SANATTAN… İmgelerin gücü

1793’de  gazeteci ve Fransız devriminin önde gelen devrimci liderlerinden Jean-Paul Marat, kralcı Charlotte Corday tarafından öldürülmüştü. Kendisi de bir Jakoben olan ressam Jacques-Louis David ‘Marat’ın Ölümü’ adlı eserinde bu anı ve devrim şehidi olarak Marat’ın anısını ölümsüzleştirmişti.

Eugéne Delacroix, 1830’da yaptığı ‘Halkın Rehberi Özgürlük’ adlı, bir elinde Fransız bayrağı bir elinde süngüsü takılmış tüfekle, ayaklanan halkın önünde yürüyen yarı çıplak tanrıça gibi betimlenmiş kadın resmi, bir özgürlük sembolü olarak,  o tarihten sonraki bütün halk hareketlerini etkileyen Fransız Devrimi’nin bir ikonu, monarşinin devrilmesinden sonra kurulan Fransız Cumhuriyeti’nin de bugüne kadar yarattığı değerlerin bir sembolü olmuştu.

Picasso’nun ‘Guernica’sı II. Dünya savaşında faşizmin barbarlığının sonuçlarını tüm dünya halklarına anlatan bir allegori, bir ‘kanıt belge’ haline gelmişti.  O kadar ki, Şubat 2003’de Birleşmiş Milletlerde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel’ın, Amerikanın, neden Irak’a savaş ilan etmek zorunda olduğu üzerine yaptığı konuşma sırasında, BM binasında bulunan Guernica’nın dokumadan yapılmış kopyasının üstü bir bezle örtülmüştü. Savaşı lanetleyen böylesine güçlü bir imgenin önünde yeni bir savaş tartışması yapılması uygun bulunmamıştı.

2000’li yıllara yine şiddetle girildi. İkiz Kuleler’e saldırı, bunu takiben Afganistan ve hala süren Irak savaşı, Abu Ghraip cezaevindeki işkence fotoğrafları, Bağdat’ta bombalı saldırılarda ölen insanların imgeleri, günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Tüm bu gelişmelerin sanata yansımasına baktığımızda, içinde yaşadığımız dönemi yansıtan ikonik bir imge görmek zor.

Gerçekte çağdaş sanat, hiç bir zaman ilgilenmediği kadar politika içindedir. En yaygın formlardan biri bugün, politik sanattır. Ancak yine de, akıllarda kalan, görüldüğü anda 21. yüzyılın ilk yıllarının şiddetini anımsatan bir imge yoktur. Henüz olaylar çok mu yakındır, sanatın filtresinden geçebilmesi için? Ya da, olayların gerçek fotoğraflarından daha güçlü imgeler yaratmak olanaklı değil midir?

İkiz Kuleler’e çarpan uçakların fotoğraf ve filmleri, Abu Ghraip’te çekilen fotoğraflar öylesine güçlüdür ki, onlardan yeniden üretilmiş bir imgenin, gerçekleri yerine geçmesi imkansız gibi görülmektedir. Sanatın yarattığı özgün gerçeğe mi yabancılaşmıştır insanlar, hatta sanatçılar; yoksa, bugünün sanatçılarının bir zayıflığı olarak mı değerlendirmek gerekir bu boşluğu? Belkide tüm bunların bir sonucudur bu kısırlık.

Çağdaş görsel sanat, fikirlere öylesine bağlıdır ki, neredeyse görselliğini yitirmeye başlamıştır. Sadece, girilen her galeride elinize tutuşturulan açıklayıcı rehber, görselliğin perdelenmesinin nedeni değil, anlatıdan görselliğin uzaklaşmasıdır. Geçen yıl İngilteredeki en önemli görsel sanat olaylarından biri sayılan ‘Turner Prize’ sergisindeki çalışmaların hemen tümü bir anlamda politik konuları içeriyordu. Hatta, adaylardan biri olan Langlands & Bell, daha önce ‘İmperial War Museum’ tarafından, Britanyanın resmi ‘savaş sanatçısı’ olarak Afganistan’a gönderilmişti. Ancak Langlands & Bell, Osama bin Laden’in daha önce yaşadığı sığınakta çektikleri fotoğraflardan yarattıkları sanal, interaktif projeksiyon ile yine ussal bir yapıtla geri döndüler. Odanın ortasında bulunan bir ‘joystick’i oynatarak,  duvarda izlediğiniz projeksiyonda,  Osama bin Laden’in evinin içinde dolaşabiliyordunuz. Ancak yine işle ilgili ön bilgiler olmadan tamamen insansız ve karikatürümsü olan görüntülerin nereye ait olduğu hakkında hiç bir fikriniz olamazdı.

