Savunma…

Sayın Yargıç,

Bundan 12 yıl önce yazdığım iki makalede, TCK’nın 159/1’uncu maddesinde belirtilen suçu işlediğim, “Türk devletinin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiğim” iddia edilerek, savcılık makamı tarafından 3 yıla kadar hapisle cezalandırılmam istenmektedir.

Söz konusu yazılardan birinde 12 Eylül askeri cuntası döneminde yapılan işkencelerden söz edilmekte, diğerinde de Sivas katliamında devletin sorumluluğu hatırlatılmaktadır.

Günlük, Özgür Gündem gazetesinde yayınlanan bu iki yazı, 4 yıl sonra “Akıntıya Karşı Yazılar” adlı kitapta tekrar yayınlandı, 2002 de bir defa daha yayınlandı. Ancak kitabın ikinci baskısının (yazının üçüncü baskısı) yapıldığı 2003 de dava açıldı. Eğer bu yazılarda bir suç  unsuru var idiyse, savcılık makamı neden dava açmak için tam 10 yıl bekledi?

Üzerime atılan bu komik suçu kabullenmem asla mümkün değildir. Daha da ötede, hakkımda böyle bir dava açılmış olması da, tam bir skandaldır. Şahsıma yönelik suçlamalardan biri, işkencecileri teşhir etmem, diğeri de 37 değerli insanımızın diri diri yakılmasında devletin dahil olduğunu söylememdir.

12 Eylül cuntasının bizzat kendisi büyük bir suçtu, zira cuntacı generaller seçimle gelmiş bir hükümeti yıkmış, anayasa suçu işlemişlerdi. Sadece bu gerekçe bile, cuntacıların yargılanması için yeterliydi. Cuntacılar Türkiye’yi 780 bin kilometre karelik bir işkence haneye çevirdiler, insanlık suçu işlediler. Neden insanlık suçu işleyenleri değil de beni yargılıyorsunuz?

Aslında bu durum, suçlunun değil de, suçluyu işaret edenin peşine düşmektir… Ayıbın üstüne gitmek yerine, ayıbı açığa vuranın peşine düşmektir… Ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıp olduğu için mi?

Dolayısıyla burada bir yanlışlık var. Bu yanlış açılmış bir davadır…

Devletin manevi şahsiyetinin “tahkir ve tezyif edildiği” söyleniyor. Yüz binlerce kişi işkenceden geçirilirken, yüzlercesi işkencehanelerde can verirken, devletin manevi şahsiyeti ‘güçleniyor muydu?’ Devlet otoritesini kullanan kamu görevlileri ne kadar çok işkence yaparsa, devletin maneviyatı o kadar yükseliyor mu?

Ortalama mantık ve muh‚keme yeteneğine sahip her insan, ‘devletin manevi şahsiyeti’ diye bir şeyin olmayacağını, olamayacağını gayet iyi bilir. Son tahlilde devlet, bir tüzel kişiliktir. Tüzel kişilerin maneviyat dünyasıyla bir ilgisi yoktur. Zira, maneviyat, irade ve bilinç sahibi insanlara mahsus bir şeydir. Devleti ağlarken, gülerken, pikniğe giderken hiç  gören olmuş mudur?

Bir kısım akıl-ı evvel kanuna öyle yazdı diye, öyle olması da gerekmiyor. Bu güne kadar nice tiranlar, z‚limler, kanlı diktatörler, halk düşmanı rejimler, en temel hukuk ilkesinin, en temel insan haklarının bile ink‚rı olan nice kanunlar çıkarmışlardır, ama, bunlar uygar insanlık vicdanı tarafından lanetlenmiştir. Zaten  bu tür safsataların hiçbir kıymeti harbiyesinin olması da mümkün değildir. Zira, hukuk  ilkeleri, hukuk kuralları ve kanunlar, evrensel etik değerlere dayandığında bir değere sahip olabilirler.

