Abisinin, bahçedeki çınar ağacının köklerinden ayrılmış ev çatısını kaplamış kalın dallarına halat bağlayarak yaptığı salıncakta, önce üç yaş büyüğün beyaz yakalı siyah okul önlüklü Leyla’yı, sonra seni salladığını anımsadığın, aynı zamanda annesinin de akrabası anneannenin ‘ismini ben koyuyorum Bad-ı Saba olsun ’ demesinin bir şey ifade etmediği, babanın demesiyle Gımgım’da nüfus müdürlüğünde çalışan kuzeninin ilerde sırf ‘hırboydu, kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’ densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde fark ettiği biri 1956 ( evli bile değilken) diğeri 1965 tarihli aynı isimli, farklı doğum tarihli iki kız çocuğundan sanal olanının (ölümü halinde miras işlemlerinde sorun çıkaracağından) yokluğunu ispat için tüm aileyi, iki de şahidi mahkemeye hakim karşısına çıkaran; Cumhuriyetin ilk yıllarında 1930’larda , 40’larda, 50’lilerde hatta 60’larda önceleri iki, üç sonrasında yılda bir kez; baban dahil onlarca köylü çocuğun doğum tarihinin 31 Aralık olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda; doğanları, ölenleri kaydetmek için köy evlerini gezen; taşrada özellikle de resmi ideolojinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet göstermekle kalmayıp kendilerinden de akıllı saydıkları memurlar gibi nüfus memurlarının; ‘giderse tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar, sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı tutun, Abbas’ın öldüğünü söylemeyin, yerine bunu saydıralım, nerden bilecekler’ kurnazlı köylülerin ‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu’-‘beyim dere taşmıştı, sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ -‘bizim Sofi amca hastaydı, bütün köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı Haziran’dı’ -‘deprem olmuştu Apo Rıza ev damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’-‘ en tavlı inekti baktık bir gün ahırda ölmüş, kar kıştı; o esnada doğum yaptı, bunu doğurdu’ bilgilendirmeleri altında boyuna, posuna bakıp akıllarından geçirdiklerine, ideolojilerine göre genellikle de ailesindekilere, çocuklarına, kardeşlerine ait isimleri köylünün çocuklara yazmalarına, doğum tarihlerini belirlemelerine ses çıkarılmadığından Bad-ı Saba’nın Leyla’yla yer değiştirdiği amca kızından; babasını mahpusa düşüren başlı başına bir film hikayesi kadınlara zaafına dair vukuatı sonrası, bir ayağı sallanan iki sandalye, döşek, yorgan, iki üç de kap kaçaktan ibaret eşyalarını kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gumgum) Gımgım’ın yerini Ermenice “Vart=Gül”den türetilmiş Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden Badan (Bada) yerine Teknedüzü demek zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine geri dönmeleri yüzünden ayrılacaktın. Yıllarca paylaştıkları aynı toprak üzerinde yan yana yaşadıklarından olmasının mümkün olmadığını düşünecek çapsızlıkta…sığlıkta çok uzaklarda Kürdistan’ın dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara gönderecek, evlerinde klasik roman okumalarına şaşırılmayacak, zanaatkarlıklarından; örfünden adetlerinden; dillerinden, dini ritüellerinden; başları kaplayan, dik kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı, dışı fesli ortasından kenarlara doğru siyah püskülün yayıldığı keçe dedikleri şapkalar takan kadınlarının yöresel giyimlerinden; küplerde pancar, kışın donmamaları için tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma, dolma, kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday çorbası , kurut, sulu köfte, sir, şir, siron belki onların belki de değil Babuko ( Zerfet) …, .., onlarca yemeğin yapıldığı mutfak kültürlerinden etkilenmemiş; şimdi üzerinde çocuklarının oyun oynadıkları otların altında kaldığından kalıntıları, güç bela fark edilen viran eylenmiş kiliselerde ilahiler okuyanların kederli yakarışlarını duymamış, tehcir sonrası artık ilk sahibini bile kendileri saydıkları, üzerlerine tapuladıkları, üstüne evlerini yaptıkları arsalarda, , tarlalarda birlikte ekin biçmemiş, bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen kapısız holün mutfağa, misafir, yatak odalarına, mahzene, üst kata çıkan merdivenlere açıldığı, yemek pişirilecek ocağın da içinde bulunduğu geniş mutfakta, holde çocukların etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini yakalamayı sevdikleri evi damını taşıyan, destekleyen kalın tahta sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle iki katlı, üst katta derenin, ormanların, dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği balkonlu mimarisini çok beğendiklerinden ;annenin çocukluğunu geçirdiği depremde yıkılan konak da dahil benzerini yaptıkları evlerde sacda, bazen de depo gibi kullanıldığından odunların da istif edildiği, ekmek, balık, bıjıkı dorak, güveçte et pişirilen toprağa gömülü tandırda lavaş, yufka ekmek pişirmemiş ayran içerek ‘baoo bu sene zor geçecek, ekin az tarlada, vergide boyun bükecek’le dertleşmemiş deré Mengelî de kuru, sıcak havalarda yıkanmamış, dedenin evindeki gibi yatay olarak bahçe duvarının üzerine yerleştirecekleri hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş kül, toprak saman karışımı çamur ya da tezekle çamur veya kül karışımı harçla sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak çay içilmemiş, şarapla demlenmemişçesine; hâlâ kullandıkları Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…, köylerine, kasabalarına adlarını veren, büyüdüğünde yabancı bireylerde, filmlerde, dizilerde , kitaplar da rastladığından ‘teyzeme Sara, halaya Benevşa ???.nasıl oluyor da asır öncesi yabancıların kullandıkları isimler konulmuş köydekilere’ merakına ‘ne bileyim’ kaçamaklı cevapların da nedeni; çocuklarına koydukları Dudu, Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli isimleriyle istemeden andıkları, geride bıraktıkları geçmişi saklayan mezar taşlarının derin, hüzünlü izlerini silmek için yaşadıkları coğrafya’da düşmanlaştırılmalarına göz yumup, katkı sundukları halbuki 1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları, kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir dağlarına ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için kızağa yatırılmış hastaları çektikleri kağnı arabası, at, eşek üstünde çoğunluk yaya sarp geçitleri, tepeleri aştıkları o kuş uçmaz, kervan geçmez taşlı yollarda ayaklarda çarık, lastik ayakkabı, rüzgar, tipi, fırtınada ölmeden sağ kalma mücadelesinde, açlıktan hiç yapmayacağım denileni, dilenciliği bile denedikleri, hayatını kaybedenleri mezarın bulamayacaklarını bile bile öldüğü yerde gömecek tıpkı Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Rumların yanlarında altın, para, mücevherlerini götürdüklerini düşündüklerinden göç yolunda Ermeni konvoylarına ganimet için saldırmaları gibi her an kadınlarına da tecavüz edecek hatta hoşuna gideni alıp kaçıracak korkusunu hissedecekleri çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında ‘bizi bu hale düşürenler hiç gün yüzü görmesin’ lanetinde ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara gitme zorunda bırakılmanın nasıl bir facia …nasıl bir ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de kurtulsak şuracıkta’ yılgınlığı…nasıl bir keder olduğunu bilmelerine rağmen onların yerine koymayacakları gibi kendilerini haklı da çıkaracakları tonlarca yaratılmış bahaneli Kaf dağının ardına sığındıklarından; hiç birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemiş tavrında Ermeni komşularının kayboluşuna sanki büyük bir tufanda yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlarının acısının dilinden kimsenin anlamaması çaresizliğinin, kalp sızısının fotoğrafı sıvanmamış eski köy evlerinin duvarlarında kiliselerden getirilmiş taşların, evlerden alınmış onlarca Lara’nın, Lena’nın, Angel’in yemek yaptığı kap kacak, kara kazanlar, ellerini sürdükleri saatler, lambalar; David, Adom ve Nurhan’ın su taşıdığı bakraçlar, oturdukları masa, sandalyeler kadar yakın geçmişi hatırlamak istemediğinden unutan içinde bulunduğun Alzheimer’lı toplum , sülale, aile bireylerince; 93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Karsı alma, Ruslara darbe vurma amaçlı başlatılan; 90 bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü Sarıkamış Harekatına !! dair haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip saklandığından Osmanlı tebaasınca savaşla ilgili gerçeklerin uzun süre bilinmemesi misali her devlette…her ailede…her kökende…her dinde, mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere bol güzellemeli resmi; devlet, din, köken, aile…, …, …, tarihlerinde, kitaplarında yer aldırılmayacağından, kimse de anlatmaya kalkışmayacağından pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din, mezhebin, …, …, sülale, aile üyelerinin faydalandıklarından geçmişte, yarında işledikleri ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz, hırsızlık benzeri aynı suçlarını örtbas için ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarında defacto sözleşmeleri, anlaşmalarıyla gizlenen gençliğin devrimci başkaldırısının büyüleyiciliğinde, Marx’ın Kapital’inin, Lenin’in Ulusların Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkının altında bıraktığın, yaşadığın coğrafyanın geçmişinden, tarihinden; kendin dışında ötekileştirilenlerin acılarından, kayıplarından; hayal meyal hatırladıklarından belki de vahşetin utancından belleklerinin bir köşesine ittikleri çok geç dile gelip ‘ bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, 40 kişiymiş bir evde. Onların, bizim evle bir dostluğu varmış, falan. Onlar şey ederken, o kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan.Bazen yağ eritilirdi onda.Beş teneke…Onlar gidince arazisi olmayan köylüler gitti sahip çıktıları arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Bu sonunda Tapu kadastro gelince tapu ettiler. Bizim köyde Ermeniler yok idi ama Ameran (Onpınar) o köy onların elindeydi.Ne deselerdi o olurdu.’-‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü Ameran’da Çarbuhar ‘ın kollarından deré Mengelî’de bir Kom vardı belki sende hatırlarsın, Seyhs Süleyman’ın mezarına giden yolda köprünün hemen altında, işte devlet bunlarla ilgili ferman çıkardığında Ruslar da Varto’yu işgal etmişler, savaş var yani, eee bu Ermeniler de tabii Ruslardan yana olmuşlar hemen.Neyse Ameran’da ağalar -o zaman önce isim sonra baba adı söylenerek insanlar tanıtıldığından Ali’nin oğlu Veli yerine- Veli é Ali başkanlığında diye devam etti amcam kırk Ermeni erkeği samanlarında saklandığı kom’a hapsediyorlar.Sonra bir camışın (manda) üzerine kom’un kapısı önünde gazyağı döküyor, ateşle yakıp içeri atıyorlar, camışla birlikte içeride ne var ne yoksa birlikte yanıyorlar. Bu nasıl bir canavarlık…nasıl gaddarlık bir hayvanı canlı, canlı yakanlar neler yapmaz hayatta…kimse kusura bakmasın, hiç kimse benim kaşığım ak demesin mayasında gaddarlık, vahşet var bu toprakların dedim…’le anılarını su yüzüne çıkaran aile büyükleri sayesinde haberdarlığının kusur sayılmayacağı uluslararası öneme haziliğinden heyecanla karşılanacak “bizim yoldaşlar iyi eş becerdi” takdiriyle alkışlanacak proletarya diktatörlüğünü kurma peşinde dolu dizgin arkana bakmadan koştuğundan, bir zamanlar köyünde, doğduğun Varto’da Ermenilerin yaşadığını, evlerinin, kiliselerinin bulunduğunu da çok çok sonra, annen dahil pek çok akrabanın da ailevi miras davası nedeniyle ele geçen ‘ermen milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ibareli tapuyla tehcirden sonra dedenin aldığı arsanın bir Ermeni vatandaşa aitliğini ikibinli yıllarda öğreneceği koşulların varlığında ne hazindir ölümünden sonra, o da bilmeden ağızdan kaçırdıklarından anlattıkları seni kuzenin Leyla’dan ayıran amcanın vukuatıysa şöyle olmuş ‘ baban Karayollarında tabldot memuru, Nuri bey diye birini Ankara’dan göndermişler, Van’ da, İskele köyünde TRT’nin radyo evini açacak.Baban rica ediyor ‘kardeşim var işsiz, odacı olarak alsan’ adam tamam diyor.Köyden geldi işe başladı amcan sonra yengeni, üç çocuğunu da getirdi, yanımızda ev kiraladık.Yazın yengen çocuklarla beraber köye gitti kışlık hazırlamaya peynir, kavurma, çökelek.Gitmeden de iki üç tane böyle eldiven’-‘ eldiven?aaa yaz günü???’-‘ Şehirli ya, artık fors atacak köylü kadınlara, akrabalara; iki tane jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven, bir de manto aldı. O sıcakta köyde eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim kadınlar fes takıyordu daha, bir de beyaz leçeklerle bağlıyorlardı başlarını. Yalan olmasın Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk, evlerin yanında ahır, bağ, bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri adı Makbule’ydi, sütçüydü, mahalleli sütünü ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin.Yengen kadına “ben köye gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her sabah bir bardak süt kaynatıp versen” diyor. ‘-‘yok artık, olacak şey mi’ –‘Aptal Makbule’de yengen gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna dedi ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış, getirmiş ben öyle zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcaya bak sen ! süte atılan bir şeker neler de kadir’ –‘neyse, amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı araba getiriyor bırakıyor eve. Bu sinyal almış ya her gün arabadan inince kadının evinin kapısının, camının önünde bekliyor, kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum, kocası da öyle şerefsizdi ki Makbule’nin. Adı Ali’ydi, kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı yanlarında kalıyordu yok yemek döktün, yok altına kaçırdın, yok bilmem ne yaptın, ölmedin gittin diye dövüyordu.Bende kalktım’ dedikten sonra her zamanki gibi bir olayı anlatırken birden bağlantıyı kaybeden annen son söylediği cümleyi havada bırakarak devam edecekti ‘ondan sonra Ali yeğenini de çağırıyor ‘gel bu gece biz bu adamın hakkından gelelim’-‘dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın kendini gözlediğini’-‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir hafta gözledi beni diyor.Artık kadının burasına -boğazını gösteriyor- tak ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen gittikten sonra bir hafta bize gelmiyor bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu’ meğer adam (amcan) meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının arkasında amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl kapının önüne gelir gelmez birden kapıyı açıyorlar amcan içeri düşüyor. Vay ulan! sen misin, namus ırz düşmanı vur da, vur. Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ Gözünün önünde hayal meyal amcan; yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a ilk geldiklerinde senin de bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş; sabaha kadar kaşınmalarımızın faresiz, tahtakurusuz, sineksiz bir hayat yok sanmamızın, yatağa yattığımızda tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır koşturduklarından ‘oyun oynuyorlar’ diye düşündüğümüz, ölesiye korktuğumuz farelerin sesini duymamak için başımıza yorgan çektiren tavanı, tabanı tahta, ahşap evlerde; bugünkü kadar yaygın olsaydı ebeveynlerimizce, üç dört seansa bağlayıp Ümit köyde, Çay yolunda, Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde bir villa daha alsam açgözlülüğündeki psikiyatristlere götürüldüğümüzde gözlerini fal taşı açtırtacak ‘ bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak özgüveni dinamitleyip, korkak çocuklara neden oldunuz’ çıkışmasına ‘ sanki mutlu sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım, Şöför Nebahat, Senede Bir Gün, Ah Nerede, Hababam Sınıfı izletilen, peri masalları öyküleri, okutulan nesilleriniz psikopat olmadı mı? Zaten içinde bulunulan koşullarda psikopat olmaları doğal değil mi?’ yle karşılık vermekten aciz çok şükür ki o çocuklarda, bizlerde Bipolar bozukluk beklerken eksiklikleri de olacak normallikte bir Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarını nasıl izah edeceklerinin de merakında, annelerimizin ‘kapatın gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır, koparırlar burnunuzu’ korkutmalarını çoğaltan; komşu evden diğerine seyahati seven, arka sokak otellerin, Hostellerin, evlerimizin sahiplerinden huylandığımızdan yatağa girmek istemediğimiz, geceleri ışıklar söndüğünde fareler gibi harekete geçen yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girebilecek kadar yassı, ezdiğimizde fışkıran kanlarımızla beslenmiş, ısırdığı yeri kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı yakarak ortalığı kolaçan edip kırım yapacakken ışığı görür görmez hızlıca kaçan, kaldırılan yatakların altında tespih tanesi gibi dizildiklerini de gördüğümüz fareler gibi uykularımızın düşmanı kırmızı renkli iğrenç böcek tahta kuruları, mutfakta süt tenceresinden süt içerken gördüğümüz yılanlı çocukluğumuz da yaşadıklarımıza on basacak kadar kötü olaylar yaşanacağından gelecekte; kendisine yer açmak isteyen dimağlarımız o günleri hemencecik sildiğinden, Türkiyeli toplumun hep eleştirilen ama değişmeyen en karakteristik özelliği balık hafızanın çoğumuzu psikiyatristlere düşürmemiş işe yaramışlığını da unutmadan, annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye Arap sabununa daldırdığı tahta kıl fırçayla silip yıkadığı, halısız, kilimsiz tahta zeminde, üstüne atılan örtü kısa geldiğinden bir demir ayağı gözüken somya, duvara yaslı kanaviçe örtülü kırlentlere yaslanmış siyah saçları kısa kesilmiş yengen, amcan , Leyla , abisi, kireç badanalı duvarda her gece masal kitabıymışçasına bakarak uykuya daldığın her defasında değiştirdiğin ‘sonra kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu kendi kendine anlattığın masalların dayanağı; bir kadının kollarındaki açık örtüdeki çok güzel, tombik bir bebeğin önünde diz çökmüş elinin altında kuzu olan bir adam, yerde tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca bacaklarının göründüğü ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntı kaçırılmadan Kurban Bayramından ziyade Hz. İsa’nın doğumunun tasvirlendiği duvar halısın da göründüğü siyah beyaz bir fotoğrafta bulduruyor, kendini.