Selçuk ağabeyini böyle anlatmıştı

Turhan…

Çevremizi saran üç boyutun ötesinde, dördüncünün varlığını duyumsamadığımız yıllardı…

Uzunluğu, genişliği, derinliği biliyorduk…

Zamanı tanımıyorduk…

Geçmiş yoktu…

Geleceği iple çekiyorduk…

Yaşadığımız an’ın bilincine uzaktık…

Bilya oynarken, meşin topun peşinden koşarken, okula giderken, gezip tozarken, avarelik ederken, hızla akan zamanın dışındaydık…

Ta içimizde, yüreğimizde, beynimizin gizli bir köşesinde, geleceğimizin gizemine adamıştık hırsımızı…

Ulaşılamaz yıldızlara gidecektik; bilmediğimiz ülkelerde görülmemiş serüvenler bizi bekliyorlardı; göz kamaştırıcı hayatlara ışınlanmıştık…

Yakınımızdaki hiçbir olay, ailemizdeki hiçbir bağ, çevremizdeki hiçbir kişi, ülkemizdeki hiçbir gerçek, yaşadığımız kent veya kasabadaki hiçbir koşul, bizim yarınlara şartlanmış yaşam tasarımlarımızı engelleyemezdi…

Yaşayacaktık; ama, daha sonra, ilerde, gelecekte, hayat kollarını bize açacaktı…

Özlemlerimizin anlamı, sıradanlaşmanın sınırlarını ruhumuzda çiğneyip geçmişti…

Yaz sıcağını emen geceler, pırıl pırıl gökte kayan yıldızları ciğerlerimize çekiyorduk; o yıldızlar gökte bizim için kayıyorlardı…

İki Çocuğun Devr-i Âlemi’ni, Tarzan’ı, Baytekin’ı, Üç Silahşörler’i aşıp La Dam o Kamelya’ya geçmek güç olmadı; Çocuk Sesi’ni Afacan’ı geride bırakırken üzülmedik; bunlardan çok daha uzakta, gizemli ve görkemli bir yerde, hayat kollarını açmış bizi bekliyordu.

Çok küçük yaştayken, İstanbul’da elektrik düğmesini çevirdiğimiz zaman ortalığın aydınlanması, bize doğal gelmişti. Anadolu’nun uzak kasabalarında, fitilli petrol lambasının soluk ışığında kitap sayfalarını çevirmek de ne kolaydı!.. Çünkü hayat, çok ötede, gelecekte, bilinmeyen kentlerde, balta girmemiş ormanlarda, uzak gezegenlerde yaşanacak apayrı bir şeydi.

Bilincimizin gölgesinde, geleceğin bilinmezliğine yayılıyordu umutlarımız…

Çocuklukta yaşadığımız yıllar, ilerde yaşayacağımız güzel zamanlardan ödünç alınmıştı.

Schubert’i, Gorki’yi, Zola’yı, Gogol’ü tanıdığımızda, kendimize yakıştırdığımız dünyanın insanlarını bulmuş gibiydik; ama, sanki hepsi de üç boyutun kapsamı içindeydi…

Dördüncü boyutun bize hazırladığı tuzaktan habersizdik…

Zamanı duyumsamaya başladığımız gün, yaşam değişti, dördüncü boyut ikimizi de uçurumuna çekmeye başladı…

Turhan’la kardeşliğin ötesinde bir ikili oluşturuyorduk, yaşımız büyüdükçe düşüncelerimiz de birlikte büyüyor, düşlemlerimize karışıyordu, gece gözlerimizi kapadığımızda gördüğümüz rüyaların birbirine benzemesi doğaldı…

Ya Ülfet?..

O ‘bizim’ kızkardeşimizdi…

Benim ya da Turhan’ın değil, ‘bizim’ kardeşimiz…

Uzun sandığım bir çocukluk evresinde ‘ben’ ile ‘biz’i düşüncelerimde karıştırdığımı sanıyorum.

Gerçek ile düşü ayrımsamak çok zor oldu.

Çocukluğumuzun uçsuz bucaksız evreninden kopup ayaklarımızın toprağa değdiği anda, ben çok korktum…

Turhan’ın ürktüğünü sanıyorum.

Dünyalarımız yıkılıyor muydu? Yıldızlara gidemeyecek miydik? Evrenin bilinmeyen güzelliklerini, adına hayat denen süreçte keşfedemeyecek miydik?

İlkgençlik yılları aşılıp da ‘zaman boyutu’ yaşamda devreye girdikçe, üç boyutun yetersizliği, kısırlığı, bağlayıcılığı ortaya çıkıyordu.

İnsanın durduğu, oturduğu, hele geceleyin yattığı yerde düşünceleriyle devinebilen bir yaratık olduğunu küçükken keşfeden bizler, hayatın gerçekliği karşısında, ellerimizin ayaklarımızın bağlandığını mı görecektik?..

Büyüyorduk, hayata atılmak, meslek sahibi olmak, para kazanmak, bir evin sorumluluğunu taşımak gibi zorunlukların oldubittisiyle karşı karşıyaydık. Kuralların bukağısı, ayak bileklerimize vuruluyordu. Gerçekler, hışımla üstümüze geliyordu. Dünyalarımızın yıkılmasına, gezegenlerimizin yok olmasına, yıldızlarımızın ellerimizden kaymasına seyirci mi kalacaktık?..

Kıyamet günü yaklaşıyordu…

O sırada Turhan bir şey keşfetti.

Alaeddin’in lambasından çıkan dev, Turhan’a bir çizginin gizeminde bütün dünyaları, yıldızları, gezegenleri, galaksileri, insanları, duyguları, sevdaları, dostlukları, düşmanlıkları, ağlamayı, gülmeyi, geçmişi, geleceği ve an’ı -tek sözcükle yaşamı- yakalamasını öğretti.

Oh, ne büyük mutluluk!..

Turhan, evrendeki her şeyi çizgiye dönüştürmenin ilm-i simyasında benliğini buldu…

Yaratacağı evrenin allahıydı artık…

Baytekin gibi yıldızlara gitmiyor, yıldızları ayağına çağırıyordu, Doktor Faust’un gücü artık ne yazardı!.. Güliver’in devleri ve cüceleri, çizginin büyüsünde bir büyüyüp bir küçülüyorlardı, Şekspir’in tiyatrosu, çizgi dünyasının egemenliğinde perdelerini açıp kapıyorlardı. Molyer’in mizahı, çini mürekkebiyle beyaz kâğıt üzerine dökülüyordu. Donkişot ya da Kazanova, Turhan’ın yanında yaya kalırlardı.

Turhan’ın dünyası, yaşadığımız gerçek dünyanın eleştirisiyle oluştu…

Alternatif bir dünyadır bu…

Coğrafyası dördüncü boyuta yayılır…

Turhan’da zaman korkusu kalmadı…

Zaman, artık Turhan’a çalışıyor.

İlhan Selçuk’un Gül Diken dergisindeki yazısı/1994

1075090cookie-checkSelçuk ağabeyini böyle anlatmıştı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.