İNGİLTERE… Popülist sağın ‘sandık’ oyunları

İngiltere’de genel seçimler 2020 yılında olmasına rağmen Başbakan Theresa May, geçen hafta ani bir kararla 8 Haziran’da erken seçim yapılacağını açıkladı. Daha bir kaç hafta öncesinde, İskoç parlamentosunun yeni bir bağımsızlık referandumu talebini reddeden ve Brexit (AB’den çıkma kararı) süreci bitmeden böyle bir seçimi gündeme getirmenin bile ülke çıkarlarına neredeyse bir ihanet olarak tanımlayan May, şimdi kendisi genel seçim kararı aldı; üstelik, sadece yedi hafta sonrasına verdiği bir tarihte!

Biz Türkiyeliler, “velev ki öyle dedim,…” diye başlayan u-dönüşleri kanıksadığımız için bu gelişmeye bir tepki vermeyebiliriz. Ancak, demokrasileri biraz daha oturmuş İngiltere gibi bir ülke için politik bir “şok” yaratması kaçınılmazdı, aynı anda da merak: Başbakan, neden, aniden ve açıkça yalancı durumuna düşmeyi de göze alarak böyle bir karar aldı?

Theresa May’in bu kararının güdüsü, en basit anlatımla, muhalefeti tuzağa düşürmekti şüphesiz. Bir taşla çok sayıda kuş vurma arzusunun tipik bir örneğiydi: Başına Jeremy Corbyn’in gelmesiyle İşçi Partisi’nin oy oranının, anketlere göre, büyük oranda düşmesi; İşçi Partisi içinde yine, Jeremy Corbyn’in genel başkan seçilmesinden beri süren sürtüşmeler nedeniyle yeterli muhalefet yapamaması; AB’den çıkış (Resmen 29 Mart’ta bildirildi) pratik olarak başlamadığı için, Brexit‘in ekonomik ve politik sonuçlarının henüz ortada olmaması; dolayısıyla, insanların henüz günlük yaşamlarında bu kararın etkilerini görememesi ve tabii ki, Brexit sonuçlarının olumsuz olması halinde -ki bu, neredeyse kesin- 2020’de yapılacak seçimlerde Muhafazakar Parti’nin şansının büyük oranda düşme olasılığı…

SANDIKLARA GÖMÜLEN DEMOKRASİLER

Bütün bu ayrıntılar İngiltere’de yaşamayanlar için çok anlam taşımayabilir, ne ki, İngiltere örneği ve son yıllarda batı demokrasilerinde yapılan seçimlere baktığımızda, ‘demokrasi’ ve ‘sandık’ arasında, seçmenler aleyhine gelişen bir paradoks görüyoruz. Şöyle; özgür seçimlerle tanımlanan demokrasiler giderek ‘sandık’a indirgeniyor; sandıktan çıkan çoğunluğu  temsil eden görüş, bu gerekçeyle, toplumun geri kalan kesimi üzerinde bir tahakküm kuruyor, seçkin bir zümrenin çıkarları temelinde aldığı kararları dayatıyor. Muhalefetin sesi  kısılmaya çalışılıyor. ‘Özgürlük’lerin içi boşaltılarak, sandıktan galip çıkanlar bunu, ‘mutlak’ bir güce dönüştürmek için kendisine verilmiş bir ‘manda’ olarak kullanıyor. Adeta, sandığı halka karşı kullanma, Anarşizmin, “Eğer seçimler gerçekten adil olsaydı, kapitalist sistem seçimleri yasaklardı.” argümanını ters yönden kanıtlayan bir eğriyle, batı demokrasilerinin yönetimsel dokusuna yerleşen bir eğilime dönüşüyor.