‘Köydeydim amcan mahpusa düştüğünde.Dişim ağrıyordu, doktora gittik önce okulda tatil olunca çocukları aldım doğru ev damına.Bu Makbule her sabah süt sağardı.O da benim gibi ufak tefekti. Ey okuyucu ! bireylerin yanında mutsuz olduğundan, davranışlarından artık hoşlanmadığından aldatacak kadar bıktığı eşini, sevgilisini benzer, aynı fiziksel ruhsal özelliklerde biriyle aldatmasının nedenini çözme görevi, ben Leyla’nın babasının vukuatını anlatmaya devam edeceğimden şu an senin. Kırmızı bir mantosu vardı onu giyer, böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu sağa sola evirerek taklide de yelteniyor) giyinip, kuşanır, amcan içisin diye süt getirir ‘akşam Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye sorardı. Güneşin batmasına, gökyüzünün hafif kızılaşmasına yakın radyodan yayılan öylesine çağıldayan billur bir sesti ki gece annenin dilinde kardeşlerinin ninnisi “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”lı Muazzez Türüng, çocuk yüreğini nedenini bilmediğin hüzünle doldururken bir bakmışsın bir gün Can’ı sallarken ayağında, hiç aklında değilken o anda gayri ihtiyarı dudaklarından dökülendi de. ’Bilmiyorum artık kim doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’ Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçilerin “amca öyle bir sanatçı mı var?” gülüşmelerine sebep Muazzez Türüng’in kasetini aramasına nihayet aklın erdiğinden amcanın, Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok.Zaide vardı komşumuz.Bu olay olmadan önce bir gün bana dedi ki “ Makbule kocanın yolunu gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha”. Amcanın dediği gece işten geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok manasına.Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki “senin bu karın komşuyla her akşam bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın yolunu gözlüyorlar, yakalıyorlar…’-‘yengen köydeydi, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor.Ben kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor.Sonuçta bunlar birbirlerini bir güzel dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes bana öyle kazık attı ki… ben o kadar onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim…’ annenin anlattığı olaydan bir kopma anı daha ‘baban yemeğe gelmiş, sabahleyin kahvaltı yapıyoruz. Anlıyorsun ki baban daha yeni tanışmış geceyi birlikte geçirdiği o kadın Leyla’yla. Ben kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor “yenge hanım, eşin evde mi?” dedi , evet dedim. Dedi ya ben yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne oldu? tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime haber ver’. Hallah hallah dedim, ‘bu ne yapmış’ dedim, valla bilmiyorum .Baban vey, vey kör olaydım abim, abim diye dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine göndermişler. O zaman annemin akrabası avukat dayı Teyfik’in (Tevfik’in) Mustafa diye bir hakimi var, orda. Hakim onun davasına bakıyor.Baban gitti dayı Teyfikle konuştu, tabii Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay cezaevinde kaldı, yok üç ay…Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde kalabilir abin.Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim.Yıl 1965 tamam mı?Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık cezaevine.Ya biz diyoruz…baban gitmiş sormuş ‘ulan abi, sen ne yaptın?’ demiş böyle, böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar. Sen demiş ceza çok yiyeceksin.Dayı Teyfik, Mustafa bey bakıyor demiş, ben onunla görüşürüm hele bir üç ay içerde kalsın.Üç ay sonra bunu bıraktılar.Bize geldi dedim amca sen bir hafta nerdeydin?Sen bir hafta, bize her akşam geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar geliyordun, sen nerdeydin? Dedi erooo… hiçç, ben böyle bir kuyunun içinde çamur vardı dedi, ben o çamurun içine düştüm, nasıl kendimi kurtardım bilemedim. Çünkü dedi kadın her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak şey mi. Zaten yavrum, sen bilmiyor musun? Doğu’nun insanı saf, hani yengen (süt götür) öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest) olsun.’ Saçlarına aklar düşmese zamanın aynı yerde durduğuna inandıracak, bir akrabanıza benzediğinden resmini gösterip, adına aşinalığını bildiğiniz ‘kendi kendime annem Sophia Loren’le ilgili bir şey olmuş anlatmaya çalışıyor herhalde diye düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene sesini duyunca.Bir baktım elinde Pasiflora şişesi’yle çocuklarının anılarda yer edinen konuşmalarında, bazı kelimeleri telaffuz edişindeki komik harf hataları torunlarına banka ajandasında bir sayfaya ‘Gergadenger Gergadan, regretör radayatör, jet jest, Tiborg Trump, Marko Macron, Ingılışov English Home’ notlu ‘anneannenin söylediği yanlış kelimler’ başlığını açtırtırken, seni dumura uğratan kelimeyse- yanıldın okuyucu demeyeceğim zira kaç kere söyletsem Associated Press’i, acaba nasıl telaffuz eder diye düşünmedim de değil-evde olmadığını bildiğinden ’bulamadım sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün mü? nereye koydum‘ dört dolanmasını, sonunda ne çıkacak diye merakıyla izleyip ‘buradaymış gözümün önünde buldum sonunda’ dediğinde gösterdiği magnezyum plus tabletleriydi, anneni ‘ gel sultanım gel, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucaklamanı hak ettiren ’Amcana dedim ki kadın sana sütün içine şeker atmış getirmiş, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Ondan sonra çıktı gitti köye. Gitti gitmesine de yengen alıştı bir kere şehre, durmak ister mi köyde? Sürekli çalışacağı bir saniye dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış köyde durdular, ailenin reisi büyük amcan da rahatsız onların köye, iki göz odalı ev damına dönmelerinden’
Dinledikçe anneni; Avrupa’da ortaçağda şort giyecek bir kadının bugün Türkiye’de göreceği tepkinin aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak sosyologların yasaklanan her neyse onun insanı tahrik , cezp ettiği tespitinde yüzyıllar öncesinden kalan Apollo Belvedere (Belvedere Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl), Michelangelo’nun 1500’lerde yaptığı Davut ( heykelinin Osmanlı’da İstanbul’da sergilendiğini farz edin, parçalamak dahil heykelin, yaratıcısının başına nelerin getirileceğinin nedenini herkes tahmin edeceğinden kapatıyorum parantezi) heykellerinde, resimlerde görüleceği üzere giyinirken, soyunurken, banyo, tuvalet yaparken sabah, akşam görülen vücudun tamamlayanı, ayrılmaz parçası her uzvun Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak sergilenmesi, cinselliğin ayıpsız, günahsız doğallığını kabullenen Avrupa’da eğer ruhsal bir hastalıktan muzdarip değilse insanlar şortla gezen bir kadına en fazla bakar belki de bakmazlarken “çükünü, pipini kaldır da amcana, abine göster” gururlu övüncün nedeni “çükün…pipinin” evde, parkta değil de meydanlarda, tablolarda sergilenmesinin ayıp, günah sınıflandırılmasının abesliğindeki Ortadoğu’da; yıllar yalnızca rakamların değiştiği bir şeymiş de coğrafya, zaman, toplum, ülke, bireyler hep aynı yerde kalakalmış hissiyle dolup taşarken, şimdilerde cep telefonu kamerasına kayıt edilebilindiği için kamuoyuna yansıyan, yüzde 99’unun başına geldiği halde ‘süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın” türünden basitliklerle, illa ki suçlanacaklarını öyle ki yazın Avrupa’da, Küba ‘da ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece şortla dolaşır, sutyen bile takmazken bunu vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi kadınlar da dahil herkesin “böyle dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizin, tecavüzün , laf atmanın ‘geceleri yatağa yatmaya kokuyordum, odalara serilen yer yatağında kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden üç, beş yaş büyük oğlanlarla yan yana yatıran akıl; başta annem dayın…kuzenin…amcan sana böyle bir şey yapmaz iftira atma diyecekti.Kime söyleseydim, kim inanırdı bana? Kardeşini, amcasını, yeğenini korumak adına kendi çocuğunu feda, lanse edecek ‘kol kırılır yen içinde kalır’lı aşiret, sülale, aile zihniyeti ‘çocuk bu, ne söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor dedirteceğinden, bir de olan sanki doğal olması gerekli bir şeymiş yoksa niye bizleri yan yana yatırsınlar sandırttığından onbir , oniki yaşlarında başımıza gelenleri biz kızlar birbirimize dahi itiraf etmeden sustuk hep… iğrendiren koca bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak oynayacağı mahrem yeri arayıp bulacağını bileceğin geceleri yatağa girmemek için uykuya direnirdim, kızardı annem “uyu artık, lambayı söndüreceğim” baskısının yanında yatmış numarasıyla uzandığı yatakta senin yanına yatırılmanı bekleyen …, hayır …anlatmak istemiyorum’ dehşetini yaşayan çocuk ruhunda yetişkinliği de darmadağın eden; tesadüf eseri saçıldığında ortaya, vatanları Türkiye’de yaşanmadığından hiç duymadıkları, karşılaşmadıkları için herkesin “kanlarının donduğunu” söylediği, bol kepazeli “Palu ailesi” hikayeli de olabilen; ensestliğin bile hak görüldüğünü deneyimlerinden bilecek kadınların aşikar edemedikleri süre giden, gidecek kadına yönelik her türlü ayrımcılığın, tacizin, cinayetin bin kat daha fazlasının yaşandığı dünün tacizci amcanın cezalandırılmayıp beraat ettirilmesinde görüleceği üzere bugünde devamı; hangi kurumda, her nerede olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç işlersen işle eğer yüksek mevkilerde tanıdığın, adamın varsa sırtın yere gelmemesi, hayatın kolaylaşması “mülkün temeli” adalet mekanizmasında tanıdık bir hakimin, yargıcın istenen kararı alması ‘iyi hal’e sığdırıp işlenen suçu yok saydırması karşısında, sadece üniversite bitirdiği için kendini kültürlü gören yandaşlıkta kimsenin ellerine su dökemeyeceği sığlıkta laik, dinci, muhafazakar, solcu, sağcı çığırtkanların sırf destekledikleri liderleri, iktidarları, zamanı, dönemi ve devirleri ululaştırma hedefli “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük, eşitlik, saygı, sevgi vardı, düşün enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz, yolsuzluk falan hiç duymadık” yalanlığı “her şey kısıtlıydı, fakirdik ama daha mutluyduk” mümkünlüğü; hayali bir yalan…bir mümkünlük olduğundan ispata kalkışmanın gereksizliğinde;Ey Yarabbi ! bu devirde aklı başında birinin başkasının oyuncağına, evindeki eşyasına, yediğine, içtiğine, Malboro sigarasına dahi özendiği, istediğini alamadığı, ulaşamadığı; bir kamera çekimi sayesinde Emine Bulut, George Floyd cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen ( eğer olsaydı cep telefonu kamerasına kaydedilebilme ihtimali bulunduğundan Sinan Suner’in öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki eylem sırasında çıkan çatışmada Er Zekeriya Önge’li vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren tutuklanmayacaktı bile) rüşveti, yolsuzluğu, karşılaşılan haksızlığı, hakareti, linci anında ispatlayacak iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan, internetten, televizyonlardan, sosyal medyadan yoksun kele koltukta gezilen sansürlü, mahalle baskısını, yalanı, iftirayı ortaya sereceği bir kamera, kendini, kimliğini ifade edeceği bir platform bulamadığı, darbenin ayak izlerini göremediği karanlığını bir kenara bıraksa bile yalnızca her dakika bulaşığı elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak bulaşık makinesiz dünü , ‘ahh nerede o eski günler’i özlemle anması, tutturması nasıl bir beyin fırtınasıdır ki. Belli bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerinde ya da bir, iki ,üç beş kuşak öncesi akrabalarındaki huyların, duyguların, davranışların, hastalıkların kendinde zuhur ettiğini ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan büyük dayı gibi özgürlüne pek düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho hey’ derdi’yle görmesine rağmen, kendiyle, genleriyle bağlantılı saymayıp ‘ayyy bir inatçı…bir inatçı kime çekmiş bilmem ki’ hayretleri içinde suçu evladına atan gerçekten kaçışı rutine bindirmiş ebeveynler gibi , dediğim dedik yeni yetmeliğini bir türlü üzerinden atamayan Türkiye’de kast ettikleri kendi imparatorluk zamanlarına özlem olduğundan “bizim zamanımız da…”yla söze başlayanların aksine hayatı çekilmez kıldığından mevcudun, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken Les Tuileries bahçelerinde ilk otomobil fuarının düzenlendiği 1898 Fransa’sında Paris sokaklarında otomobilin atlı arabaların yerini almasına, telefonun icadına, elektriğin, uçağın kullanımına tanılık eden Proust’un “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte –sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden, terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırları; geç fark etsek de başka türlü rahata, iyiye ulaşma ihtimalsizliğinden kaçınılmazlığı tartışılmayacak bir nevi hayatın, evrenin mazotu, dinamiği ama ne yazık ki her zaman da zihinsel gelişimle paralel ilerlemeyen; ülkeniz aralarında yer almasa da, teknolojide, sanayide ‘atağa…yeni icatlara’ odaklanmış dünyanın itelemesiyle ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’ dedirten bir önceki nesilde olmayan ( anne, babalarımızın gençliklerine, orta yaşlılıklarına denk gelen 30 yıl öncesine 90’ların başına kadar- az da olsa bugünde de bazı- evlerde buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, telefon bulunmuyordu ) teknolojideki, düşünsel alandaki yeniliklere, farklılığa açlığından belki de sanki, hayatında hep varmış gibi tahta, çamur bebekler Barbie’ lere, konuşan bebeklere; elde dikili bez çantalar sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı okul çantalarına, radyolar televizyonlara, merdaneli çamaşır makineleri otomatik makinelere, ev telefonları internete cep telefonlarına yerini bıraktığında; bir kadının üstünlüğü görülen bakireliğin ‘bu yaşa kadar biriyle birliktelik yaşamamışlığı ne bileyim şüphe uyandırıyor, kesin bir şey var’, ‘hamile kaldı diye banka yönetimi mensubumuzun evlilik dışı gayri meşru çocuk doğurması genel ahlaka örf ve adetlerimize aykırıdır diye işine son verdi. Şimdi sperm bankasından edindiğin kimliğini bilmediğin erkeğin spermiyle hamile kalınıyor çıt yok kimse de’ yergilerinin hata, kusur sayılan şeylerin boşluğunu ‘ Ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş biliyor musun? Pek bir zanaatkar olurlar o yüzden duyguları da pek bir incedir. Bu ülke Dolmabahçe Sarayı gibi şaheserler yaratıklarından çok şey borçlu onlara ’yla ötekileştirilenlerin taltifliğini getirecek ayıplananın ayıplanmadığı düşünsel, zihinsel bir gelişim, değişim keşke uzunca bir süre sonra değil de bilgisayardan laptop ‘a geçiş kadar hızlı gerçekleşe ne kadar inanılmaz olurdu yakarılarının nedeniyken tek üzüntün götürdükleri arasında çocukluğunun, gençliğinin olmasıydı ki, ona özlemdendi belki de kimilerinin içten, çıkarsız “nerde o her şeyi sımsıcak kucakladığımız eski günler” kederli özlemi. Ama ve lakin “nerede bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanlarda görülen zavallı, çarpılmış zihniyetin yaşadığı toplumdan habersizliğinin, ilgisizliğinin sonuçlarından “biz hiç bilmezdik kim Kürt, kim Ermeni, kim Rum, kim Alevi ” söylemi, yarattığı, sınırlarını çizdiği resmi ideolojiyle kendisinden saymayıp, sınırları dışına atarak ötekileştirdiği kökeni, dini, mezhebi farklıyı, muhalifi mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir derin akılın önce başörtüsü yasağı ardından “Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde 28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyet ve budamayla belki de güdümde güçlendirdiği AKP eliyle iktidara taşınan muhafazakar, mütedeyyin, milliyetçi, az biraz da liberal kesimin kendinden öncekilerin söylemlerini kendilerine uyarlayıp “biz eskiden kim ateist, kim deist hiç öyle şeyler bilmez idik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama saygılarından Ramazanda ağızlarına bir lokma koymadılar. Din derslerinden muaflardı yine de girerlerdi. Herkesin dini de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ? yok inanç ayrılıkları, yok ben Aleviyim, ateistim, oruç tutmam da vıy vıy da vıy” versiyonunu ortaya sürmeleri yok mu ?? işte o tam evlere şenliğiydi Türkiye’nin. Hayır, yani yaşamasan, bilmesen sanacaksın ki ‘sen kimsin’e içinden geldiği, hissettiğin gibi her türlü aidiyetten uzak ‘kim istersem o’yum’ dediğinde hemen manyaklıkla damgalanmayacağın, bireyin düşündüğüne, davranışına, eylemine hoşgörülü, yaftasız yaklaşan toplumsal olgunluğa eriştiğinden geçmişinde Sierra Leone’de yaşanmış tehcirin, 6/7 Eylüllerin, Maraş, Madımak katliamlarının olmadığı, onlarca gencin Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının öldürülmediği, Deniz Gezmişlerin, Erdal Erenlerin darağaçlarında asılmadığı, faili meçhul cinayetlerin kol gezmediği, işkencenin, şiddetin hiçlendiği, kadına saygının tavan yaptığı, darbenin ‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin bilinmediği, demokratik, insan haklarına saygılı ‘ ayyy eskiden de pek bir güzel, pekkk bir hoş memleketimiz vardı’’yı haklı kılacak bir Türkiye, bir memleket var da ortada o yüzdendir “ bizim zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe tarla dutluktu” hasretli gurbet. Heyhat ! yıllar yılar öncesi de özel, resmi bir kurumda işe girmek ya da başka herhangi, hastaneden randevu alma gibi bir kıytırık iş için bile gerekli torpili, adamı bularak, rüşvet vererek kayrılmayı, başkasının hakkını yemeyi ‘ben yapmasam , etmesem, bulmasam başkası yapacak, edecek. o kuruma, o kadroya girmek, o ihaleyi almak, o arsayı kapatmak için torpil bulacak’la normalleştirilmesine herkes gibi babanın, amcanın, etrafındakilerin de yetenek, liyakat istenmeyeceğinden balıklama dalmaları; uzağa gitmeye gerek yok güya göz önünde (teknolojinin bu kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kim bilmek ister ki) yapıldığından güvenilmesi istenen şimdilerde FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan sorularla yapılmış KPSS, ÖSS, komiserlik, askeri okullara giriş, görevde yükselme sınavlarının binlerce mağduru gösterdi ki, “bizim zamanımız da …”yı dillerine pelesenk edenler; değişmeyen mevcut sisteme hakim o zamanın egemenleriyle ucundan kıyısından yakınlık kuracak ilişkiyle (bunlar bazen merkezi ya da yerelde iktidar olmuş partisinin MYK üyesini, bakanını, belediye, il başkanını tanıyan ilçe üyesi bir partilidir de ancak hâlâ iş yaptırmada en etkili tanıdık müesses nizamın koruyucusu güvenlik güçleri ya da medya mensubu kişilerdir ) akla gelen her türlü işlerini rahatça halleder, çolukları çocuklarıyla hep “hayatın bayramlığını” yaşarken vesayetçi alışkanlıklarını sonlandıran bir hükümet değişikliğiyle karşılaşmaları yüzünden düştükleri bunalımda kıvrananlardır.
