 800 BİN İNSAN OKİLER DİYE ANILDI

Steinbeck’in Gazap Üzümlerinde anlattığı mevsimlik ve göçebe işçiler, Toz Çanağı felaketi yüzünden evlerinden olan ve Kaliforniya’ya doğru göç eden Oklahomalı’lardı. Dönemin toprak sahipleri ya da onları kendilerine rakip olarak gören, daha ucuza çalışarak işlerini ellerinden alacağını düşünen yerleşiklerin söyleyişiyle, “Okiler”. Ancak yalnızca Oklahomalılar değil, kum fırtınalarının vurduğu Arkansas, Texas ve Missouri gibi bölgelerden göç etmek zorunda kalan yaklaşık 800 bin insan ‘Okiler’ olarak anılacaktı.

ÇİFTÇİLERE EROZYON EĞİTİMİ, OVALARA AĞAÇLANDIRMA

 Amerikan yönetiminin bu büyük kum fırtınasından ders almasıyla tahrip edilen büyük ovalar kısa süre içinde restore edilerek 1940’lı yıllarda bu sorun büyük ölçüde giderilmişti. Kum fırtınalarının yaşandığı dönemde, Amerikan Tarım Bakanlığı bünyesinde kurulan Erozyonla Savaş Dairesi (Soil Conservation Service), çiftçilere erozyonu azaltacak yöntemler konusunda çiftçileri eğitti. Bu dönemde yaklaşık 30 bin kilometrekare büyüklüğündeki arazi rüzgâr perdesi oluşturmak için ağaçlandırıldı.

POLATLI VE İÇ ANADOLU’DA YAŞANANLAR TOZ ÇANAĞINI ANIMSATTI

 Polatlı’da yaşanan felaket, her yönüyle Amerikan toplumunun 1930’larda yaşadıklarını anımsatıyor. Türkiye’nin bitki sosyolojisi alanındaki öncü bilim insanlarından biri olan Botanikçi Prof. Dr. Hikmet Birand (1904-1972), Anadolu coğrafyasının hafızasına dikkatli bakmayı bilen akademisyenlerimizden biriydi. Birand, Polatlı’da bugün sonuçlarını yaşadığımız Orta Anadolu bozkırlarının tahrip ediliş öyküsünü, “Alıç Ağacı ile Sohbetler” adlı kitabında özetle şöyle anlatıyor:

‘GÖÇMENLER YERLEŞTİRİLDİ, BOZKIRDA YENİ TARLALAR AÇILDI’

“Hemen hemen yalnız hayvancılık yapan ve pek az ekin eken insanların sürekli olarak oturan insanların yaşadığı iç Anadolu ovaları 19. Yüzyılın ikinci yarısında yeni gelişmelere sahne olur. 18. ve 19. Yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğunda çöküntü başlar, Birinci Cihan Harbinin sonunda imparatorluğun tasfiyesiyle sona erer. İmparatorluğa bağlı ülkeler artarda egemenliğimizden çıkınca, Güney Rusya ve Balkanlardan gelen göçmenlerden birçoğu İç Anadolu’ya yerleştirildi ve ova bozkırlarında yeni köyler kuruldu… Göçmenler, eski yurtlarında alışık oldukları tarım usullerini İç Anadolu’da uyguladılar. Bozkırda yeni tarlalar açıldı. Pulluk, ekin biçme, tohum saçma makineleri gibi yeni araçlar da işlerini kolaylaştırdığı için hayvancılıktan çok tarıma önem verdiler.”

TRAKTÖRLER ÇOĞALINCA BOZKIR ALTÜST EDİLİYOR

Bozkır ovalarında türeyen yeni köylerin İç Anadolu’ya bir canlılık getirdiğini ve nüfusun artmasını sağladığını belirten Birand, başlangıçta hayvan gücüyle sürülen arazilerde yapılan tarımın meralara pek fazla zararının olmadığını ancak traktör, biçerdöver gibi motor gücüyle çalışan modern tarım araçlarının sürme, ekme ve harman işlerini kolaylaştırmasının yalnızca köylülerin değil, asıl işi tarım olmayan kişilerin de bu alana yönelmesine neden olduğunun altını çizerek bu dönemi şöyle özetliyor:

‘BOZKIR BİR YOL SÜRÜLDÜ MÜ, BİTKİ ÖRTÜSÜ DE DEĞİŞİR’