İskoçyanın bağımzsızlık referandumundan, Brexit’e, ABD’de Trump’ın başkan seçilmesinden Türkiye’deki anayasa referandumuna kadar yapılan “demokratik” seçimlerin ortak noktası, iktidardaki bir avuç seçkinin bir şekilde seçimleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, hegemonyalarını sürdürmenin yolunu bulmalarıydı. Şimdi hemen bir itiraz gelecektir bu argümana; “Halkın tercihi öyleyse… halk seçmeseydi o zaman..!” Haklı da olurdu bu itiraz. Benim işaret etmek istediğim noktalardan biri de bu zaten. Nasıl oluyorda, bir avuç seçkin adına hareket eden siyasi hareketler geniş yığınların oyunu alabiliyor? Nasıl oluyor da, sürekli yalan söyleyenler yine sandıktan galip çıkabiliyor? AKP iktidarının şaibeli seçimini bir yana bırakalım, çünkü orada gerçekten oylarla oynanarak, sahtekarlık yapılmış bir seçim sözkonusu. Yukarıda örneklerini verdiğim batıdaki seçimlerde bu tarz sahtekarlıklar olmasa da, farklı ‘şaibe’lere tanık olduğumuz seçimler var önümüzde.

İskoçya halkının, Birleşik Krallıklar’dan ayrılmayı reddettiği referandum üzerinden daha iki gün geçmeden, İngiltere’deki parlamentonun (Muhafazakar Parti’nin) verdiği sözleri geri alması sonucu aldatıldığı; Brexit oylamasından yirmi dört saat geçmeden, AB’den çıkmayı savunanların aslında hiç bir planı olmadığını itiraf etmeleri ve Muhafazakar Parti liderlerinin (O zaman henüz başbakan olmayan Theresa May dahil) AB’de kalma kampanyası yaparken, gizlice işadamlarına yönelik toplantılarda AB’den çıkışı savundukları yani ikiyüzlü bir politikayla halkı kandırdıkları ortaya çıkmıştı. Trump’ın, Stand-up’çılara yıllarca yetecek malzeme sağlayacak traji-komik yalanlarla dolu seçim kampanyasını hatırlatmaya gerek yok sanırım. Yine de, “Önce Amerika” sloganıyla özetlediği seçim kampanyasının ana direklerinden birinin, Amerika’nın artık başka ülkelere müdahale etmeyeceği, kendine döneceği argümanı olmasına rağmen, Trump’ın, seçildikten iki ay sonra Suriye’yi bombalaması, Kuzey Kore açıklarına bir filo yollamasını hatırlatalım.

Geçtiğimiz Pazar günü Fransa’da yapılan başkanlık seçimlerinde de benzer bir ‘sandık demokrasisi’ vardı. Geleneksel sağ ve sol adaylarının elenmesiyle “final”e kalan iki adaydan biri, neoliberal pazar ekonomisi gurusu, bankacıların favorisi, kendini “hem sağda hem solda olan demokrat” olarak tanımlayan Macron’ (“Umut” olarak pazarlandı) du ve diğeri, ırkçı, faşist ve kendini, “ne sağda ne solda, halkın yanında yurtsever” olarak öne çıkaran Marine Le Pen’ (“Öfke”yi temsil ediyor) di. Fransız halkına sunulan daha önce “denenmemiş” adaylar… İlk turda elenen adayların çoğu destekleyeceklerini açıklamaları nedeniyle başkanlığı kesin olan Macron… Ölümü gösterip, sıtmaya razı etmenin klasik örneği.

Tüm bu seçimlerin ortak noktaları, sağın fütursuz bir bilgi kirliliği uygulaması, dijital ortamı yalan haber bombardımanına tutması, verdiği sözleri sandıklardan kendi partileri/görüşü çıktığı anda unutmalarıydı. Bunun karşısında dikkat çeken nokta ise, seçmenlerin  bunlara rağmen verdikleri desteği çekmemeleriydi.

İktidarı elinde tutan seçkinlerin iki yüzlü tavrını gerekçelendirmek zor değil; ‘çıkar’dır, onların motivasyonu. Şöyle de denebilir; politikanın ana dürtüsü zaten ‘çıkar’dır. Doğrudur da. Politikaların rengini belirleyen en temel unsur, öznel çıkarlardır. Çıkarları ortak olanlar parti, örgüt kurar, çıkarları zemininde siyasi görüşlerini belirler. O zaman, bu basit gerçeğe rağmen, bir avuç seçkinin çıkarlarını savunan iktidar partileri nasıl oluyor da, çıkarları tamamen zıt olan yığınların desteğini, oylarını kazanabiliyor?

