Roman sanatı

Çalışmalara biraz ara vermek biraz soluklanmak için değişik bir şeyler okumak istedim. Kitaplara göz gezdirirken Mehmet Rauf’un Eylül’üne takıldım. Eylül’ü bana öğrencilik yıllarımızda Eray armağan etmişti, 22 mayıs 1958’de “Afşar’a sonsuz sevgilerimle unutulmamak arzusu ile ufak bir vesile” diye imzalamıştı. Yaşlandıkça sayılar büyüyor: o günlerden bu günlere epey zaman geçmiş. Eylül’ü o sıralar çok sevmiştim. Dünyayla ciddi bağları olmayan ve gündelik ilişkiler içinde yaşayan insanların iç dünyasına ayrıntılı bir gözle bakışı özellikle ilgimi çekmişti. Bu defa çok sevmedim. İnsanların ruhsal yapılarını ince ince anlatmak güzel ama bizi onların iç dünyalarına kapamak biraz sıkıcı oluyor. Ardı arkası gelmeyen ruh ayrıştırmaları. Birbirlerine el sürmeden yürekleri yana yana yasak aşk yaşayan iki insan: biri öbürüne dokunduğu anda bir ahlak sorunu çıkacak ortaya. Sonunda yazar konağı yakıp iki sevgiliyi ölüme göndererek romanı da ahlakı da kurtarıyor.
Mehmet Rauf oldukça kültürlü bir kişiymiş. Bugünün derinliği kendinden menkul irili ufaklı edebiyat adamlarına benzemiyor. Özellikle onun müzik bilgisi ilgimi çekti. “Mektebi Bahriye”de okumuş olmasına karşın böylesine yoğun bir müzik bilgisine ulaşmış olması şaşırtıcı. Keşke öbür romanlarını da okuma olanağımız olsaydı. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı memnu’su gibi Eylül de dünyaya sırtını dönmüş tuzu kuru İstanbul insanlarının duygusal ya da cinsel ilişkilerini ortaya seriyor. Toplum o kadar derinliksiz miydi yoksa edebiyat mı bu derinliği sezemedi? Edebiyat sezemedi bence. Önemli olan derinlemesine bakmaktır, ille derinlikli insanları anlatmak diye bir sorun da yok elbet. Osman Cemal’in Çingeneler’indeki insanlar derinlikli mi? Bakmayı bilmek önemlidir. Gene de Eylül’ün önemli olduğunu düşünüyorum, tıpkı Aşk-ı memnu gibi.
Öteden beri Reşat Nuri Güntekin’i hiç okumamış olmanın tedirginliğini yaşıyordum. Çalıkuşu’nu çocuk yaşlarımızda görev bilinciyle okumuştuk ama şimdi ondan hiçbir şey anımsamıyorum, özverili bir öğretmenin çırpınışlarından başka. Dün gittim yazarın üç romanını aldım. Dudaktan kalbe’yi yarıladım neredeyse. Roman daha yarıya varmadan bende buruk bir tat bıraktı. Reşat Nuri Güntekin kültür ataşeliği de yapmış bir eğitimci. Dudaktan kalbe Mehmet Rauf’un Eylül’ü kadar da derinlikli görünmedi bana. Edebiyat adamlarımızın özellikle romancılarımızın bir alışkanlığı var: kendileri gerçekliğe uyamadıkları zaman gerçekliği kendilerine uydurmaya çalışıyorlar. Bunun kaba açıklaması ben istedim oldu’dan başka bir şey değildir. Romanın gereklerine göre insanlar son derece acımasız olabiliyorlar ve gene romanın gereklerine göre aynı insanlar vur ekmeğini elinden al yumuşaklığında olabiliyorlar. İlişkiler raslantılarla götürülüyor.
Reşat Nuri bey Kenan diye bir garip adam anlatıyor bize. Bütün iyiliklere de bütün kötülüklere de eğilimli görünen biri. Türkiye’nin koşullarında nasıl olanak bulduysa düpedüz bir müzik dehası olmuş. Vaktini boş geçiren ve kadın gördü mü dizleri titreyen beline gevşek bir deha, acımasız bir kadın avcısı. Hem yüksek değerlerin peşinde koşuyor hem de sinek kağıdı gibi üstüne konanı bırakmıyor. Şunu ilke edinmiş: “Sevgiyi dudaktan kalbe indirmemeli.” Öyle ya canım, işi güzel güzel dudaklar düzeyinde götürmek varken kalbe ne oluyor? Dünyanın sanırım sefahate düşkün ilk ve son dahisi bu Kenan efendidir. Ruhunda hiçbir incelik yok ama kemanını çalmaya başladı mı gönülleri titretiyor. Sanırsın geç zaman Orpheus’u. Reşat Nuri beyin romanı böylece dünyayı basit kadın ve erkek ilişkisine indirgeyen sıradan bir romanı oluyor.
Okumayı sürdürüyorum. Romanın öbür yarısı beni mahcup edebilir. Ben mahcup olmaya razıyım. Şimdi birileri beni kıyasıya eleştirecekler: adam romanın yarısını okumuş bütünü üzerine eleştirmeci gibi konuşuyor… Romanı eleştirmiyorum, romanı eleştirmek gibi bir isteğim de yok. Ben uğradığım düş kırıklığından sözediyorum. Kültür alanlarının hemen hemen her kesiminde bir doğa yasası gibi karşımıza çıkan bu yüzeysellik ve tutarsızlık edebiyatta da yazgımız oldu neredeyse. Aşk-ı memnu’da olduğu gibi Eylül’de olduğu gibi Dudaktan kalbe’de de insan yok, o canlı o seven o kıyasıya kavga eden insan yok, o yürekli o değerleri olan insan yok, o dünyayı her türlü sorunuyla anlamaya çalışan insan yok. Alttan alta sinsi sinsi işler çeviren birileri var, küçük ilişkiler içinde olmaktan tedirgin olmayan birileri: hepsi birer taslak. Umut şimdi öbürlerinde, Yeşil gece’de ve Acımak’da.

644640cookie-checkRoman sanatı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.