Sefertası’ndakiler

İngiliz romancı C.P.Snow‘un 1959 yılında, o güne kadar kimsenin kolay beri cesaret edemeyeceği bir cesaret, açık sözlülük, erdem gösterip ve nâtıkasını konuşturup, kendi entelektüel sınırlarını zorlayarak Cambridge Üniversitesi’nde verdiği konferansın akıllara sezâ etkisi büyük olmuştur.
Snow’un ‘Batı toplumlarında entelektüel yaşam’ başlıklı bu konuşması öylesine etkili oldu ki romancı, bu konferansın hemen ardından İki Kültür adında bir kitap çıkardı.

Kitap, kısa sürede büyük sükse yapacak, mesela Times gazetesi gibi bir ciddi yayın organı, İki Kültür’ü 20.yüzyılın en etkili olmuş ilk yüz kitabı içinde verecekti.
İki Kültür‘ün çevrildiği yabancı dillerde ne kadar okunduğuna dair ayrıntılara girmeyi bir yana bırakıp, bu kitabın sadece Türkiye’de, 2005 yılına kadar İş Bankası Yayınları ve sonra Tübitak tarafından 10 bin adet basılıp elde kalmamacasına satıldığı, binlerce Türk okuruna ulaştığını söylememiz Snow’un bu yapıtı üzerine aktarılacak önemli bir ayrıntı sayılır.

Lakin kitabın bu kadar satışa karşılık layıkıyla anlaşıldığını düşünmüyorum. Büyük çoğunluk, salt kitabın methini duymakla onu elde edip sonra birkaç sayfasını şöyle bir çevirdikten sonra bir kenara fırlatmış olmalıdır.

Gerçekte kitaba önem gösterilseydi, söylediği anlaşılsaydı, en azından Türk aydınları arasında içine düştüğümüz bu berbat durumun farkına varan 10 bin civarında entelektüel yahut bilim insanı bulunurdu.

Farkında olunması gereken şey, Snow’un ürkütücü bir gerçeği bilim insanları lehine ve fakat edebiyatçılar başta olmak üzere sosyal akademisyenler, sanatçılar, gazeteci ve yazar gibi entelektüelizmin öteki tarafında kalmış insanların aleyhine ortaya koymasıdır.

Snow, bu yapıtında, özetle der ki, ¨Batı toplumunun tamamında düşünsel hayatın gittikçe iki kutba, iki zıt gruba ayrılmakta olduğunu düşünüyorum… Bir kutupta edebî entelektüeller var, bunlar entelektüel sıfatını onlardan başka kimse yokmuş gibi sadece kendilerinden bahsetmek için kullanmayı alışkanlık edinmişler….¨ ve bu saptamasının ardından birkaç paragraf söz söyledikten sonra, ¨…öbüründe de öncelikle fizikçilerin temsil ettiği bilim adamları var. Bu ikisi arasında da karşılıklı bir anlamama uçurumu, hatta bazen bir düşmanlık ve hazzetmeme hâli, ama en çok da bir anlayış eksiliği söz konusudur¨ diye açıklar. [C.P.Snow, İki Kültür, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2005, 3.Baskısında, sayfa 92-93]

Snow’un bu saptaması üzerine okurdan kitaba gerçekten zaman ayırıp ilgi göstermesini, eğer okumuşsa bir kez daha ele almasını önerip, bir başka Batılı filozofun defterini açmak istiyorum. Bu kez, İspanyol filozofu, sosyolog, gazeteci, yazar, sosyal eleştirmen José Ortega ỳ Gasset’in Kitlelerin Ayaklanması başlıklı kült eserine gitmek gerekiyor. Ortega’nın, bilim adamlarının yere göğe konulmayan buluşlarını, laboratuarlarda ürettiklerini, hâsılı bilimcilere ait işleri felsefe karşısında hafife almakta olduğu sözleri hiç anlaşılmamış, şiddetle tepki görmüştü. 1929 yılında Madrid’de yayımlanan kitabının, Snow’un İki Kültürü’yle kıyaslanamaz bir ağırlığı vardır; burası kesindir. Ortega, bu eserde, bilimin mekanik düşünceye yol açtığını söylemesinin ardından ¨Fizik ve biyoloji bilimlerinde yapılması gereken şeylerin önemli bir bölümü neredeyse herhangi birinin uygulayabileceği mekanik ödevlerdir¨ diye duruma bir açıklık getirir. Ona göre bu mekanik ödevleri tamamlarken bilim adamları uzmanlaşırlar, zira bilim uzmanlaşmak zorunluluğu yaratır, buysa bilim insanlarını körleştirir, onlar kendi alanlarında öylesine yetkin olurlar ki, hep burnu dikine kalır; biri ötekini anlamaz, herkes her şeyi bilen olarak görünür ancak kendi alanları dışında kalan birikimden neredeyse tümden habersiz olurlar. [ J.O.ỳ Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, İş Bankası yayınları, 2.Baskı, 2011, sayfa 142-143] Ortega’nın demesi odur ki ne kadar karmaşık görünse bile bir fizik problemi felsefenin içsel anlama seviyesine denk değildir, uzmanlaşmış bilimciler, sonuçta, 2 kere 2, 4 eder mantığının gelişmiş hâlini konuşur ama felsefeci, sanatçı, edebiyat insanı ruh derinliği olan farklı şeylerden söz eder…