“…işi gücü çiftçilik olmayanların da himmetiyle bozkır altüst edildi. Sürülmeden, ekilmeden kalan yerler çorak, bataklık tavalarıyla, ince kumlu ya da çakıllı, taşlı, yufka temelli boz topraklardır ki bunlar meralara ayrılmıştır… Ama bozkır da bir bitki birliğidir. O da hoyrat müdahalelerden zarar görür, bozulur. Eski ormanlarda olduğu gibi uygulanan bir kaptı-kaçtı işletmeciliği bozkırı da harap edebilir… Bugün Anadolu ovalarında sürülmemiş bir karış toprak kalmadığı gibi, sürülmesi caiz olmayan eğri yamaçlar kekik, geven bozkırları da birçok yerlerde ekin tarlalarına çevrilmiştir. Bu sonunculardan birkaç yıl ekildikten sonra toprağın beti bereketi kalmayınca terk edilmiş olanlar bile vardır… Ama bozkır bir yol sürüldü mü bitki örtüsü de değişir…”

ORTA ANADOLU İKLİM KRİZİNE NASIL HAZIRLANIYOR

Hikmet Birand, bundan yaklaşık 60 yıl öncesinden seslendiği kitabında İç Anadolu bozkırlarındaki altüst oluşu böyle özetliyor. Ancak bu süre içinde Polatlı’yı da kapsayan Orta Anadolu’nun bozkır ekosistemi birkaç kat daha bozuldu. Kuraklığın baskın olduğu yıllarda sürülmüş toprağın kızgın güneşin altında kavrularak kuma dönüşmesi, kum fırtınası gibi felaketlerin yaygınlaşmasına neden olabilir. Bölgede yıllardır zaman zaman görülen küçük ölçekli benzeri toz fırtınaları arazi üzerindeki baskıların artmasıyla gelmesi muhtemel yıkımların habercisi. Ancak iklim krizinden en fazla etkilenecek bölgelerin başında gelen Orta Anadolu’ya özel bir yol haritası var mı bilmiyoruz. Eğer varsa ilgili kurumların buna yönelik kamuoyunu bilgilendirmeleri gerekiyor.

250 BİN İNSANIN ÖLÜMÜNE YOL AÇAN BÜYÜK KITLIK: 90 KITLIĞI

Orta Anadolu coğrafyasının hem uzak hem de yakın tarihinde kuraklık ve buna bağlı kıtlıklar yaşandığı biliniyor. Hititlerden Osmanlı’ya Anadolu coğrafyasını kullanan toplumların hafızasında kuraklık ve kıtlık her zaman önemli bir yer tutmuş. Ancak Ankara ve çevresi için yakın tarihteki kuraklığa bağlı en büyük kıtlık, “90 kıtlığı” olarak bilinen ve 1873-1875 yılları arasında büyük can ve mal kaybına yol açan kıtlık. Sultan Abdülaziz döneminde yaşanan ve Orta Anadolu’da etkili olan kıtlık Ankara, Kayseri dışında Kastamonu’da yaklaşık 250 bin insanın ölümüne yol açmış.

ANKARA, KAYSERİ, KASTAMONU’DA İNSANLAR ÖLDÜ, SÜRÜLER KIRILDI

Kendisi de bir bozkır çocuğu olarak dünyaya gelen Karaman kökenli Hikmet Birand, Alıç Ağacıyla Sohbetler kitabında söz konusu kıtlığa ilişkin ayrıntılara da yer veriyor: “Ankara’da 90 kıtlığını hatırlayan eski Ankaralılardan, o zamanlar köylerden kentlerden Anadolu’nun başka yerlerine göç edenlerden o felaketleri dinledim. Ankara’da halen söylenen bir söz var, açgözlülere derler ki; ‘90 kıtlığından mı çıktın?’ 90 kıtlığı, 1290 (1873) yılında, yağışların pek az olması, 1874 kışının da şiddetli geçmesiyle baş gösteren kıtlık ve açlık yüzünden yalnız üç ilimizde; Ankara, Kastamonu ve Kayseri’de 250 bin kişinin ölmesi, sığır ve davar sürülerinin tüm kırılmış olmasının acıklı anısıdır artık. Daha önceleri Anadolu’da kötü, kurak yıllar geçirmiştir. Hatta İç Anadolu’ya yeni geldiğimiz yıllarda Selçuklu Türklerini perişan eden, insanları ölü eti yemek zorunda bırakan bir kıtlık olduğu da rivayet edilir.”

