SANATTAN… Korku yaratma sanatı

Geçtiğimiz günlerde, TV’de “nasıl iyi ‘horror’ (korku) filmi yapılır” konulu bir belgesel seyrettim. İyi bir korku filmi yaratmanın bileşenleri başlıca üçe ayırılıyordu bu belgeselde; Kurbanın, diğer insanlardan yalıtlanması, bir canavar ya da esrarengiz bir yaratığın ortaya çıkması ve bu atmosfere uygun bir müzik.

Hemen bütün korku filmlerinin içeriği bu temelde kurulmuş olmasına rağmen, insanlara korku salan “esrarengiz yaratıkların” döneme göre değişmesi ilginçtir. 1950’lerin sonlarına doğru, vampir, drakula, kurtadam, mumya gibi tiplemeler yavaş yavaş beyaz perdeden çekilir. Dünyada anti-sömürgeci, kurtuluş hareketlerinin yükseldiği, buna karşı da devlet terörlerinin arttığı 60’lı yıllara gelindiğinde “zombiler” ortaya çıkar. George A. Romero’nun ‘Night of the Living Death’inde (1968) (Yaşayan Ölülerin Gecesi) o yıllarda ABD’de de hüküm süren psikolojinin  yarattığı korkuyu “zombi”lerle yaşamak mümkündür. “Zombi”, yeni ölmüş bir insanın dirilmesidir. Ölüm kaçınılmaz bir son olduğuna göre, toplumda herkes tehlikeli olabilir. “Zombileşen” küçük bir kızın annesi ve babasına saldırması, onları yemeğe çalışması ve buna karşı herne kadar öleceğini bilsede annenin kızına zarar verecek bir hareket yapamaması, dehşetin ötesinde, tehlikenin, kaçınılmaz bir “kader” gibi toplumun her köşesinde gizli olduğu mesajını verir.

Daha sonra, bilim ve teknikte ortaya çıkan yeni gelişmelerin de etkisiyle, bilim kurgu filmler ağırlık kazanmıştır. Frankeştayn karakterinde olduğu gibi, “tanrının işiyle” oynayan çılgın bilginler ortalığı sarar. 1970’lerde, özellikle AIDS salgınının başlmasıyla, cinsel hastalıklar üzerine olan korkular “horror” filmlerinin konularını meşgul etti. 80’ler ise genlerle oynamanın ne gibi sonuçlar vereceğini, mutasyona uğramış yaratıklar hatırlatıyordu izleyicilere.

İnsan, ‘horror’ filmlerindeki bu karakterlerin kurgusal tiplemeler olduğunu bilmesine rağmen, neden bu yaratıklardan korkar sorusuna Freud’tan beri günümüze kadar çok sayıda psikolog yanıtlamaya çalıştı. Ancak, Freud’un bile itiraf ettiği gibi, kesin ve açık bir analiz getirilemedi. En genel anlamda, sinemada “horror” türünün gerçek konusunun, toplumlar içinde varolan baskı, zülüm ve zorluklar olduğu kabul edilirse, herşeyden önce, “canavarların” toplumsal çelişkilerin bir metaforu olduğu noktasına gelinebilir.

Korku filmlerini, sadece gerçeküstü imgelemler olarak kabul etmek yerine, metaforlarla yorumlama, korkuyu yaratan unsurların yani “garip yaratıkların” mantiki ve bilimsel anlamda varolmalarının imkansız olmasındandır. Bu yaratıkların, bu yanıyla, içinde yaratıldığı kültürlere şekil veren inanış ve duyguların cisme bürünmesi olduğu söylenebilir. Toplumlarda hakim inanışların değişim göstermesi nedeniyle de, bu duyguları ifade eden yaratıklar farklı dönemlerde, farklı bir görüntüde karşımıza çıkar. Bu kültürel referanslar, politik olabileceği gibi, dini, etnik, teknoloji ve cinsel boyutları da kapsayabilir. “Horror” filmlerini korkunç yapanda bu boyutudur; Kavramsal olan inanış ve duyguların sinematografik olarak bir imgeye dönüşmesi.