Ortega’yla Snow’un entelektüel dünyayı böylesine acımasız bir biçimde bölmesi, bana kalırsa, bugüne dek yaşanmış tecrübelerle konuşursak, pek de yanlış değildir. Bilim adamları bir yana, entelektüel aydınlar diye adlandırılan öteki kesim bir yanadır. Bunlar arasında ortak küme birleşmesi yok mudur, elbette vardır!

Mimardan iyi romancı mı istersiniz, alın Oğuz Atay‘ı veya Demirtaş Ceyhun‘u, yazar mı ararsınız alınız Aydın Boysan‘ı diye hemen akla gelen birkaç örneği buraya ¨contalamak¨ isterim; daha niceleri vardır… Ama öte yandan, bugüne kadar bilim adamları şurada dursun, entelektüel diye kendini adlandıranlar buraya geçsin gibisinden güyâ sınıflandırmak, ayrıştırmak boşunaymış! Bu yargıya, geçtiğimiz günlerde bir kitabı okur okumaz ulaştım.

Kırka yakın basılı kitabı, bir o kadar eseri olduğunu öğrendiğimiz, gazete köşelerinde fıkra yazarlığı yapan Mehmet Nuri Yardım’ın Sefertası başlıklı kitabı, hikâye-hâtırat¨ diye kendince bir sınıflandırma yapılarak bir anılar defteri biçiminde okura sunulmuştur. Kitabın ilk önce Erguvan Yayınevi’nden çıktığı, ardından Çağrı Yayınları’nca tekrar ele alınıp kısa sürede iki baskı yapmış olduğunu öğreniyoruz. Sefertası üzerine basında birçok yazı çıkmış bulunuyor, ancak bu kitaba övgü yapan Selim İleri, Hüsrev Hatemi ve İnci Enginün gibi çok bildik isimler dışındaki diğerleri için ya Türk basının sağ eğilimli gazetelerine abone olmak gerekiyor yahut merak edip bu isimleri araştırmak kaçınılmaz görünüyor! Zira pek çoğu bizim tarafımızdan malûm olmadığı gibi, muhtemeldir ve hatta şurası kesindir, o isim sahipleri de Selim İleri hariç, belki öteki tarafta olanları hiç tanımıyor, bilmiyor. Mehmet Nuri’nin Sefertası’nı okurken farklı bir dünyadan bilmediğim bir lisanla bana sesleniliyor gibi sanmama neden olan da zaten budur!

Şimdiye kadar İki Kültür vardı, şimdi bu kitapla anlıyorum ki aslında ortalıkta 3 kültüre ait insan bulunuyor.

Üçüncü taraf son zamanlarda ortalıkta görünen sağ, muhafazakâr hatta mütedeyyin yazar, çizer, okur entelektüellerdir.

Entelektüelizmin sorgulayıcı, eleştirici, red edici, flanör, hatta biraz aylak, sıkı muhalif ve ama huzursuz kimliğini üzerinde taşımamakla beraber 3.kesim kendisini böyle ortaya koyar görünmektedir.

Sefertası bir tür anı kitabıdır, günce tarzında bir organik düzen içinde yazılmamış, hâtıratın orasından burasından en gözde olanların derlemesi yapılarak ortaya çıkmıştır. Kitabı titiz biçimde ele alıp yayımlayan yılların yayıncısı Şaban Kurt’un başında olduğu kitabevi Çağrı’nın bu anılara çok şey kattığı açıktır; imla konusunda ciddi bir sorunla hiç karşılaşılmıyor, elden geçmiş temiz bir baskı okur karşısındadır.