1943’TE KONYA’DA 250 BİN KOYUN AÇLIKTAN ÖLDÜ

Birand, Orta Anadolu bozkırlarının sürülüp tarlaya dönüştürülmesinden önce de Osmanlı döneminde çeşitli zamanlarda kuraklığa bağlı açlıktan hayvan telefleri olduğuna değinir. Ancak bunların birçoğu kayda bile geçmez. Daha yakın tarihlerde, 1943’te yaşanan kuraklığa ilişkin tanıklığını da kitabında aktaran Birand, şunları anlatıyor: “1943 kışında yalnız Konya ovasında 250 bin koyun kırıldı. İlkin buna bulaşıcı bir hastalığın sebep olduğu sanılmış ve köylülerin ricası üzerine Konya Valisi bu korkunç hayvan kırımının nedenini anlamak için Ankara’dan uzman gönderilmesini istemişti. Hayvan beslenmesinde uzman bir arkadaşımla ben Konya’ya gittik. Ova köy ve kentlerinde zarar büyüktü. Ama en büyük telefat Karapınar ilçesinde olmuştu. Orada bir koyuncu bana güzün sahip olduğu 800 koyununda kış sonunda 12 koyun kaldığını anlattı. Bu ilçe halkı kuraklıktan tahıl tarımına pek güvenmediği için eskiden beri büyük ölçüde koyunculuk yapar. Yazın ilçeye giderseniz hükümet memurlarından ve pazarcılardan başka insanlara pek az rastlanır. Yerliler oba denilen tek gözlüm yayla evlerine göçerler. Bütün yazı sağım süresince orada geçirirler. Obalar yavşan ve kekik meralarının üzerinde kurulmuştur. Akarsu yoktur. Su, 30-40 metre derin kuyulardan çekilir… Gezip görmüştük. Hayvanların kırılmış olmalarının tek nedeni açlıktı.

BOZKIRDA BÖYLE KÖTÜ YILLAR DA OLUR

Bozkırda böyle olumsuz kötü yıllar da olur. Eğer yağışlar kıt olursa baharda yıllık otların çoğu sürmez. Sürse de gelişmez. Uzun ömürlü bitkilerin sürgünleri de büyümez. Meralar da cılız kalır. Böyle yıllarda koyun sürüleri bozkırda ne sürmüş, ne yeşermişse, daha yaz gelmeden hepsini yer tüketirler. Kışa hiç bir parça bırakmamacasına yavşanları da diplerine kadar sömürürler. Kış çetin ve karlı da olursa hayvanlar için de hayvancı köylüler için de bir felaket olur. Çünkü kışın bozkırda kurulan üstü açık, kenarları kamışla çevrili ağıllarda yem de verilmez hayvanlara. O kış da öyle olmuştu…” (1)

‘BİR DÜZENE KONULMAZSA SONUCU İYİ OLMAYACAK’

Türkiye’nin değerli bilim insanlarından biri olan ve Anadolu coğrafyasını karış karış çalışarak değerli çalışmalar bırakan Hikmet Birand, Konya’da tanık olduğu trajik manzaraların ardından 1960’lardan bugüne sesleniyor: “Ben o zaman eskiden aşinası olduğum bozkırı ilk defa başka bir açıdan görüyordum. Son gelişmeler bir düzene konamazsa sonucunun iyi olmayacağı belirmiş gibiydi.”

KITLIK BÖLGESİNDEN KAÇANLAR İSTANBUL’DA DİLENİYORDU

Arazi planlaması ve kullanımı konusunda alabildiğine keyfiliğin sürdüğü Türkiye’nin yakın ve uzak tarihinde kuraklık ve çeşitli nedenlerle yaşanmış olan kıtlıkların epeyce bir yer tutmasına karşın bununla ilgili yapılan araştırma ya da akademik çalışma yok denecek kadar az. Bu az sayıdaki çalışmadan biri Yener Bayar’ın 2013’te hazırladığı yüksek lisans tezi. Bayar, 1873-1875 Orta Anadolu Kıtlığı’nı ele aldığı çalışmasında, Osmanlı’nın merkez bürokrasisinin yaşanan kıtlığın bütçeye zararının dokunmamasını sağlamaya uğraştığını ve bölgede harcanmayarak İstanbul’a aktarılan gelirlerin devam eden süreçte daha büyük zararlara neden olduğunu kaydediyor. Orta Anadolu kıtlığından etkilenenler için İstanbul’da yardım toplandığını, Mayıs 1874’de kıtlık bölgesinde kaçarak İstanbul’a gelen afetzedelerin kentte dilencilik yaptıklarını, dönemin kaynaklarından aktaran Bayar, “Açlıktan kaçan afetzedeler İstanbul’a geldiklerinde cami avlularında, sokaklarda ve şurada burada 1874 yazını geçirdiler. Üç-dört ay sonra devlet bunları toplayarak Eyüp- Bahariye’deki eski İplikhane binasına yerleştirdi. Belgelerden bürokratların bu muhacirlerden rahatsız oldukları anlaşılıyor… Başkent halkı bu afetzedeleri hem Türkçe konuştukları için ata yadigârı olarak görüyor hem de bu hallere düşmelerinden belki de kendilerine pay çıkarıyorlardı. Fakat Basiretçi Ali Efendi ve gazetesi (Basiret Gazetesi) bu ikilimden çabuk sıyrıldı. Orta Anadolu halkı kendi memleketlerinde kalıp ziraat yaparak vergi verdikleri takdirde kardeş ve vatandaş olabilirlerdi. İstanbul’da dilendikleri zaman ise ‘ahlaksız adamlar’ oluyorlardı.” (2)