Jean Baudrillard’ın dediği gibi, sanat, kendine mi dönmüştür. İçinde üretildiği toplum ya da doğadan öykünmek, esinlenmek yerine sanat, büyük oranda,  daha önce yapılan eserlerin, yeniden yaratılması eylemine dönüşmüştür. Buna İngiltere’de en iyi örnek, Jake ve Dinos Chapman kardeşlerin, Goya’nın İspanya iç savaşını anlatan gravür ve resimleri üzerindeki çalışmalarıdır. Goya’nın, dönemin bir belgesi de olan bu imgeleri, Chapman Kardeşlerin işlerinde, kanlar içindeki, üç boyutlu vitrin mankenleri şeklinde gülünç bir parodiye dönüşmüştür.

Sanat, sanat içindir kavramına geri dönülmesi gerektiği savunulsa, David, Delacroix, Gericault ve Picasso’nun yarattığı gibi tarihte en güçlü imgelerin varlığını nasıl açıklayabiliriz. Eğer sanatın, en azından kendinden önceki tarihsel birikimin ve içinde yaratıldığı toplumun değerleri ve yapısını yansıtması gibi bir derdi varsa, bugünün dünyasında yaşanan, belki de önümüzdeki onyılları belirleyecek kadar önemli olan olaylara bakması, onlardan esinlenmesi beklenemez mi?

Eğer günlük gerçeğin sanat yapıtı olarak yeniden üretilmesi sürecinde bir kopukluk varsa bu nereden kaynalanmaktadır? Sanatsal üretim, özümsemeyle ilgilidir. Özümsemenin, zamanla bağları vardır. Bu bağlamda, günlük gerçeğin kısa bir süre sonra, neden ve sonuçları irdelenmeden estetik bir kalıba dökülmesi kolay değildir. Çok sayıda yüzeysel, hatırlarda kalmayan imgelerin ortaya çıkması da bununla açıklanabilir. Diğer taraftan, tarihteki unutulmaz imgelerin daha olaylar bitmeden yaratıldığı da bir gerçektir. O takdirde, estetik sorunların yanında, siyasal zayıflıklardan da bahsetmek gerekir.

Tarihteki ikonik imgelerin yapıldığı dönemlere bakıldığında, siyasi anlamda, o günlerin dünyasının bugünden çok daha çelişkili, kanlı,  olduğu söylenebilir. Ancak, en temel fark, karşıt güçlerin, sorunların daha belirgin olması, güçler arasındaki dengenin yine büyük olmasına rağmen, hedef ve amaçlardaki açıklığın ve kolektif bir projenin olmasının verdiği cesaret ve umut vardır. Bugünün dünyasını en iyi tanımlayan deyimler ise, ‘bireysellik’, ‘belirsizlik’ ve ’geçicilik’dir.

Almanya’nın Kassel şehrinde 4 yılda bir yapılan ‘Documenta’nın bir tür, çağdaş sanatın  ’harita’sı olduğu söylenebilir. Son Documenta’da küratör Okwui Enwezor, 11 Eylül sonrası dünyanın girdiği yeni düzenin sanatsal yankılarını göstermek amacıyla sergiyi düzenlemişti. Sergide hakim olan politik havada, Ruanda’daki kırımdan, Balkanlardaki krize, yokolmaya yüz tutmuş İnuits kültüründen, Hindistan’daki sınır sorunlarına kadar, dünyanın dört köşesindeki sorunlar yer almıştı. Bu konuların işlendiği hakim  sanat formu ise filmdi, yani belgesel ağırlıklı görüntülerden oluşmuş filmler.