Bu açıdan, esrarengiz duyguların ve buradan ortaya çıkan korkunun en temel faktörü akli yetersizlik yani bilgisizlik olduğu sonucuna varabiliriz. Tanımadığımız bir kişinin, bilinmeyen bir çevrenin, bir ‘yabancı’nın korku yaratması doğaldır. Horror filmlerindeki bütün  “yaratık”ların, gerçek olmamaları yanında ortak özelliği, bu düşünceye kavramsal bir metafor olarak hizmet etmeleridir.

Bilinmeyenin, insanda ‘korku’yu yaratması sadece kurgusal yaşama özgü değildir, gerçek yaşamda da bilinmeyen, “canavarlarla” bir cisme girer. Gerçekte, bu iki dünya arasındaki benzerliktir asıl korkuyu yaratan. “Kuzuların Sesizliği”nde, Hannibal Lechter’in, saygın bir doktor, Kubrick’in “The Shining” filminde ‘Jonny’in, (Jack Nicholson) bir yazar olması, onlardan duyulan dehşeti artıran en önemli (metafor) faktördür.

İşte, kurgu olarak ‘korku’ yaratma ile, gerçek yaşamda ‘politik  korku’ yaratma arasındaki bu dolaysız bağı düşünüyordum, ‘nasıl iyi horror filmi yapılır’ belgeselini seyrederken.

  “KORKU SİYASETİ”

‘Korku siyasetleri’ konusunda, Frank Furedi’ye değinmeden birşeyler söylemek ise imkansızdır. Daha önceki ‘Korku Kültürü’ (1997) başlıklı kitabına ek olarak, geçtiğimiz yıl çıkan ‘Korku Siyaseti’ (Politics of Fear:Beyond Left and Right) başlıklı kitabı, özellikle ABD ve İngiltere’de hükümetlerin –buna egemen güçler de denebilir- politikalarını, halk arasında yarattıkları korkuyla yaşama geçirmekte hiçte zorlanmadıklarını çarpıcı örneklerle açıklıyor. En anti-demokratik yasaların bile yaşama geçirilmesinde, çağdaş siyasetin en önemli aracının ‘korku’ olduğunu, yaratılan “politik canavarların” kostüm ve makyajlarını üzerlerinden.bir bir çıkararak gösteriyor.

Furedi, ‘korku’yu çağımızı tanımlayan duygu olarak görür. Yaşamın kontrolünün, politik elit tarafından bireylerin elinden yavaş yavaş alındığını, ‘korku’nun, bir tür yaşama bakış perspektifi haline geldiğini vurguluyor. Ona göre, ‘korku’ artık, insanın karşılaştığı tehlike ve tehditlere karşı duyulan  bir duygu değil, içinde yaşadığımız dünyadan duyulan tedirginliğe karşı geliştirilen kültürel bir deyim haline geldi.

Herşeyin 9 yıl önce bir oğlu dünyaya geldiği zaman hastane görevlilerinin, “merak etmeyin hastanemizde güvenlik çok iyidir, çocuğunuzun kaçırılmaması için herşey yapılacaktır” demesiyle başladığını belirtiyor. O ana kadar böyle bir tehlikenin olduğundan haberdar değildim, diyor Furedi. Gerçektende, İngiltere’de ne bebeklerin sık sık hastanelerden kaçırıldığı duyulmuştur ne de Furedi çok “önemli” bir şahsiyet olduğu için ona böyle bir muamele yapılmaktadır. Sorun, ‘bu dünyada’ her “şey”in “sağlığa zararlı olabilir” yaftasıyla satılmasındandır. İnsanlar arasındaki ilişkilerin kopması, bireyin yalıtlanmasının artmasıyla birlikte, her türlü deneyimin en kötü senaryo açısından değerlendirilmesi perspektifi hakimdir.