GAZAP ÜZÜMLERİNDE TOZ ÇANAĞI: ŞAFAK SÖKTÜ AMA GÜN DOĞMADI

John Steinbeck, Oklahoma’nın kırmızı ve gri topraklarına yerleşen çiftçilerin kuraklıkla tanışmalarını ve mısır tarlalarını kuruyup solmaya başlamasını betimleyerek başlayan Pulitzer ödüllü romanında, toz felaketinin adım adım gelişini ve ardından bıraktığı korkunç manzaraları şöyle anlatıyor:

“Toprak ince, sert kabuk bağladı ve gökyüzüyle birlikte soldu. Kırmızı bölgelerde pembemsi, gri bölgelerde beyaza yakın bir renge büründü. Suların açtığı yarıklarda toprak küçük kuru akarsular halinde toz olup aktı… Ardından haziran geldi, güneş daha kızgınlaştı. Haziran’ın ortalarından sonra kapkara yağmur bulutları Texas ile körfezin üstünden çekilip gittiler… Kuruyan mısırlara şöyle bir çarpıp geçen ılık bir rüzgâr bulutları kovalıyor, onları kuzeye doğru sürüklüyordu. Aradan bir gün geçmeden rüzgâr şiddetlenmiş, toz yollardan kalkıp tarlaların kıyısındaki otların ve az da olsa tarlaların üstüne yayılmıştı… Gece boyunca rüzgâr şiddetlendi. Sinsice mısırların köklerini oydu… Şafak söktü ama gün doğmadı… Sanki gün batmış, alacakaranlık çökmüştü ve gün ilerledikçe bu loşluk yerini karanlığa bıraktı. Rüzgâr, yere yatmış mısırların üstünde çığlık atıp inildedi. Geceleyin kopkoyu bir karanlık bastı ortalığı. Yıldızlar tozu delip yeryüzüne inemiyor, pencerelerden sızan ışık bahçelerin ötesine dek yayılamıyordu.  Artık toz havaya düzgün bir yoğunlukta karışmıştı. Evler sıkı sıkı kapatılmış olmasına, kapı ve pencere pervazlarına bez tıkıştırılmasına rağmen ince zerreler halinde içeri sızan toz havada görülmüyor ama sandalyelerin, masaların, tabakların üstüne çiçek tozu gibi yayılıyordu. İnsanlar omuzlarını fırçalıyorlar, küçük toz çizgileri kapı eşiklerini çevreliyordu… Gece yarısına doğru rüzgâr geçti, ülkeyi sessizce terk edip gitti. Sonra horozlar öttü, onların sesleri de boğulup yok oldu… Sabah bölgeyi sis gibi kaplamıştı toz. Kan rengi güneş kıpkırmızı parıldıyordu. Bütün gün gökten toz yağdı, bu toz yağmuru ertesi gün de sürdü. Dümdüz bir örtü gibi kaplamıştı toprağın üstünü. Mısırların üstüne yayılmış, çitlerin, tellerin üstünde birikmişti. Çatıları, çalıları ve ağaçları baştan aşağı örtmüştü…”(3)

________________

Kaynaklar:

(1): Alıç Ağacı ile Sohbetler, Hikmet Birand. TÜBİTAK Yayınları, 4. Basım-1996

(2): 1873-1875 Orta Anadolu Kıtlığı, Yener Bayar. Marmara Ün. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2013.

(3): Gazap Üzümleri, John Steinbeck. Oda Yayınları, 5. Basım 1994

*Orta Anadolu’da Ankara ve Eskişehir civarındaki göçmen yerleşimlerine ait fotoğraflar 2. Abdülhamid döneminde oluşturulan Yıldız Albümlerinden alınmıştır ve 19. Yüzyılın sonlarındaki yerleşmeleri yansıtmaktadır. (İ.Ü Kütüphane ve Dkm. D. Bşk. Arş.)

 

2451350cookie-checkPolatlı’daki kum fırtınasının Amerika ile ilgisi neydi?
Önceki haberOsmanlı’dan bu yana yedi düvelin en iyi zillerini üreten: ZİL – ZİLCİ – ZİLCİYAN  
Sonraki haberDolar/TL 7,54’ü aşarak rekor kırdı: Kurdaki yükseliş sürecek mi?
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.