SANATTAN… Gotik estetiğin dönüşü

Ebu Garip cezaevinden yeni işkence fotoğraflarının basında yayınlanması, ilk yayınlandığında yaşadığımız etkiyi yapmadı. Zaten geride daha yüzlerce fotoğraf olduğu o zaman da açıklanmıştı. Ayrıca, daha önceki  fotoğraflar, işgal ordularının Irak’ta yaptığı işkenceleri somut olarak kanıtladığından, yeni ortaya çıkan “albüm”  politik ya da hukuksal olarak büyük  bir değişiklik de getirmedi. Bu nedenle de, basını sadece bir iki gün meşgul etti. Oysa bu yeni fotoğraflar, daha önce gördüklerimizden oldukça farklıydı. Evet, işkence tekniklerinde, seçilen kurbanlarda, işkencecilerin kimliklerinde bir değişiklik yoktu. Ancak, bu yeni “albüm”ün farkı, fotoğrafların içeriğindeydi.

İlk ortaya çıkan fotoğraflar, işkenceciler tarafından, kurbanlarını konuşturmak amacıyla ve “hatıra” olsun diye, gelişigüzel kullandıkları cep telefonları ya da dijital kameralarla çekildikleri açıktı. Son günlerde ortaya çıkan fotoğraflar ise, kameraların arkasında düşünen, plan kuran, kompozisyon yaratan bir gözün varlığına işaret ediyor. Bu imgelerde, kamerayı tutan ellerin önceliği,  mahkumları bu fotoğraflarla tehdit etmekten, şahit oldukları olayları artık “sanatsal” bir gözle izlemeye doğru kaydığı izlenimi hakimdi.

Ebu Garip’teki insanlık dışı olayları, sanatsal bir ifadeyle tanımlamaya çalışmak, ironinin ötesinde insana bir ürperti veriyor. Diğer taraftan, son fotoğrafların diğerlerinden önce mi yoksa sonramı çekildiğini de bilmiyoruz. Yani bu “sanatsal gelişim”in baştan beri mi yoksa süreç içinde mi kazanıldığını kesin olarak söylemek mükün değil. Ayrıca, yayınlanan fotoğrafların, gazeteciler tarafından yüzlercesi arasından seçildiği gözönüne alınırsa, yapılan seçimle böyle bir koşullandırma yarattığı da ileri sürülebilir. Ancak her durumda, son albümdeki fotoğraflarda, sadece bir görüntüleme derdinden öte, bir ‘anlatı’, özgün bir ‘ifade’ olduğu yadsınamaz.

Herşeyden önce, bu imgelerde, daha öncekilerden farklı olarak, mekana özel bir ilgi var. Cinsellik ve şiddet ana konusu olmasına rağmen bu fotoğraflar, işkencelerin yapıldığı mekan, duvarlar, döşeme, içinde yer alan eşyalar ve en önemlisi de bu mekanda süregiden olayların bu mekan üzerindeki etkisi, izleri üzerinde yoğunlaşmış. Adli tıp fotoğraflarında rastladığımız kadar ayrıntıya önem veren bir gözün mekan üzerinde dolaşma hissi, bu imgelerde ilk dikkat çeken unsurlardan biri.

Kan izlerinin, yerlerde ve duvarlarda adeta bir fırça ile sürülmüşçesine yayılması, ister istemez, kanın, bir tür boya, insanınsa, fırça olarak kullanıldığı düşüncesini yaratıyor. Jackson Pollock’un, tuvalden yere indirdiği resimlerde kullandığı damlatma tekniğiyle, vücudunun hareketlerinin bir izdüşümü olarak tuvale aktardığı boyayı, burada işkence hareketlerinin izleri olarak duvar ve yerlerde okumak mümkün.

Hücre ve koridorlardaki kan izlerine odaklanmış bu fotoğraflardaki insansızlık ve sessizlik, anlatıya  ayrı bir boyut da katıyor. Duvarlardaki kan izleri, yerdeki çöp ve dışkılar, tuvalet  deliği, bir insan trajedisinden hemen sonrasına şahit olduğumuzun habercisi. Bazı fotoğraflarda insanlar olmamasına rağmen, elleri kolları bağlı bir mahkumun duvarlara çarpılarak açılmış kafasından akan kanların boyadığı duvarlar, acılara dayanamayıp bayıldıktan sonra çıplak bedenlerin yerlerde sürüklenerek, belki de işkenceyi sürdürebilmek için, tutukluları iyileştirmek üzere başka bir bölüme, götürülmesi, hücre sayısı yetmediği için tuvaletlerin bile hücre çevrildiğini ‘görmek’, inlemeleri, yalvarmaları, çığlıkları, küfürleri ‘işitmek’ olası.