Modern yaşamın içinde yaşadığı paradoksları inceleyen Furedi, ‘Korku Kültürü’ kitabında, her zamankinden daha sağlıklı olmamıza rağmen, çeşmelerden akan suyu içmemekten, organik yiyeceklere kadar, görülmemiş bir sağlık paranoyası içinde yaşadığımıza değinmektedir. Gün geçmez ki, gazeteler şimdiye kadar hiç bir zararını görmediğimiz, hatta yararlı bulduğumuz bir yiyeceğin zararlarını “keşfetmesin”.

‘Dışarısı’ çeşitli tehlikelerle doludur, fikri ebeveynlere sürekli dikte edilir. Sokaklarda oynayan çocuklar görmek hemen hemen olanaksızdır Londra’da, eğer göçmenlerin yoğun yaşadığı bir mahallede değilseniz. Bir zamanlar yalnız başına –iki sokak ötede bile olsa- ilkokula giden çocukları gördüğünüzü hatırlıyorsanız yaşınız kırkın üzerindedir. Çocuğunuzu okul bahçesinde oynarken ya da herhangi bir etkinlikte videoya çekmek isterseniz, görüntüye girecek bütün çocukların ailelerinden izin almak zorundasınızdır. Her yetişkinin potansiyel olarak pedofil olma olasılığı temelinde alınmıştır bu önlem.

Siyasette de durum pek farklı değildir. Gelecek, bilinmeyenle ilgili olduğu için tehlikelerle doludur. Geleneksel olarak geleceği temsil eden sol bile artık gelecekten ümitsizdir, diğer taraftan, geleneklerin sahibi görünen muhafazakarlar da geçmişi terkedip, solun yanında “şimdi”de sürekli kamp kurma eğilimindedir. “Şimdi” üzerine kurulan politikalar ise, yaşam tarzıyla ilgili yapılan tartışmaları aşmayan mikro-politikalardır. Örneğin İngiltere’nin geçtiğimiz yılın iç politikasına bakıldığında, tilki avı, okullarda verilen yemekler, gençlerin anti-sosyal davranışları, ebeveynlerle ilgili verilen hükümler, obesite, aşırı içki içme dışında ciddi politik bir tartışma görmek olası değildir. Dış politika ise malum; Irak’ta ne yapılacağı konusunda en ufak bir fikir yoktur, AB ilişkilerinde ise, yandaki komşunun kim olduğunu bilmeyen mahalle tanımlamasını kullanmak haksızlık olur mu bilemem.

Neden çağdaş insan her şeyden böylesine ‘korku’ duyar? Furedi bunun nedenlerinden birini, medyadan, ürünlerin reklamlarına, poltikacılardan, çevrecilere kadar toplumun tüm katmanlarında öne çıkarılmak istenen her “ürün”ün ‘korku’dürtüsüne hitap edilerek satılmaya çalışılmasıyla açıklıyor. “Korku girişimcileri” olarak adlandırdığı bu kesimler için, doğal afetlerin yoğun olduğu 2005 oldukça verimli geçti. Katrina Kasırgası’ndan sonra bilim adamları, küresel ısınmayı suçladı ve bu tür kasırgaların artık normal olaylar haline geleceğini ileri sürdüler. Kurtarma operasyonlarının kötü gitmesini eleştiren serbest-Pazar ideologları, bürokrasiyi suçladı. George Bush’u eleştirenler, Irak savaşına işaret ettiler. Bush, lokal yönetimin çalışmadığını öne sürdü. İnsanın günahlarına karşı tanrının bir cezası olarak yorumlanmasından, siyahlara karşı yapılmış bir komplo teorisine kadar herkes birbirini suçladı. Kasırga geçtikten sonra ise, ölü sayısının önceden tahmin edilenin onda biri bile olmadığı, tecavüz ve yağma olaylarının ise çoğunun gerçek olmadığı ortaya çıktı.