Dünyanın her köşesindeki sorunların bir şekilde birbirleriyle değme noktaları olduğu küresel dünyada,  hatırlara kazınabilecek, gerçeğin sanatsal sorgulanması, onun karşısında ’öteki gerçeği’ yaratan, bu anlamıyla da gerçeği aşan imgeler bu sanat olayından da çıkmadı. Guernica’yı gösterip, ‘bu sizin eseriniz mi‘, diye soran Alman subayına Picasso’nun, ‘hayır sizin’ demesi gibi, siyaseti bile etkileyen, belleklere bir daha çıkmayacak şekilde kazınan, ‘İkiz Kuleler’e çarpan uçaklar ya da Abu Ghraip fotoğrafları gibi imgelerin sanatsal yansımaları henüz görülmedi.

Sanatsal gerçeğin yaratılmasında yaşanan bu kuraklık ortamında, belgesel türün böylesine yaygın ve sanata hakim olması, gerçeği algılamakta yaşanılan zorluklar mıdır? Televizyon haberlerinde bile artık, kurgulanmadan verilen bir haber yoktur. Sıradan bir taciz olayından, banka soygununa, trafik kazasından, terörizme kadar, olay anında görüntüsü çekilemeyen her haber, olay yerinde ya da benzer bir yerde, olaya karışan kişilerin eşkallerine uyan kişilerin canlandırdığı kısa filmlerle verilir. Program yapımcıları insanların, görüntü olmadığı zaman söylenenleri anlamayacağını mı düşünmektedirler; yoksa imgelerin etkisinin, söz ve yazıya göre  daha fazla olduğunu bildiklerinden mi bu yöntemi kullanmaktadırlar?

Bu soruya verilen yanıtlar, Irak’ta ölen Amerikalı askerlerin tam sayısını bilmemize rağmen, onların bayrağa sarılı tabutlarının resimlerinin çekilmesinin yasaklanmasında vardır. Yine kısa bir süre önce, Londra’da terörist sanılarak, Brazilyalı bir gencin öldürülmesi olayından sonra, olayın geçtiği metro istasyonundaki güvenlik kameralarının filmlerinin kaybolmasında da aranabilir bunun yanıtları.

İmgelerin, bilinç dışındaki etkisi sanıldığından da güçlüdür. Yapılan araştırmalar, diş macunu reklamından, politik mesajlı bir programa kadar televizyondaki imgelerin, ısrarla etkilemediğini belirten izleyicileri bile etkilediğini göstermektedir. Noam Chomsky, “şiddet, totaliter bir rejime neyse, propaganda da demokrasiye odur” demişti. Batı demokrasilerinde medyanın önemi de buradan gelir.

Bilgi yayılımının özellikle savaş dönemlerinde önemi yaşamsaldır. Gerçeğin,  savaşın ilk kayıplarından biri olduğunu her çatışma döneminde duyarız. Ancak, yinede onlarca  kanalda 24 saat televizyon yayını ve canlı haber programlarıyla, bir tür bilgi bombardımanı altında gerçekleri ayıklamak hiçde kolay değildir. İçinde bulunduğumuz döneme enformasyon çağı denmesi bu bağlamda ironiktir. Kanser hastalığında olduğu gibi, hücrelerin aşırı çoğalması yani ‘metastaz’ hali, bilgi kirlenmesidir gerçekte yaşanan.

Alman ressam Albrecht Dürer (1471-1528) “bir imgenin batıl itikatlara karşı sorumluluğu, bir silahın cinayetten sorumlu olmasından fazla değildir” demişdi.  Almanya da Reformlar çağında bile imgelerin bir silah kadar güçlü olmasından bahsedilmesi ilginçtir. Ancak burada vurgulanan asıl nokta, silahın kontrol edilmesi değil, kullananları eğitmektir.
 

1631300cookie-checkSANATTAN… İmgelerin gücü

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.