İlk fotoğraflarda yüzleri saklanarak basılmış fotoğrafların aksine, bu yeni imgelerde artık işkence gören mahkumlar tamamen ortadan kaybolmuş, anonimleşmiş, anlatı,  soyut bir ekspresyonizme kaymıştır. Artık kurbanların, insan olup olmadıkları bile belli değildir. En azından kameranın arkasındaki gözler için bunun önemi yoktur. Bu yanıyla, toplumun üyesi ve bir birey olarak bu imgelerden öğrenme, dersler çıkarma, suçluluk duyma, yanıtlar arama da pek olası değildir. Bu nedenle yeni “albüm”deki fotoğraflar, bilgilendirme, belge olma işlevleri ötesinde, sanatsal bir boyutta yer almaktadırlar.

Şiddet, pornografi, gariplik, esrarengiz olan ve ölüm gotik estetiğin en temel konularıdır. Holywood filmlerinden, haberlere, görsel sanatlardan, romana kadar günümüz dünyasında bu tür imgelere artık alıştık. Bazen, akla gelen, alıntı yapılan görüntülerin, gerçek bir olaydan mı yoksa kurgusal bir yapıttan mı geldiğini karıştırdığımızı söylemek haksızlık olur mu? 

Yeni milleniuma damgasını vuran ‘teröre karşı savaş’ çağına girdiğimizden beri, korku, şiddet, mazoşistik cinsellik, komplo teorileri, metafizik gibi kısaca gotik estetik diyebileceğimiz sanat üslubunun yaygın olarak tüketildiğine tanık oluyoruz. 2005, bu tür filmlerde bir patlamanın yaşandığı bir yıl olmuştu. Henry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Da Vinci Kodu (filmi de yakında vizyona giriyor) kitap ve filmleri tüm satış ve izleme rekorlarını kırdı. İngiltere’de çocukların en çok sevdiği çizgi film ve çocuk filmleri vampirli filmlerdir. (‘Buffy the Vampire Slayer’ergenlik öncesi çocukların favorisi)

Görsel sanatlarda da aynı eğilimleri gözlemlemek mümkün. Goya’nın İspanya iç savaşı sırasında çizdiği işkence ve vahşet görüntüleri üç boyutlu heykellere dönüştürerek ün yapan ‘Chapman Kardeşler’in işleri artık klasikler arasına girdi. Çağdaş Britanya sanatının presnsi Damien Hirst’ün diğer adı, ‘Mr. Death’dir. Kırk yıldır fotoğraf çekmesine rağmen, Batıda hiç kimsenin tanımadığı ancak, çektiği fotoğrafların, toplumun kenarında kalanlar, hastalıklı, çürümüş bedenler, deforme olmuş organlarla ilgili olduğu keşfedilen Rus fotoğrafçısı Boris Mikhailov’da ününü yine bu estetiğin geri gelmesine borçlu. Hilkat garibelerini konu alan Diana Arbus fotoğraf sergisi Londra, Victoria & Albert Müzesi’nde sanırım hala sürüyor. 1770 ve 1830 yılları arasında toplumda ve Britanya sanatında, doğa üstü, korku ve pornografik imgeleri konu alan, ‘Gotik Kabuslar’  sergisi ise, Londra Tate Britain Galerisi’nde, Ebu Garip’e ait yeni albümün yayınlanmasıyla aynı günlerde açıldı.


Henry Fuseli (1741-1825) ve William Blake’in (1757-1815) baş rollerde olduğu bu sergide yer alan eserlerle, Ebu Garip cezaevinde çekilen fotoğraflar arasındaki benzerlik oldukça çarpıcı. Özellikle, Ebu Garip fotoğraflarını gördükten hemen sonra bu sergiye girdiyseniz bu paralelliği kurmamak elde değil. Serginin baş yapıtı hiç kuşkusuz Fuseli’nin, ‘Kabus’ (1782) tablosu. Yaygın olarak reprodüksiyonu üretilmesi nedeniyle tanınan bir imgedir. Bir yatağın üzerinde kendinden geçmiş bir şekilde, yarı şeffaf  beyaz bir gecelikle  yatan güzel bir kadının üzerinde, kıllı, sivri kulakları olan şeytani bir yaratık çömelerek oturur. Ebu Garip albümlerinde sık sık gördüğümümz, Iraklı bir tutuklunun üzerine oturmuş bir ‘kabus’u andıran bu yaratık, gözlerini izleyiciye dikmiş, sanki, sizinde sıranız geliyor demektedir.