Şüphesiz bu sorunun, koşullara bağlı çok katmanlı yanıtları vardır. Sık sık duyduğumuz bir argüman, demokrasilerin (Batı) bir krizde olduğudur. Yani, var olan ‘sistem’dir suçlu olan; bir anlamda, sistemi işleten -veya işletmeyenler- insanlar değil de, yetersiz ve bir türlü geliştiremediğimiz bir bilgisayar programının sonuçlarına katlanmak zorundaymışız gibi bir serzenişle sunulur bu argüman. Buna verilebilecek en basit yanıt şudur; bugün demokrasi ve sandık ilişkisi zemininde yaşanan sorunlar aşmak istense, binlerce yıllık demokrasi deneyimlerinin yarısı bile yeterli olabilirdi. Eğer olmuyorsa, sorun sistemden çok onu kullananlarda olduğu açıktır. Hem yönetenlerde, hem de yönetilenlerde.

GERÇEK TEMSİLİN OLMADIĞI DEMOKRASİLER

Demokrasilerin işlememesinin nedenlerinden birinin, toplumsalın ortadan kalkması ve insanların istatiksel yığınlara dönüşmesi olduğu konusunda daha 80’li yılların başında uyarıyordu bizi Jean Baudrillard.(1) Bunun yanında, bir temsil sorununa da dikkat çekiyordu. Bu görüşe günümüzdeki örneklerden bakarsak, ister, Türkiye gibi otoriter bir rejim altında yapılan seçimler, isterse, ABD başkanlık veya İngiltere’deki Brexit oylamasında olsun, yapılan seçimlerde toplumda yer alan sınıf veya katmanların öznel çıkarlarını gerçek anlamda temsil eden politik partilerin olmamasıdır. Karşılıklı birbirini besleyen bu iki neden, sorunu daha da derinleştirmektedir.

Demokratik seçimler, düşünce sistemlerinin bir yarışması zemininde yürütülmesi gerekirken, ‘evet/hayır’la yanıtlanabilen sorulara indirgenmektedir. Referandumların, doğası gereği iki yanıtla sınırlı seçimler olduğu söylenebilir, ki bu bile tam olarak gerçeği yansıtmayacaktır: Örneğin, Brexit oylamasında, İngiltere’nin AB ile olan oldukça karmaşık ilişkiler (ekonomik, politik, güvenlik, adalet, kültürel, vb.) ağının koparılması gündeme gelmesine rağmen, referandumda, neredeyse, göçmenlere karşı alınacak olan tavır oylanmıştı. Genel seçimlerin de referandumlardan pek bir farkı yoktur artık. Örneğin, İngiltere’de yapılacak olan 8 Haziran genel seçimlerinin, daha şimdiden Brexit‘in ikinci oylamasına döneceği görülmektedir. Günümüzde ne gerekçeyle yapılırsa yapılsın seçimler basit karşıtlara indingenmektedir. Ve görüldüğü kadarıyla, var olan politik partiler ‘karşıtlar’dan birini sahiplenip onun üzerinden kampanyalarını sürdürmektedir. Dolayısıyla, düşünceleri yansıtılmayan, görüşlerinin somut politikalara dönüştüğü pratiği göremeyen seçmen, yalnızca oy eğilimleri konusunda anket yapılan denekler bütününe dönüşmektedir.

Politik temsilin olmadığı yerde, sondajlar, saha araştırmaları ve kitle iletişim araçlarının demokrasinin yerini alması da kaçınılmazdır; tüm bunlar sistemin, Baudrillard’ın deyimiyle “simülatif” bir sisteme dönüşmesinin koşullarını yaratmaktadır. (2) Haber ve bilginin hiç bir zaman olmadığı kadar bol olduğu, ama aynı zamanda da, en az anlamın üretildiği bir dünyada yaşıyoruz. Var olan sistemin hedefleri de, düşünceler üzerinden bir üstünlük kazanmak yerine, kitlenin istatiksel çoğunluğunu yanına almakla sınırlı kalıyor. Basında yer alan haberler bile artık bir iletişim veya olguları anlamlandıracağımız bilgi/gerçekler  olmaktan çıkmış, kitlelerin tepkilerini ölçmeye yarayan bir tepkime aletlerini andırmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’deki anayasa referandumuyla, İngiltere’deki Brexit referandumu arasındaki fark, gerçekte, iki seçime de karışan ‘şaibe’nin niteliğinden başka bir şey değildir!