Heyvaho hey ! üç yıldır elini sürmediğin sende9.doc dosyanda kurguladığın roman taslağının, taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda ardına düştüğün “istemsiz belleğin” belleksizliğine uğramak üzere.Seni ölümle ilk defa tanıştıran kuzenin Leyla’dan sonra yaşananların yol açacağı onarılmaz ezikliğinle de kabaracak yaranın ardındayken aniden okuyucuya bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanını içinden çıkılmaz, gelişi güzel yazılmış metin haline getirmek üzere hayır ! ben söyleyeyim de sen yine bildiğini yap, tamam… tamam sustum ben. Üç aylık mahpusluktan sonra Badan’a geri dönen, ayrıldığınız günden sonra köyle özdeşleştirdiğin Leyla’nın babasına ahlaktan, kuraldan habersiz, kabile yaşamına ait cinselliklerin de yaşandığı, evlenen erkek çocukların eşleriyle çoğalan hane halkının ( dam, bono ma) evime, ocağıma çalıştığı feodal aşiret, sülale ilişkilerinde çocuklar aynı soydan, kandan geldiklerinden, aşirettin ortak malıymışçasına muamele gördüğünden her kadın, her erkek evin içindeki çocukları kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocukları, kuzenlerde kardeş saydırıldığından, hayatlarda o kadar çok dede, nene, teyze, dayı, hala, amca, kardeş olurdu ki şehirde ‘aaaa teyzen mi?aynı yaşta teyze nasıl oluyor?’ şaşkınlığına şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın aşirettekilerin yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz hale gelmesi, köyden şehre göçle yeni yeni ‘çekirdek aile’ moduna geçildiği günlerde; (bono ma’nın) evin büyüğü amcanın ‘ Bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin) Van’da.Laooo burada ne yapacaksın şimdi?Bu arazi, bu üç beş davar geçindirmez bizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Ceni Use Haydar (Haydar ’ın karısı da) gitti; kadınlar erkeklerden daha şanslıymış, hemen alıyorlarmış. Önce karın gider, iki üç ay sonra sen. Çocukları merak etme, kendi çocuklarımızdır, gül gibi bakarız. Durumunuz düzelince alırsın yanına. Hem kurtulursun tırpan çekmekten, ot, buğday biçmekten’ akıl vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı yengenin de ‘ben giderim, çalışırım oralarda. Bu damda, bu kadar kalabalığın hizmetini göreceğime. Hem çocuklar için de iyi olur, şehirde okurlar.Bak Apo Dikmen’in çocuklarına, aynı yaştasınız onlar okudu dava vekili oldu, Turna’nın abisi Hakim çıktı’ iknasıyla Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı emanet ettikleri Leyla, üzerinde kalın hırka serin ilkbahar sabahında toprak köy yolundan ana caddeye kadar birlikte yürüdüğü ‘dön kızım, çok uzaklaşma köyden’- ‘ne zaman gelirsin Dae, Mae ma ’ – ‘ sen ölmeden gelirim‘ cevabını alacağı annesinin arkasından hava kararana dek ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden, alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan celepmişçesine bedenlerdeki ufacıcık bir çiziği dahi bahane eden Alman yetkililer, sağlık raporuna da baktıkları Leyla nın annesinin 46’daki Varto depreminde kırılan alnındaki belirgin yara izini gördüklerinde, o anlarda ‘çok uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye sıkışıyordu göğsüm, o sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl geçti, hala aklımda “fan, fun”… anladım, beni almayacaklar‘ düşüncesiyle sevincini açık edemediğinden hayalinde havaya uçan Leyla’nın annesi, büyük amcanın Almanya rüyasını da söndürecekti. Bir Alman yetkili görseydi anında Almanya’ya göndereceği güçte, kuvvetteyken niye Almanya için müracaata yeltenmediğini sormayı hiçbir zaman akıl edemediğin 1.90 boyunda iri cüssesiyle manda, at, öküz (Camış, astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı sürdüğü dilden dile dolaşan bir oturuşta un, bulgurla birlikte pişirilip ortasına sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülen koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı, bir tepsi ‘Erooo Üso, bu yaptığın ne senin? suyun başını tutuyorsun önce benim tarlam sulansın diye, diğer köylülerin tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’lı eften püften onlarca, bilhassa da ‘buraya koyduğum taş benim arazinin sınırıydı, sen niye öteye kaldırdın. Öyleyse al’ hışmıyla kucaklanan kaya gibi koca taşı az öteye bırakıp ‘madem öyle arazimin yeni sınırı işte burası’yla tarla, arsa anlaşmazlıklarının, kavgaların eksik olmadığı, bugün traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin beden gücüyle yapıldığı, çoğunlukla da günde bir kez yemek yenilen dağ köylerinde; Batıdaki, Akdeniz’deki gibi yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem lezzetli, hem de evde ne varsa onunla yapıldığından ucuza mal edilen üstelik misafirlere de sunacak bir şey bulalım derdinin, fakirliğin keşfi, kim ‘bu gün öğlen ya da akşam yemekte yiyeceğiz’ diyecek olsa akan suların, işin gücün durdurularak hatrına, utanma duygusu, düşmanlık bir kenara itilerek, kanlı bıçaklı olunanın evine bile gidilecek kadar mühim bazı yörelerde Bafko, Babuko, kilora sîr’ denilen Zệrvet’i (Zerfet’i) bütün köylülerin yaptığı gibi kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirilip kaşıkmışçasına kullanarak yiyen Leyla’nın babası, bir yandan da ‘ erooo bu Zerfet var ya… bir keresinde ne olmuş biliyor musunuz? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare lambası sayesinde..…hey gidinin günleri heyyy! sonrasında lüks(lüküs, löküs)’ün, elektriğin pabucunu dama attığı köylerde, şehrin gecekondu mahallelerindeki eziyet yılları akla getiren; küçük, titrek, yarı karanlık ışığında ders kitabında yazılanları görmek için neredeyse kitabın içine girilecek, bilmeyenlerin en son Kıbrıs Barış harekatında Ankara’da gece karatma uygulandığında mumla birlikte revaçtalığından haberdar oldukları, yazın tek ışık kaynağı olduğundan sinek, böcek cinsi haşereleri o dakikada ortamına teşrif ettirtecek, kış akşamlarında yanan soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi yoksa anne, baba, amcası tarafından cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle mükafatlandırılan çocukları geceleri dışarıya çıkamayan, tuvalete gidemeyen ıslah edilmez korkağa dönüştüren, hafif siyah dumanı, etrafına yaydığı buram buram gazyağı kokusuyla solunum sistemine ince ince zarar verdiğinden akciğer hastalığının can dostu, evin hanımlarının da onca iş arasında vakit yaratıp el işi, göz nuru örmeler diktikleri şehirlilerin gazyağı, köylülerin idare lambalarını yakmadan önce az kalmış gaz, gecenin bir vakti dert getireceğinden bakır, porselen ya da cam haznesindeki mevcut gazı kontrol etmek gerekirdi ki yeteri kadar gaz yoksa, gazyağı tenekesinden huniyle gaz ikmali sağlanır; yanınca çıkan duman çabucak is yaptığından her gün temizlenmeden önce uzun, ince, kırılgan şişesi kırılmasın diye büyük bir dikkatle yerinden çıkarılır; kimi zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla yıkanıp, yumuşak bir tülbent, bezle kurulanıp içine “hoh” diye nefes verilerek parlatıldıktan sonra bu defa da fitili kontrol edilir; şayet kömürleşmiş, erimişse ucundan az kesilir, fazla yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından- kırana azar getirse de şişenin çatlatılmadığı hane yoktu- kibrit çakılıp en uygun ışığı yayması için fitil ayarlanır, nihayet parlatılmış lamba şişesi dikkatlice yerine oturtulduğunda ya hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı çiviye asılır ya da hava kararıncaya kadar bekletileceği yere konulurdu. Evlerin sahip olduğu lamba sayısı ekonomik durumuna göre değişirken üzerinde yemek, ekmek yapılan ocağın (Lojın’ın) bulunduğu ev damında, antrelerde, hollerde çıra; odalarda gazyağı lambaları yanar eğer geç kalınmışsa mızmız erkeklerin ‘hele kimse, hiç kadın yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı kapıya…sedire…sobaya çarpıyordum, önümü göremedim düşüyordum lamba nerde kaldı’ sesleri korktukları karanlığı deldiğinde, yakılmış lambayı elinde taşıyan kimse onun