Yine Fuseli’nin 1807 tarihli bir eserinde, bir odada yatakta yatan bir kadının, karşısında, tavandan zincirlerle bağlanıp, ters bir şekilde asılmış bir adama bakan resmi ya da ‘Bir Çocuğa ya da Genç bir Erkeğe İşkence Yapan Kadın’ (1800-10) adlı  çalışması, işkencelerin ve ABD ordusunun vahşetinin  ikonlaşmış bir imgesi olan ABD’li asker Lyndi England’ın, boynundan bir tasmayla bağladığı, bir Iraklıyı çeken görüntüsüyle garip bir bağlantısı vardır. Diğer resimlerde de, betimlenen işkence metodları, kullanılan işkence aletleri, bağlanmış, yaşadığı dehşet sonucu gözleri yuvalarından çıkmış insanlar gerçekle kurgu arasında gidip gelir. Sergi dışında yaşanan gerçekle, loş bir ışıkla, olaylara uygun bir atmosfer yaratılmış bu elit müzedeki kurgu arasında bocalammak, hangisinin önce, hangisinin sonra olduğunu algılamak kolay değil. Tate’in döner kapısından çıkıp, yüksek merdivenlerinde durup, yolun karşısına baktığınızda, aşağıda yavaş yavaş akan Thames nehrinin sularından gelen rüzgarın yüzünüze vurmasıyla kendinize gelip, günlük yaşamın aslında, dünyanın gerçeklerinden ne kadar uzakta olduğunu düşünebilirsiniz. Sorunda budur belki; sürekli olarak birileri anlatmak, göstermek zorundadır, garip, iğrenç, kötü,  yanlış, çürümüş, insanlık dışı olanı.


1942-1945 yılları arasında İngiltere’de korku filmleri yasaklanmıştı. İnsanların zaten yeteri kadar dehşet içinde yaşadıkları, bir de sinemalarda korku filmleri görmelerinin ruh sağlıkları için iyi olmayacağı düşünülmüş olsa gerek. Savaş yıllarının dehşeti içinde, bu tür fimlerden kaçınmak, doğal bir dürtü olabilir. Bu gün ise tersi bir durum izlenmektedir. Uzakta süren bir savaşın gerçeğinden uzaklaşmak için gotik estetiğine yönelme eğilimi. Bugün dünyada süregiden savaşların baş oyuncuları ABD ve İngiltere olmasına rağmen, gotik estetiğin geri geldiği bölgeler de bu ülkelerdir. Bugün, uzmanlar, bu eğilimin, gerçek yaşamın şiddetinden kaçmak için bir tür panzehir görevi gördüğü görüşünde.

Derin kaygı, endişe ve belirsizlik dönemlerinde, insan, içine düştüğü umutsuzluktan çıkmak amacıyla metafiziğe yönelir, metafiziğin karanlıklarında, varolan gerçekten uzaklaşmak ister. Bu, dışarda varolan gerçeğin tıpkısını kurgusal olarak yaratmaya da benzetilebilir. İnsanın kontrolü altında olan bu ‘mikroevren’, bireyin,  kontrolü dışındaki olaylardan uzklaşmasını sağladığı gibi, daha sonra kaçınılmaz olarak katılacağı bu gerçek içinde, nasıl bir tutum alacağı konusunda düşünce geliştirmesine de yardımcı olur.

Sanat, yaşanmayana, gerçek olmayana ilgi duyar, ondan esinlenirken, yaşamın pratiği bu özelliklerden ürker, kaçar. İnsan bilinmeyenle yaşam içinde değil, sanat dünyasında karşılaşmayı yeğler. Çünkü burası kontrol edebileceği bir ortamdır. İstenildiği zaman kapatılabilir ya da çekip gidilebilinir. Bu yanıyla sanat, yaşamda bir denge kurmanın bir yöntemidir.

Gotik sanat ve gerçeküstü, bir zamanlar, bir sanat akımı olarak bilinç altının tanımlanması, görselleştirilmesiydi. Bugün artık, bir estetik üslup olmaktan çıkıp günlük yaşamı tanımlayan unsurlardan biri haline geldi. Bu, modernlik sonrası dönemde, mekanın ve zamanın yitimiyle paralel olarak gelişen bir süreçtir. Gotik sanat, mekan ve zaman kavramlarını biribirine karıştırır. Mekanlar farklı zamanlara kayarken, zamanlar saptırılır, ‘sıvılaşarak’ yayılır. Özünde bilinemezliğin gerilimidir bu imgeleri yaratan. Bu nedenle insanların gündelik gerçeği ve bilinci gotik estetiğe kaymış, onunla örtüşmüştür.
Gotik, genel olarak orta çağ sanatının üslubunu tanımlayan bir terim olmasına rağmen, ‘gotik sanat’ adı 17. yy.’da ilk defa kullanılmaya başlanmıştı. Özellikle, mimari ve edebiyatta, çağın felsefik, estetik düşünceleri ve toplumsal yapının bir ürünü olarak ortaya  çıkmıştı. Orta-çağ ve gotik sanat genel olarak ‘zevksiz’ ve ‘düzeysiz’ görülmesine rağmen, aydınlanma çağının rasyonlizmine bir tepki olarak 18.yy’da tekrar ortaya çıktı ve Avrupa’ya yayıldı.

Gotik sanat, görüldüğü kadarıyla, insanlığın gelişiminde tamamladığı her ‘tur’un sonunda ortaya çıkıyor. Bugün tekrar gündeme gelmesini, insan ilişkileri anlamında barbarlığın, pratik sonuçlarının kullanılması dışında, bilimden duyulan kuşkunun  geri gelmesiyle açıklanabilinir mi?

1631560cookie-checkSANATTAN… Gotik estetiğin dönüşü

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.