Devletin manevi şahsiyeti olmadığı gibi, hakkımda açılan davanın da hukuki mesnedi yoktur.

Yargılanmakta olduğum TCK’nın 159’uncu maddesine gelince: Bu madde 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunundan 1926 da TCK’ya aktarılmış, İtalyada faşizmin iktidarda olduğu 1930’lu yıllarda yapılan değişiklikler TCK’ya da yansıtılmıştır. Bu madde, toplum karşısında devleti koruyan, ‘Kutsal Devlet’ anlayışını dayatan bir maddedir. Dolayısıyla, modernite öncesine ait bir zihniyeti temsil etmektedir. Bilindiği gibi, modernite, kutsal devlet anlayışını çoktan mahkum etmiştir. Daha da ötede bu madde, faşist ideolojiyi yansıtmaktadır. Zira, modern dünyada asıl korunması gereken devlet değil, yurttaşlardır. Dolayısıyla bu madde, bireyi yok sayan, devleti kutsayan, şimdilerde çoktan terkedilmiş ‘hikmet-i hükümetçi zihniyetin, “devletin yüksek çıkarları” zihniyetinin eseri olan bir maddedir. Bu gün hala böyle bir kanun maddesinin yürürlükte olması  bir talihsizliktir ve süratle yürürlükten kaldırılmalıdır. Fakat, TCK’nın 159/1 maddesi, Yeni TCK’nın 302’inci maddesinde de aynen korunmaktadır.

Bu maddenin asıl işlevi, düşünceyi yasaklayarak, özgür tartışmanın koşullarını ortadan kaldırmaktır. Bu tür bir mevzuat yürürlükte kaldıkça, Türkiye’de  ifade (düşünce) özgürlüğünden asla söz edilemeyecektir. Zira, söz konusu madde, siyasi iktidar sorumluluğu taşıyanları  ve iktidarı kullananları  eleştirinin dışında tutma amacı taşımaktadır. İfade (düşünce) özgürlüğü yasaklanmaya devam edildikçe, devlet aygıtını saran çürüme de derinleşmeye devam edecektir. Bu gün devlet aygıtının tüm unsurlarına sirayet etmiş olan  yolsuzluk ve çürümenin başlıca nedenlerinden biri de, ifade özgürlüğünün, dolayısıyla da  özgür tartışmanın yasaklanmış olmasıdır…

Bilindiği gibi, ifade (düşünce) özgürlüğünün varlık nedeni  devleti ve onun  işlemlerini, tasarruflarını ve uygulamalarını eleştirmektir. Aksi halde ifade özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. Bu gerçek iyice anlaşılmadan yapılan ve yapılacak olan kanun değişikliklerinin bir kıymet-i harbiyesi olamaz… Eğer bir ülkede insanların kaderini belirleyen kararları alanlar, ve onları uygulayanlar eleştirilemiyorsa, orada  ifade özgürlüğünden,  moderniteden,  demokrasiden,  insan haklarından, hukuktan ve hukuk devletinden söz etmek mümkün değildir.

Aslında bu tür kanun maddeleriyle asıl korunan ve korunmak istenen, çoktandır kendilerini “memleketin sahibi’ olarak görmeye alışık  belirli güç  odaklarının ayrıcalıkları  ve çıkarlarıdır. Aslında devleti koruma söylemi ve bu tür kanun maddeleri, ‘büyük hırsızları, yağmacıları, hortumcuları, katliamcıları, devlet içine çöreklenmiş canileri  koruma’ maddeleridir…  Ne yazık ki, bu  seksen yıllık bir gelenektir.