eteğini tutarak gidilen odalarda çocuklar; çoğu kez gündüz koyunların peşinde çobanlık yaptıklarından yorgunluktan annenin amcasının kucağında uyuması gibi büyüklerin kucağında ya ‘gece karanlıkta ne yapabilir ki’yle aile odalarında uyuya kalır ya da odanın en uç kısmında oturup büyüklerin konuşmaları dinlerken çaktırmadan ressamışcasına duvara yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizer avuçlarındaki kuru yufka, ekmek, elma, salatalık, mısır, kavrulmuş buğdaylı kuruyemişleri yiyip bazen de birbirlerini korkuttukları idare lambasının yaydığı ‘yarı karanlık ışık sayesinde’ diye devam ediyordu ağzına koca koca Zerfet lokmaları atan Leyla’nın babası ‘ öyle akıllıymış ki büyük büyük dede, çuvaldan yapılma bez bir kesenin içine üste bir büyük Reşad altını, arkasına da yuvarlak altın şeklini vererek kestiği Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını yerleştirip Seydali’yi Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz senet, çek yerine geçtiğinden ‘erooo Seydali tamam mı bak ! anlaştık değil mi?Kesede on büyük Reşad altın var şimdi şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Hesse Alık sen ve sen Piro Kamer huzurunuzda tekrar soruyorum, Seydali Korta Gul’de ki tarlayı bana sattın değil mi? ‘-‘sattım gitti’yle şahitlerin önünde aldığı kesede odadaki yarı karanlık ışıkte parıldayan altını görünce, büyük büyük dedeye de güvendiğinden işin içinde bir numara, bir kandırma olacağını düşünmeyen zavallı Seydali keseyi açmadan, altınları saymadan kalkıp evine gidiyor.Evinde keseyi açmasıyla soluğu bizim ev damında alması bir oluyor olmasına da ne fayda! itirazını ‘iyi valla, şahitlerin hem de Piro’nun önünde el sıkış, altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni kandırdın diye ortalığa düş, ne kadar akıllısın’la geri çeviren büyük büyük dedenin aldığı tarla, civardaki en iyi buğday veren tarladır’la hikayeyi sonlandırdığında, büyük büyük dedenin koca tarlaya Zệrvet’in, idare lambasının yardımıyla bedavadan el koyma sahtekarlığını ‘o kadar akıllıymış ki’yle pazarlanması aile tarihinin özlü deyimleri arasına ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’i de eklettiren şimdilerde çeşitlendikçe un tam buğday, çavdar, siyez, kara buğdaydan yapılanlarının da piyasaya sürüldüğü ayda en az bir kez ‘ anne! hafta sonu Zerfet yapsan, ….gilleri de çağırsak, güzel olmaz mı ’ siparişi verildiğinde Romatoid Artritin eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak en az üç kilo un, su, tuzla hamur yoğurduğu her seferinde de ‘hiç unutmam Saadet yenge derdi ki benim yaptığım Zerfet çok güzel oluyor çünkü ben çok yoğuruyorum’ demeyi de unutmayan annenin, yuvarlak ekmek şeklini verdiği hamur en az üç saat fırında, makbulü sac altın da yavaş yavaş piştikten, ellerini yıkayan aile üyeleri sofra başında yerini aldıktan sonra yemek için meşakkatli bir yolu da aşmanın gerekli olduğu Zerfet’le ilgili sofraya buyur edilecek anılar; ‘geçenlerde daire de… ofis de… okulda konuşuyorduk.Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da sizin oranın meşhur yemeği ne ? diye sordular sormasına da…’ İnsanın yaşadığı ülkede, sonu nereye varacağını bildiğinden, yöresel yemeğini tarif etmekten alıkoyan çekincelerin bulunmasından daha acıtan bir şey olabilir mi? Hayatın her evresinde ötekine yaşatılacak varılacak O son; sağcı, solcu, demokrat, otoriter, laik, mütedeyyin fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda, her yerde kökleştirilmiş, kökleşmediğini gördükleri yerlere, nüvelere, bireylere kök hücre nakliyle enjekte edildiğinden düşüncesini, inancını, dinini- madem Tanrı hepimizin Tanrısıydı her biri, bir öncekini ötekileştirecek tek değil de dört Peygamber, dört kutsal Kitap yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber Hz. Muhammed ve ne güzel dindir İslam ve onun kitabı Kuran, gerisi…” yergisi de yaptırtacağı kullarını birbirine niye düşürdü sorgusuzluğunda mezhebini, ibadethanesini, kökenini, dilini, zevkini, giydiğini, yediğini, içtiğini, müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini ötekine… başkasına…diğerine dayatan tahammülsüzlük ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan, Çorum’dan adam çıkmaz’ın’ ardına sonradan ilave ‘Kürtlerden adam çıkmaz’, ‘senin yaptığını Çorumlu yapmaz’, ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar etseler de resmen başka bir din Alevi’ler’ vari tonca kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseleri, illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri beğenmemezlik ‘genç kız dediğin dinç olur sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘la uyduğu uykunun bile haram edildiği ‘boş bırakırsan orospu olur’la izlendiği “kadından şöför mü olur”, “kadın dediğin erkek işine karışmaz, evde oturur, çocuk bakar”lı cinsiyet ayrımcılığı yüklü faşist yaşam kültürü, tavrıydı. Bireye, ülkenin neresine giderse gitsin, karşılaşacağından bir Isaac Newton, Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner, George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Aziz Sancar , Oğuz Atay olunsa bir nebze de olsa katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde öyleymişçesine tavan yapmış boş bir egoyla dolaşılarak her şeye mi karşı çıkılır arkadaş? Fatih Portakalmışçasına her şey mi dizayn edilmek istenir ve hiç mi usanılmaz; beğen, beğenme ağızdan çıkan her şeyin ‘aaa’nın bile yorumlanmasından dedirten; devletin bir bakanlığına, o güne değin hiç işin düşmediğinden, öylesine düşünülen ortamda bulunmadığından, insanların inanılmaz derecede kötü niyetli olabileceğini öğretecek öylesine bir soruyla da karşılaşmadığından, gerçekten bilmediğinden ‘sadece Varto’yu biliyorum ben, ama akşam annemlere sorayım’ cevabındaki masumluğunu delecek ‘aklınca kibarca sormuş, sana direkt Alevi misin, Sünni misin soramadığından ama inan kimse o boktan biriymiş, belki de MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımına sebep olan; soranın ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden oraları senden daha iyi bildiğin de kanıtı “nerelisin? Öyle mi peki aşağı, Doğu Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?” cinliğindeki sorularıyla kendini akıl durduracak ayrımcılığını akıtmaktan mahrum da bırakmayacak faşist yaşam kültürü daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği Zêrfet..’ der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?le bir mim kondurur ‘adı Zerfet’ -‘ayy o ne öyle ayol, nasıl bir isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi’ diye on kafadan küçümseyici on değişik isimlendirmeyle kendini ele verir.Şayet Ermenilerden, Rumlardan çalınma baklava, sarma, dolma, börek gibi dünyada da popüler bir yemek olsaydı Zerfet, üstüne atlayıp ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin yaptığına bak ! tarih boyunca bizim olan her şeye sahip çıktıkları gibi bunda da sahip çıktılar, kıçımızdaki donu sahiplenmediler ya ona dua et’ nefretini de kusanın; bir arada yaşatan toplulukların yemeğinden, dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi, kaynaşmaması doğanın matematiğine ters onun içinde ne kadar güzel ki Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfak kültürlerinin birlikte kıyısından köşesinden katkı sunup, emek verdiği baklava, lokum hepimizi sevindirecek kadar nam salmış dünyaya’ cümlesinden yoksun mantığına ‘yemeğin isminin Kürtçe olması mı sizin faşist kulaklarınızı tırmaladı yine’ eleştirisi yaparsan olacakları deneyimlerinle bildiğinden sonuçsuzluğundan usandığın tartışmalardan kaçınmak, ‘mim’li O safhayı atlamak için hemen ‘ anlatıyorum tekrarı yok ona göre’yle tarife kısmına atlamak istiyorum ama nasıl tarif edeceğim diye kararlar bağladığımdan bir benim haberim var. Zira üst kabuk yuvarlak biçimde kesilir bir kenara bırakılır, alt kabuk tepsi, tabak şekli verilene kadar kaşıkla oyulurken çıkarılan hamur parçaları ufak ufak bölünerek ufaltılıp ayrı geniş bir tabağa konulur. Bu arada ağzınızın, dilinizin yanacağını bilmenize rağmen sımsıcak haliyle ağza bir lokma atılır… demedim, geçtim orayı. Efendime söyleyeyim sonra o alttaki tabak, tepsi haline getirilmiş sert kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar üzerine yığılır, en üste de ilk başta hamurdan ayrılan ufak ufak parçalanmış, kırtik denilen, altına benzeyen pek bi değerli sert kabuk yerleştirilir ki ‘ -‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin hikayesini de mi anlatın’ -‘ daha neler… sahi bu ailenin en akıllısı büyük büyük dedenin ismi neydi, bilen de yok. Baba?’ dendiğinde sofradakilerin şaşkınlığı; böylesi bir sorunun babana sorulmasının bir anlık boş bulunmanın eserliğine inanmalarına engel değildi. Zira nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini, kaç çocuğu olduğunu merak etmediği, görüşmediğinden seninde tanımadığın baba bir üvey kız kardeşi, halan hakkında ‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler, ben Badan’da mıydım değil miydim