Yazarın çocukluk anılarıyla başlayan, sonra yetişkinlik döneminde, belli ki onu çok etkilemiş olay ve kişilere ait aktaracaklarını hikâye dilinde vermesi, ne yazık ki, bu yazılara bir kurmaca getirmiyor. Okurken okurken, kurmacadan bekleneni değil, salt bir güncenin devamını okuyorsunuz. Gerçi edebiyat hocası, Profesör İnci Enginün’ün ¨Hikâyede kurmacanın ağırlığı vardır, burada – bu kitapta – duyguların samimiliği.¨ diye not düşmesindeki sakınımlı, çekinik duruşu görmek, Sefertası‘nın aslında neredeyse kurmacadan – fiction– tamamen uzak olduğunu anlamaya yetiyor. İnci Hoca kitabı arkalayan bir şeyler yazmak istemiştir; epi topu anlaşılan bu…

Mehmet Nuri’nin, aslına bakarsanız, hatıra olarak yayınlasa bir şey kaybetmeyeceği bu kitabına hikâyeler yazmış gibi bir renk vermeye niye çalıştığını da anlaması zordur! Öte yandan yazarın kullandığı dil ve yazı tarzı akıcı olduğu için, on sekiz hikâyeden [!] oluşan kitap, sizi okurken zorlamayacaktır; bu kısmı hiç değilse iyidir. Yazarın bolca dualı, dinî temennisi bol cümleler sarf edip neredeyse bir Mevlüt merasimi yapar gibi yazdığı kısımlar kitabın edebi değerini bence ortadan kaldırıyor. Yazarın hâtıratında bulunan isimleri yâd etmesi yahut rahmetle anması, şayet bu kitaptaki yazılar birer hikâye ise sakil ve gereksiz duruyor; yok eğer hatırat ise fazlasıyla abartılı görünüyor.

Kitabın en vurucu hikâyesi, bana kalırsa, Uçak Korkusu başlıklı olanıdır. Sadece o bölümde, 40 yıldır tanıdığımız, edebiyat âleminde şair baba diye adlandırılan Refik Durbaş ismine rast geliyor ve onun haricinde, Fransa’daki bir şiir toplantısına uçakla giden Türk yazarlarının neredeyse tümünü yeni yeni duyuyoruz. Bu da benim telaşemi artırıyor. Eyvah ki eyvah, biz yazar, şair denince şu veya bu isimleri bilirdik; bunlarla hiç müşerref olmamıştık. Tanışıklığımız bugüne kalmış, diye hayıflanıyorum.

İşte o vakit görüyorum ki entelektüeller arasında ciddi bir ayrım vardır. Siyasi hayatın sağ kanadında yer alan eski yazarları, şairleri bilirdik; en azından onlarla aynı yerlerde dolaşılırdı: Üstad Necip Fazıl, Huzur Sokağı’nın ünlü yazarı Şule Yüksel, Türk romanının efsanesi Peyami Safa Bey, edebiyat tarihçisi Mehmet Kaplan Hoca, entelektüel aydın Cemil Meriç, hatta Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimleri bir çırpıda sayabilirdiniz.

Eserlerini okumuşsunuzdur yahut uzak durmuş olabilirsiniz; ama bilinen isimlerdi. Sefertası’nda adları geçen ve bir kısmına rahmet okunan, hayatta olup geride kalanlara da uzun ömürler dilenen bu tablonun bir günde ortaya çıkmadığı da apaçıktır. O hâlde, daha evvelinde, bu isimler neredeydiler, ne yapıyorlardı, kitaplarını sadece dinî yayınlar satan kitapçılarda mı bulabilirdik, yoksa hiç yazmamışlar sadece bugünü, hem de baskı kalitesi yüksek kitaplar yayınlayan ve üzerlerinde dolaşan rivayetlere, bakılırsa, kimi cemaatlerin desteğindeki yayınevlerinin kurulmasını mı beklemişlerdi?