“Korku Siyaseti”nin böylesine güçlü etkisi olmasının diğer bir nedeni ise, bireysel kişiliğin, ruhsal sağlık temelinde yeniden tanımlanmasıdır. Kişi tek başına hiçbir zorluğa göğüs geremez, etkinlik gösterdiği her alanda bir uzmana ihtiyacı vardır, görüşüdür bu.

Özel sektörde bile ‘korku’ bir pazarlama aracıdır artık. Bir ürünü satmanın en etkili yöntemlerinden biri, o alanda bir korku yaratmaktır. 2000 yılında yaratılan “milenium” korkusu hala hatırlardadır. Saatlerin onikiyi vurmasından birkaç dakika sonra yaratılan “kıyamet” senaryolarının suni olduğu anlaşılmıştı. Londra’da 7 Temmuzda bombalama olaylarından sonra, böyle durumlar için hazırlanmış kişiye özel “ilk yardım” kutuları satılmaya başlandı. IT endüstrisi ise neredeyse tamamen korkuya yönelik çalışmaktadır. Her an bilgisayarınıza bir virüs girmesini istemiyorsanız anti-virüs almalısınız. Her altı ayda birde, bunları değiştirmek zorundasınızdır, çünkü virüsler gittikçe akıllanmaktadır.

Küresel ısınma gerçek bir tehlikedir ancak, bu sorunun çevresinde koparılan gürültülerin çoğu yine korku kültürünün bir uzantısıdır. 2005 yılında yaşanan doğal afetleri bilimsel olarak küresel ısınmaya bağlayan açık bir veri olmamasına rağmen hepsi bu soruna endekslenmiştir.

Hemen her sorun böyle bir güvenlik prizması içinden bakıldığında, tüm sorunlar hayatta kalıp kalmama dikotomisine indirgenir. Kullanılan dil de bu psikolojiyi yansıtır. Her sorunun sonuna ‘korku’ soneki gelir ve olay küreselleştirilir. En son tanık olduğumuz küresel korku da, “gaz korkusu”ydu. Ya da Kuş Gribi’nda olduğu gibi ‘salgın’, ‘sendrom’, ‘dünyayı saran bela’ gibi terimlerle olaylar, “kıyamet yakın” düzlemine getirilir. Kuş gribi çıktığından beri yüz milyonlarca insanın öleceğinden bahsediliyordu ancak ölü sayısı tüm dünyada yüzü ancak aştı. Üstelik, hastalığın insandan insana geçtiği konusunda henüz hiç bir veri olmadığı da bilim adamları tarafından belirtilmektedir.

11 Eylül’den sonra özellikle daha yaygınlaşan, insanların tehlikelere alt edemeyecek kadar güçsüz olduğu psikolojisi, hükümetlerin halkın güvenliği için bazı demokratik haklarından feragat etmeleri gerektiği argümanını daha da güçlendirmiştir. “Terörizme karşı savaş” korku yaratma sanatının en verimli alanıdır. Nerede, kim olduğu bilinmeyen ve her herkesi öldürmek için kol gezen “ucube”yi altetmek için gözden çıkarılmayacak şey yoktur. Örneğin, ABD’de 1980-85 yılları arasında sadece 17 kişi terör sonucu hayatını kaybetmiş ve New Times gazetesi her terör olayıyla ilgili olarak ortalama 4 makale yayınlamıştır. 1989-1992 yılları arasında ise tüm dünyada 34 kişi terörizm nedeniyle ölmüş olmasına rağmen, ABD’de terörizm konusunda 1300’ü aşkın kitap çıkmıştır. (Joanne Burke-Fear: A Cultural History) 2001 sonrasıyla ilgili bu konuda bir rakam elimde yok ancak, bu rakamların en az ikiye katlandığını söylemek hiçte abartma olmaz.