hatırlamıyorum sonra da… ne merak edeceğim, evlenmiş işte’den başka bir şey konuşmayan, yeğenlerinin ismini dahi bilmeyen ‘ bu kimin çocuğu’yla annene; kardeşini götürdüğü daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘ öfkesini anlamlandırmayacak vurdumduymazlıkta, ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini ‘ne olmuş , bilsem ne olacaktı’yla savunduğu çocuklarına soran, yaşadığı anı o saniyede yolladığı bir daha da ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım keşke’yle geri dönüp bakmadığı geçmişe yollayan, tek bir gün hayata dair ‘eğer böyle davranırsanız’ tavsiyesini duymadığın ama hiç kimseye güvenmeyen ruh halinde ‘ sırf yemek yemek için yoksa düşündüğünden gelmiyor bize…az mı kopardı benden sıra çocuklarımda tek derdi para, para gözü paradan başkasını görmez ha nedir gideyim de yanına iki üç kuruş koparayım… ben bilmez miyim onu bedava diye kaçırmaz gelir buraya… aman ha, Tunceli’nin okumuşundan uzak dur’ ihtarlı çevresindeki herkesten hep bir olumsuzluk, hep bir kötülük bekleme düşüncelerini aktarmayı unutmayan , 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında resen emekli edildikten sonra akrabalarıyla ilişkisini asgaride tutan, aile tarihine dair bilgisi bulunmayan babanın tersine çocukluğunda yaşadıklarını bile canlı, canlı hafızasında bekleten annen, her zamanki gibi geçmişle dair sorulan soruyu cevaplayacaktı ‘çok önceleri olmuş bir olay. Bizim dedeler akıllarına eseni de yaparmış belki de o akıllı dedeydi bir gün başını alıp giden. Bir daha ne gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var, gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısının oğlu Ali araştırdı ama bulamadı…, information’nu yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘haydi tereyağını getirin’ sesi sonlandıracaktı.. -‘ veee son pişmiş hamurların üzerine sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülür. Sonra dedim büyük bir hata yaparak herkes elinde kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e. Donuk, şaşkın bakışları görünce araya zorunlu kamu spotu koyarken buldum kendimi tek bir kaptan yemek dedim ne göze batar, ne mide bulandırır, ne de akla bir şey getirir, o kadar damak çatlatan bir lezzettir -‘peki anladılar mı tarifini?’ –‘ sence ???’-‘bence anladılar anlamasına da o anda oradakilerin hepsinin kafasından geçen ‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ, yoğurt. Nerde bizim zeytinyağlı tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi mi, daha isminde meymenet olmayan yemeği’ düşüncesinin sözcülüğüne de soyunan her ofisin, her evin, her yerin olmazsa olmazı baş tahrikçilerinden Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili hangi yemeğe girse, o yemeği zaten şahane yapar. Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalara bölüp , açın herkese bir servis, koyun ayrı ayrı tabaklara, dökün üstüne tereyağını, sarımsaklı yoğurdu mis gibi yesin herkes’ Tam isabet, karşınızda varılacak son ! buyurun buradan yakın, haksız mıymışım Zerfet’i tarif etmek istememekten? Şimdi Zerfet bütün aile bir araya gelince ya da ağır bir misafir geldiğinde yapılan bir yemek olmasının yanında kültürümüzde öyle, topluca yenirse tadı çıkan bir yemektir. Yoksa bilmiyor muyuz servis açmayı, herkese. Ayrıca reytinglerde ilk ona giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint dizilerinde elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar, Araplar 17 yediğin gibi yemek yemiyorlar diye ‘ayy elleri, gözleri yağ içinde pislikler’le öldürülmeyi mi hak ediyorlar? Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan yerleşik topluma evrilerek gelinen günümüzde; gelişmiş, gelişmekte olan ve bir kap yemek olsa da karın doysa gelirli makarnalı, patatesli, unlu, bulgurlu karbonhidratlara talim yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine, gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara göre değişkenlik gösteren; yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem ve malzemeyle bütünlük arz eden, damakla ilgili basit biyolojik ihtiyaçlık dışında; bugünde proteine dayalı sağlıklı, organik beslenmeyle alakalı tezlerin yazıldığı gelişmiş ülkelerde, güzellik müptelası erkek egemen kapitalist sistemce yaratıldıktan sonra dayatılan 1.70-75 arası boy, 90-60-90 beden ölçülerindeki güzellik koordinatlarına uymak için çılgınlar gibi diyet listelerine, diyetisyenlere koşan, yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları kadınları “akşama ne pişirsem” sendromunda öğüten sunumu, yeme biçimleri de farklı olabilecek yemek kültürü; ülkelerin, insanların ayrılmazlarındandır da. Eee, hal böyle olunca daha hiç tatmamışken, denesen belki de seveceğin, hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek başka bir şey, midesizlik, niye öyle yapıyorsunuz falan, filan ifadelerle yermek, b.k atmak, karşı çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle UNESCO’nun dünya mirasını koruma listesine girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin yoksa denemek içi kalkıp ta Varto’ya mı gidecektin merak ettim? Duyan da dünya mutfaklarını sallayan yemeklerin çıkış noktası bir ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının Fransız yemeğinde kullanılmasıyla hayat bulan “bırakınız karıştırsınlar” mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları doğurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım ‘fusion cuisin’ füzyon mutfağını yaratan Michelin yıldızlı şeflere, restoranlara, bilinenin dışında özgün, farklı yemeklere, tatlara aşinalığından diğer mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun sanacak Emine diyebilirdim, demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i değil hava alanlarının yurt dışı dönüş kontuarlarında “hiçbir şey yiyemedim Barcelona’da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci bulduk da …”-“ne kaz ciğeriymiş, bi dünya da Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey.Midem kalktı, sittin sene yemem artık”-“ayyy İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”-“Domuz çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor, domuz eti, jambonu, salamı hepsi kokuyor.Zaten biz Müslümanlara da günah, ağzıma sürmedim, aç kaldım oralarda.Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da… yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı kullanılıyor”-“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere çay yok çay.Hep kahve, hep kahve. Beyaz peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme, Kuruvasan dedikleri (zordur da yapılması; hazırlanan hamur buzlukta dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim, beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam”-“ bizde tek kahvaltı da görünen yumurta maşallah onlarda her öğün yemekte ana kahraman olabiliyor” –‘ ben yedim , Fransa ‘da hangi restorana gitsen bulacağın pek bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.” duyulan konuşmalara yansıyan, kültürlerinin parçası diğer yöre, ülke yemeklerini de yerin dibine batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol mevcut faşist yaşam kültürüne ait bakış açısının altında artık ne söylersen söyle ikna etmek bir yana her insanın günümüz dünyasında istediği, merak ettiği her konuda bilgiye ulaşabileceğini, her konu hakkında bir fikir oluşturabileceğini sağlayacak başta Google’ın yer alacağı mecra ve teknolojik olanakları yok sayan ‘ayyy maşallah her konunu da uzmanı, her şeyi de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın, ukala işte ne olacak’ dövmeli psikolojik bir rahatsızlığın yattığına da inandığından eldeki delilerin yeterliliğinde savunmayı yarıda kesen avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce sistematiğine sahipliklerinden hastalarıyla iyi anlaşacak psikiyatristlere dönerek “tanık sizin”le aradan sıyrılmayı akıllıca bulacaktın.Şöyle ki her gün duyulan “Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘- ‘ay o neydi öyle, bizim damak tadımıza uymak bir yana…’-‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla yetinirdik. Şimdi öyle mi ya, bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, bişinin pankek diye yutturulduğu garip garip Sushi Maki yok Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ ‘-Çoluğun çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette bizim Türk kahvesinin yanına yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin, Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde asl olan, olanakları el verdiği halde yaşadığı ilin, ülkenin dışına çıkmayı istemeyen tutucu taşralığını, elindekiyle yetinmeyi istikrar, marifet, tutumlu, prensipli olma sayan, yeni bir fikre, düşünceye, davranışa, yemeğe, ürüne açık olup denemektense alıştığı ‘kuru fasulye, pilav turşu, soğan’ kalıbının dışındaki gıdalar, sebze, meyvelerle değişik bir mantarlı, zerdeçalı kuru fasulye ya da çikolata soslu kadayıf sunma gafletinde bulunanı ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm görmesin’;’ güya farklı tat yaratmaya çalışmış, ne yaratıcılık ama çikolata sos… ha bir de yeni bir kahve çıkarmışlar gel gör benim gibi Türk kahvesi tiryakileri için berbat bir deneyimden öteye geçemez…Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları yakışmıyor..sallama çay nasıl demleme çayın yerini tutmuyorsa sallama ya da kahve makinesinde kahve de cezvede- hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında kimin cezve başında on onbeş dakika geçirmeye zamanı var?