¨Sen bu isimleri bilmiyorsan, bunun kusuru sende!¨ denildiğini duyuyor gibiyiz; ne ki, arşiv ortadadır… Roma Senatosu’nda kürsüye geçip Verba Volant, Scripta Manet, “Söz uçar Yazı kalır” diyen Caio Titus‘un bu ünlü sözü hem Latince alıntıların başında gelir, hem de benzeri olan Hafıza-i beşer nisyân ile mâlüldür, arşiv ise asla unutmaz biçiminde Muallim Naci‘ye ait bir deyiş Türk kültür dünyasında kendisine yer bulur. Evet, arşiv ortadadır; Halep ordaysa arşın burada, misali…

Üçüncü Kültür diye adlandırmakta olduğum yeni türemiş görünen bir kesimin bu yazarları, şairleri ve sanatçısının yeteneklerini, becerilerini, eserlerindeki ustalıklarını burada konuşmuyoruz. Ancak şimdiye dek gördüğümüz kadarıyla edebiyat adına yavan, sıradan, tadı tuzu olmayan şeyleri üretmekle edebiyatı, ¨Bahçelerde maydanoz, gel bize bazı bazı¨ biçimindeki lagar seviyeye indirmekte ustalık sahibidirler; yazık! Nerede Tanpınar’ın edebî inceliği, nerede Peyami Bey’in her satırı zevkle okunan eserleri, nerede Cemil Meriç’in huzursuz düşünce yazıları; aradığımız budur!

O hâlde ne olmuştur, nasıl birden bire, böylesine pıtırak gibi ortaya çıkmışlardır; bana kalırsa, üzerinde durulması gereken şey budur. Türk edebiyatının araştırmacıları bugün, yarın bu işe el atacak, bir döneme ait yoksunlaşmayı araştıracaktır; hep beraber göreceğiz.

Arşivlere bakarsanız, son birkaç yılın öne çıkardığı isimler hariç, yakın dönem Türk entelektüelizmi Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar gibi dört ismin sacayağında kuruludur, ardından Aziz Nesin gibi ölümsüz bir ad geliverir. Ötesini sıralamaya gerek var mıdır?

Burada yazar, şair, sanatçı çetelesi dökmeye kalkarsak, yazıyı okunmaz hâle getireceğiz; bilirim… O nedenle, Türk entelektüelizminin bu önemli 4 Kemali ile lafımı derleyip toparladım… Demem o ki bugüne kadar Snow’un İki Kültür teorisine göre Türkiye’de yer alan entelektüellerin dışında bir grup daha varmış, bizim haberimiz yokmuş, arşivlerimize bakılırsa onlar uzun zaman yeraltında kalmış ve hiç eser vermemiş olmalıdır. Sonra, birden, 7 Uyuyanlar gibi ayaklanıvermişler, eserlerini döktürmüşlerdir.

Çağrı Yayınları’nın titizliğini, özenini vurgulamıştım. Eğer Sefertası‘nın ardında Çağrı olmasaydı, hem Mehmet Nuri Bey’in web sayfasından gördüğüm kadarıyla, hem de kimi yazılarını ¨Google¨layıp okuduğum ölçüde, diyebilirim ki Selim İleri’nin bu kitaba ayıp olmasın cinsinden övgü göndermesini bir yana koyunuz, İnci Hoca dahi nezaketini bir yana bırakır, ¨Haydi gezmeye gidelim, inci mercan dizelim¨ tarzı bânal şiirlere göstereceği tepkiyi beyefendiye iletip, kendisini sınıfta bırakırdı.

Öte yandan Selim İleri’nin kitaplarını satır satır okumakla sesinin tonunu bildiğimi savunabileceğim gibi, TRT’deki kitap programında, Sefertası için¨İncelikli anılar. Ben en çok Muzaffer Teyze’yi -hâtıratını- sevdim!¨ diye söz etmesi, Türk edebiyatının bu önemli isminin ne denli hatırnevâz olduğunu ortaya koyuyor.

Modalı, Cihangirli Selim İleri’nin rafine edilmiş İstanbul zevklerine âşikârdır ki ters ve teres düşen, edebiyatına ise arkadan nal toplayacak kadar tık nefes kalmış bu türden¨eserler¨ için böylesi hatıra binâen sözler harcamasını, düzenli olarak yazdığı gazeteyle olan kontratına bağlamak gerekecektir.

Ne var, yine de Sefertası’nı bu dünyada enteletüeller ikiye bölünmüşlerdi, şimdiyse 3 dilim oldular diye alıp okumak, buradaki isimleri bir kenara kaydetmek gerekiyor.
Gün olur, lâzım olur…
_________________

* [email protected]

Sefertası
Hikâye-i hâtırat
Mehmet Nuri Yardım
Yazara ait web sayfası: www.mehmetnuriyardim.com
Çağrı Yayınları
2012, İstanbul-2.Baskı
Ekleriyle beraber, 216 Sayfa

718580cookie-checkSefertası’ndakiler

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.