KİTLELEŞEN HALKLAR

‘Toplum’ kavramını kısaca, belli bir coğrafya üzerinde yaşayan ortak politik irade, kültür ve bir ilişkiler/davranış bütününe sahip olan insanlar olarak tanımlarsak, bunların ortaya çıkardığı yığına da ‘halk’ diyebiliriz. Neoliberalizmin başından beri ortadan kaldırmak istediği de işte bu, insanların böyle bir karakteristiğe bürünerek toplumsallaşmasıydı. Margaret Thatcher’ın, o meşum, “Toplum diye bir şey yoktur!” sözü hala kulaklarda çınlamaktadır. Çünkü toplum, politikanın ileticisidir; anlam üretir halk. Toplumsallığı yitiren halk ise, iktidarın elinde istediği şekli verdiği hamurlaşmış bir maddeye dönüşür. Halk, sınıfları ortaya çıkarırken, kitle, toplumsalın içinde kaybolduğu bir ‘kara delik’tir. Toplum politika üretirken, kitleler, geleneksel hiç bir teori ve pratiğe sığmazlar; Baudrillard’ın deyimiyle, “..edilgenlikle, vahşi doğallık arası bir yerdedir.” kitleler. Sınıf ya da halk gibi kendilerine başvurulabilen bütünlere benzemez kitle, göndereni yoktur. Sosyolojik gerçekliğini yitirir, öznesi, yüklemi, niteliği yoktur. Toplum, eleştirel düşünür, değerlendirir, ayırır ve seçer; kitle, değerlendirme yapmaz, anlam aramaz, sadece ‘büyülenir’ ve seçer. Kitlelerin gücü güncel ve geçicidir; akışkandır, kolayca savrulabilirler. Son yıllarda yapılan seçimlerde anket araştırmalarının doğru çıkmamalarının nedenlerinden biri de budur.

“Milli irade” kavramını sadece Türkiye’de  değil, sık sık batıda da duyuyoruz. Ancak, bu ‘irade’  sadece sandıklar gündeme geldiğinde hatırlanıyor. Ve ‘irade’den kastettikleri de, sandıktan çıkan oyların oranları ve onayladığı görüştür. Yoksa bu iradenin demokrasiye katılması, onu denetlemesi, seçimler arasında kararları etkilemesi söz konusu değildir. Önlerindeki sandığa odaklanmış kitleler, çoğu zaman kitle iletişim araçlarıyla kurgulanmış gerçekler arasında kendine bir yol ararken, kör noktada kalan demokrasiyi göremez. Sandıktan çıkan iktidarların gerçeğine tosladığında ise, iş işten geçmiş olur. Buna tepki olarak da, ya demokrasinin en önemli öğelerinden biri olan, insanların umutlarının gerçekleşebileceği bir irade aracı olması gereken seçimlere küser, ya da ütopyalarına yönelik görüşlere yöneleceğine korku veya öfkesine göre tercihini belirler, ana akım parti ve görüşleri cezalandırmak adına, aşırı sağın veya çıkarlarına tamamen ters görüşlerin kucağına düşer.

***

İki bin küsur yıllık deneyime rağmen bugün demokrasiyi, hala Platon’un ‘Mağara Alegorisi’ndeki zincire vurulmuş  insanlar ve gölgelere benzetiyorsak, en başta, ‘toplum’lar ve ‘birey’lerle ilgili çok ciddi sorular sormamız gerekiyor.

______________

(1) In the Shadow of the Silent Majorities, Jean Baudrillard

(2) Simülasyon sözcük olarak, “yapar gibi görünmek”, “taklit etmek” anlamlarını karşılasa da,         Baudrillard’ın geliştirdiği hipotez bir kavram olarak simülasyon, içinde olanların bunun bir            simülasyon olduğunun farkında olmadığı anlamını taşır. Baudrillard şöyle tanımlıyor: “Gizlemek, sahip              olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak; simüle etmek ise, sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi               yapmaktır. Birincisi bir varlığa (Şu anda burada bulunmaya) diğeriyse, bir yokluğa (Şu anda burada                 bulunmamaya) göndermektedir. Ancak bu olay sanıldığından daha karmaşık bir şeydir. Çünkü simüle           etmek “-mış” gibi yapmak değildir….” (Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard)

2085130cookie-checkİNGİLTERE… Popülist sağın ‘sandık’ oyunları

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.