Sadece 12 Eylül cuntasının generalleri değil, o dönemde siyasi iktidarı kullanan herkes işkencelerden sorumludur, topluca insanlık suçu işlemişlerdir ve mutlaka yargılanmaları ve  cezalandırılmaları gerekir. İşkence sorumluluğu  bizzat  ve bilfiil işkenceyi yapanla sınırlı da değildir. Nitekim, Birleşmiş Milletler Örgütünün 1984 tarihli Cenevre Konvansiyonu, bu konuya açıklık getirmiştir. Konvansiyonun işkencenin tanımının  yapıldığı birinci maddesinde, işkenceyi yapanla birlikte, işkence emrini veren kamu görevlisinin, göz yuman, teşvik eden, onaylayan diğer yetkili kamu görevlilerinin, amirlerin de işkence faili sayılması gerektiğini kabul etmektedir. Oysa,Türkiye’de işkenceciler devlet tarafından korunuyor ve  cezalandırmak şurada dursun terfi ettiriliyor. Elbette işkencenin kural olduğu bir rejimde işkencecilerin  korunması şaşırtıcı değildir.

Sadece 12 Eylül döneminde değil, Türkiye’de işkence genel geçer, sistematik bir sorgulama yöntemidir. 12 Eylül 1980 –31 Aralık 1980 arası yaklaşık iki buçuk aylık dönemde, 43 kişi işkenceyle öldürülmüştür. Elde edilebilen resmi verilere göre, 12 Eylül 1980’le 12 Eylül 1995 aralığında işkenceden ölenlerin sayısı 460 dır. 12 Eylül 1980 ‘e kadarki  13 yıllık sürede  işkencede ölenlerin sayısı da 20dir… Bu rakamlar cuntacı  generallerin neyin peşinde oldukları, hangi karanlık misyonun hizmetinde olduklarını göstermiyor mu?

Cuntacı generaller ‘ülkeye huzur ve güven getirmek için’ seçimle gelmiş hükümeti yıktıklarını söylemişlerdi. Şu rakamlar ülkeye ‘huzur ve güvenin’ nasıl getirildiği hakkında fikir verecektir: 650 binden fazla insan göz altına alınmıştır, bunların büyük çoğunluğu işkenceden geçirilmiştir. 1 milyon 683 bin kişi fişlenmiştir, 210 bin dava açılmış ve 230 bin kişi yargılanmıştır, 7 bin kişi için idam cezası istenmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiş ve bunlardan 50’si asılmıştır…Generallerin marifeti elbette bunlarla sınırlı değildir…

Bu güne kadar insanlık suçu işlemiş olan generallerin yargılanmamış olması, bu toplumun ayıbıdır. Er ya da geç, ama mutlaka yargılanacaklardır. Zira, tarih bize toplum hafızasının bu tür vahşetleri  unutmadığını ve  vakti geldiğinde hesap sorulduğunu göstermektedir. 

Sivas katliamına gelince. Ortada 70 milyon insanın gözleri önünde gerçekleşmiş bir katliam, utanç verici bir vahşet var. Eğer devlet otoritesini kullanan siyasiler ve görevliler isteselerdi, bu vahşet yaşanmaz, toplum olarak bu utancın altında ezilmezdik. Sivas katliamıyla, 6-7 Eylül olayları, 1 Mayıs 1977 ‘Taksim katliamı”, 1979, Maraş, «orum, Sivas katliamları ve daha niceleri arasında büyük benzerlik var. Bu bir ‘Susurluk geleneğidir’ ve kökleri 1910’lu yıllara kadar gerilere gitmektedir… Tüm bu vahşetlerin, katliamların, cinayetlerin arkasında da benim asıl devlet partisi dediğim, güç ve iktidar odağı bulunmaktadır. Türkiye’yi asıl yöneten de asıl devlet partisidir. Cuntanın eseri olan 1982 anayasasının geçici 15’inci maddesini sorun yapmayan, sanki öyle bir şey yokmuş gibi davranan bir parlamento olabilir mi? Böyle bir ülkede demokrasiden, insan haklarından söz edilebilir mi? Parlamentonun işi cuntanın arabasını sürmek midir? «eyrek yüzyıl boyunca parlamento kaç defa ‘yenilendi’ ama kimse 15’inci maddeyi sorun etmedi. Türkiye’de seçimle gelen hükümetler asıl devlet partisinin taşeronudur.   Bu ikilik ortadan kaldırılmadıkça, görünen ve gerçek iktidar ayrımı devam ettikçe, Susurluk geleneği de devam edecektir.