ABD’de korku hukuksal sistem içine de girmiştir. Artık mahkemeler bir kazada, hiçbir fiziksel yara alınmasa bile “korku tazminatı” vermek eğilimindedir. Örneğin, evinizin yakınlarında cep telefonlarının alıcı direklerinden biri varsa, henüz tıbbi olarak kanıtlanmamış olmasına rağmen, potansiyel kanser olasılığı yüzünden, sağlığınızdan endişelendiğiniz için tazminat alabilirsiniz.

Sanat da korku promosyonuna katıldı. Geçtiğimiz yıl, New York Modern Sanat Müzesi’nde bir serginin konusu, “Modern Yaşamın Tehlikeleri’ idi. Fransa’da 8. Lyon Bienali’nin konusu da “korku”ydu.

Korkunun siyasetin bir aparatı olarak kullanılması yeni değildir. “Soğuk savaş” dönemi, şüphesiz en bilinen örnek. Machiavelli, liderleri, ‘kendilerinden korkulduğunda, sevildiklerinden daha güvende olacakları’ konusunda uyarıyordu. Nitekim bu, çok sayıda totaliteryan rejim tarafından örnek alındı. Korku ve terör, kamu düzenini korumak için kullanıldığı gibi, konsensus ve birlik yaratmak için de kullanıldı. 11 Eylül sonrası ABD buna iyi bir örnektir. Bugün korkunun siyasette kullanılmasının geçmişten temel farklardan biri, küreselleşen dünyada, çevre ve merkezin yakınlaşmasıyla korku ve terörün kazandığı inanılmaz yayılma hızıdır. Asyanın bir köşesinde başlayan sıradan bir sorun, tsunami gibi kısa bir süre sonra Avrupa ya da  ABD’yi vurabilir.

Çağdaş toplumda “korku siyaseti” konusunda Furedi’nin yaptığı bir saptama önemli. Herne kadar “korku siyaseti” olarak adlandırılsada, bu olgu gerçekte siyasetin ortadan kaldırılmasıdır. Bu, korku üzerine kurulmuş mutlak ve sürekli bir konsensus yaratılarak hedeflere varılmak istemidir. İşte bu noktada Furedi’nin altını çizdiği, bugün yaşanan korku siyasetinin, eski totaliteryan rejimlerin aksine belli bir hedef ve amaçları olmamasıdır. Bir anlamda, bugünkü politik elitin, sürekli korku yaratma çabasının altında yatan en temel dürtü de budur; Geleceğe yönelik bir projenin olmaması. Bu nedenle, birey sürekli olarak güçsüz olduğuna inandırılmaya çalışılır. Belirsizlikte bunu benzinleyen bir olgudur.

İnsanın doğasında bulunan merak, risk almaya yöneliktir, bu da birikimin en temel öğesidir. Kendi deneyimleriyle öğrenmenin yerini, hiçbir yazılı metnin tutamayacağı önermesi doğruysa küçükde olsa, bazı gelişmeler hala umut olduğunun habercisidir Furedi için; Londra’nın Kuzeyinde bulunan Hampstead Heath Parkı’nda bulunan göletlerde yüzme, boğulma tehlikesine karşı “koruma görevlisi” çalıştıracak bütçe olmadığı gerekçesiyle belediye tarafından geçen yıl yasaklanmıştı. Bunun üzerine açılan davada mahkemenin, ‘yüzücüler’ aleyhine karar vermesi bile, yaşamın her alanında karşılaşılan “kontrollara” karşı bir tür ‘direniş’ olduğunun örnekleridir.

“Hastalık hastası” deyimi geçmişte bireye özgü bir amoniye işaret ediyordu, bugün ise sağlıklı, güvenli olmak endişesi bir tür toplumsal hastalık oldu.

1631500cookie-checkSANATTAN… Korku yaratma sanatı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.