Bu toplumun tarihini bilenler, halkın kendiliğinden bu tür aşırılıklara girişmediğini bilirler. Toplumun kültüründe bu tür aşırılıklar yoktur. Devletin özendirmesi, kışkırtması, manipülasyonu, tahriki olmadan yapılmış tek bir katliam örneği de yoktur. Olay bir kısım devlet ajanları tarafından kışkırtılmış, müdahale etmek durumunda olanlar da vaktinde müdahale etmemişlerdir. Gerçek failleri gözden kaçırmak için de, gelişi güzel insanlar yakalanıp, yargılanmıştır. Olayın hemen ardından yapılan açıklamalar, sonraki dönemde  yetkililerin, tanıkların, savunma avukatlarının beyanları, gazete yazıları ve video çekimleri,  söylediklerimi doğrular niteliktedir. Dava yeniden açılmalı  ve ‘asıl sorumlular’ yargılanmalıdır. Fakat sadece katliamcılar değil, o dönemde idari ve siyasi sorumluluğu olan herkesten hesap sorulmalıdır.

Türkiye’nin yakın geçmişinde üstü örtülmüş  yegane katli‚m Sivas katli‚mı değil. Geçmişin üstü örtülmüş suçları yalan çöplüğüne benziyor ve geleceğe kök salıp bu günü de kirletiyor. Ve, çöplüklerde biriken metan gazı gibi bir gün mutlaka patlıyor. Toplumun dününü ve bu gününü karartanlar geleceğini de karartıyorlar. Bu güne kadar karanlıkta kalmış tüm katliamları, tüm toplu cinayetleri ve vahşetleri aydınlatmak için, sınırsız soruşturma yetkisine sahip, üyeleri doğrudan halk tarafından seçilen, bir yargıçlar meclisi oluşturulmalı,  karanlıkta kalmış  katliamları ve cinayetleri soruşturup, açığa çıkartmalıdır.

Zira, bu toplumun insanlarının gerçeği bilmeye hakları vardır.

Maruzatım bundan ibarettir. 

Saygılarımla…

_______________________

AÇIK GAZETE: “Akıntıya Karşı Yazılar” adlı kitapta “cumhuriyeti ve devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etme” suçunu işlediği iddiasıyla yargılanan ve 2 Mart 2005 de Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesinde yaptığı savunma sonucu beraat eden yazar Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın savunmasını okudunuz. 

Fikret Başkaya, 12 Eylül dönemine ve Sivas katliamına ilişkin yazıları dolayısıyla yargılanmıştı. “Cuntacılar yerine ben yargılandım” diyen Başkaya’nın savunması Türkiye gerçeğini yansıtan bir belge, ülkenin geçmişiyle yüzleşmesinde dev bir adım  ve demokratik hakların kazanımında bir kilometre taşı olacağı kanısındayız…

Açık Gazete, değerli yazarımıza geçmiş olsun diyor.

_______________________

* Doç. Dr.

 

1608930cookie-checkSavunma…
Önceki haberPOLONYA KISA KISA…
Sonraki haberTıp bayramı kutlanıyor…
FİKRET BAŞKAYA
Fikir adamı, siyaset bilimci, iktisatçı. 1940, Kızılyer / Denizli doğumlu. Denizli İlkokulu’nu ve İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümlerinde yaptı. Doktora öğrenimini Paris ve Poitiers üniversitelerinde tamamladı (1966-73). Doktora çalışmaları aşamasında ve sonrasında azgelişmişlik, emperyalizm, kapitalizm, Kemalizm üzerine birçok araştırma yaptı. İlerleyen yıllarda Doçent unvanını aldı.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.