- pişen kahvenin yerini tutmuyor’la linçleyen, kullanmadığını, yemediğini, içmediğini “ığğğğ iğrenç, Taylandlılar çiğ balık yiyorlar, Çinlilere ne demeli? Önlerine ne gelirse hoop mideye…o ne öyle ” hakaretleriyle aşağılayarak kendini onlardan üst bir yerde konumlandıran psikosomatik bozukluk Narsist söylenmeli depresif, çalkantılı kişilikler tavırlarında, düşüncelerinde ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden Emine’yle girişilecek sonuçsuz düelloda yaralanmaktansa ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen herkese bir servis açsın canım benim’le kapatmıştın konuyu. ‘Ben Zerfet’i kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum, çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’-‘ yani bitirmeyin diyorsun?’-‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına gittim, Tuna’ın öğretmeni Simay hanım ‘ Fatma hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi! Fransız eğitim veren Tevfik Fikret okulundan, dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da Tartare de boeuf, Chateubrıand, Croque Monsieur , Makaron yemiş biri sorunca, iyi küçük dilimi yutmadım. Telaşla ‘bir şey mi oldu’ dedim -‘ yok anket yaptık. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma… sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum, nasıl bir yemek bu Tuna ? anlatamadı. Duymadığım yemek olduğu için de…’-‘ Simay hanım, bizim yöresel yemeğimizdir, evlerde yapılır restoranlarda bulunmaz. Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size açıklayıcı olmaz. İyisi ben bunu anneme yaptırayım o arada videoya çeker, yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne!’ sohbetleriyle yenilirken taş kadar sert kırtik çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının tutulamadığı bir tepsi Zerfet’i onbeş günde bir yiyen, büyüdükçe pek çok vukuatına tanıklık edeceğin kuzenin Leyla’nın tacizci babası, yengen Almanya’ya gidemeyince onca yolu kara trenle gerisin geriye kat ederek köye dönmektense Ankara’da kalıp iş aramaya karar verecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, iş ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün asansöre biniyor, bir kadın da biniyor. O yukarıya basıyor, çıkıyorlar, durunca amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin.Sonunda kadın sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen ne istiyorsun?’ o zaman, o kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan ben görmedim. Diyor ki cebimde de beş kuruş yoktu. Yakın akraba Engin Ankara’da avukatlık yapıyordu onun evine gidiyor amcan, o zaman ayıptı, ağza bile alınmazdı şimdiki gibi “müsait değiliz, kabul edemem”. Kim gelmişse kapına baş, göz üstüneydi çünkü hem oteller, hem insanlarda para yoktu hem de misafiri, akrabayı evine kabul etmemek örfümüze aykırı utanç verici ciddi bir suçtu. Engin’in yaşlı annesi Mayk’da Ankara’da. Karısı da hemşire çalışıyor Hacettepe’de. Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen; hem Mayk’a bakıyor, hem de evin işlerini yapıyor’ Allahtan o günlerde azıcık okur yazarlığı bulunanların memur, ilkokul mezunlarının müdür görevlendirildiği devlette memlekete hem iş bulmak kolaydı, hem de iş gücü ihtiyacı had safhadaydı da bir süre sonra bir Çimento fabrikasında işe giren Leyla’nın babası, bir göz oda kiralayıp köye haber gönderecekti ‘çocukları Hese Alık trenle Ankara’ya getirecek, hazırlayın’. Emekli edilinceye dek çalıştığı Karayollarında sadıklığını hiç yitirmeden devletine memurluk yapan baban, yıllık izninin yarısını herkes erkenden uyanıp tarla, tapana gitmiş, yaylaya yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın evinde Badan’da, kalanını da annenin köyü (Köprücük) Xasıma, Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla iletişimini sağlayan tercümanın Leyla’ya kavuşma; ağaçlık bir yerde küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra üstünün kapatıldığı ya da dere kenarında dışkının yapıldığı günlerde doğmadığına sevinsen de; heyecanını solduran, seni çocuk dertlerine salan, gitmeden tatilini kabusa çeviren ev damına en az 50, 100 metre uzak, kuytu bir yere bazen sebze ekili bahçe, tarla içine kondurulmuş, ayağa kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte üstü açık manzaralı, başını eğerek tahta kapısından içine girdiğinde öyle ki Anadolu’nun sıcağında yukarıdan güneş vururken, aşağıdan gelen helanın dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı kadar tütün içmek caizdir” fetvasının bulunmasına neden pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı, açılmış derin, geniş lağım çukurun üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın odunlardan az yüksek iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya düşüp bok içinde boğulup ölme, birden bir el çıkıp da popoyu mu yakalayacak, fare mi hoplayacaaak, yılan mı ısıracak yoksa kurbağa mı zıplayacak endişeleri içinde, ip üzerinde düşmemek için dengesini sağlamaya çalışan akrobatmışçasına ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela taşına; bir keresinde olma olasılığı yüz binde bir kardeşinin o mahrem yerini sokan Allahtan tuvalet deré Mengelî’e yakındı da bağırmasını duyan ‘ ne olduuu’ paniğiyle kardeşine doğru koşan annenin ‘ dereye gir, koş, çamur sür’ haykırmasıyla acıdan ağlayarak, bacakların arasından aşağıya düşmesi koşmasını engellediğinden bir çırpıda külotunu çıkararak yetiştiği derenin soğuk suyu, sürdüğü çamur acısını alsa da yumru gibi şiştiğinden yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin alaylı ‘valla kaç yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ sözlerinin, gülüşmelerinin baş rolü arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki henüz ortada bir tuvalet, adabı yokken Güneş Kral XIV. Louis’in yaptırdığında teamül gereği tuvalet koydurmadığı Versailles (Versay) sarayını, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu gizlemek için parfümün kullanıldığı Avrupa’da, gündüz, gece demeden insanların dışkılarıyla dolu lazımlıklarını pencereden sokağa, bahçeye boşalttığı ancak 18’inci yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terör”lü kanalizasyonsuz, hijyensiz zamanlarda binlerce insanı öldüren veba, tifo, kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda 1855 yılında III. Napolyon’un Baron Haussman’ı yetkilendirmesiyle inşa edilen, doğduğunda 1871 yılında en azından tuvaletin, adabının yerleştiği, Hazlar ve Günleri yazmaya başladığı 23 yaşında, 1894’dei gurur kaynağı görüldüğünden kanalizasyonları ziyarete açılmış Paris’te eveet ne yazıyoruz , ne diyoruz canımın içi Proust’cum ‘‘O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler?Öyleydiler ….’ satırlarını sana yazdırtan koşullardan yüzonbir yıl sonra 1966’da daha tuvalet sorunsalını çözememiş Balbec yerine Badan’da mendirekte değil deré Mengelî’de buluşan sadece çocuklukta değil, gençlikte, orta yaşlılıkta da taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç, taş yapılı elektriksiz evler; karanlık sokaklarla çevrili tuvaletsiz, adapsız; çevremizdeki büyüklerin yaşamlarında iç içe oldukları halde haberdar olmadıklarından yerleşik “Roma hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıkları; ‘insan hiç köy dolmuşunda kapıya yakın oturan daha önce görmediği birine elindeki erzak dolu çuvalı ‘kardeş sen bir bak buna, ben şuradan şekır alıp geleyim’ diyerek teslim eder mi? iyi oldu sana, adam almış gitmiş işte beş kilo pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen Lolıj ‘mısın?’la Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerinde yaşayan haz etmedikleri Lolan aşiretine yakıştırdıkları aptallığa bağlayacak ötekileştirici; devletin resmi söylemiyle paralel ‘ Ermeniler, Ruslarla birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu önlerine kim gelmişse zulüm etmiş, bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi öldürmüşler. Kara Ermeni çetesi dehşet salmış.Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları görünce birer Sepi alıp dama çıkıyorlar, Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda Kara Ermeniler silahlarıyla deşik deşik ediyorlar. Silah seslerini duyup gelen köylüler ne görsün ! Memil é Faki’nin kızı Elif kanlar içinde, son nefesini verirken ‘namusumu korudum.. ağlama’ der kocasına. Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını alıyorlar, Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni çetesini paramparça ediyorlar’lı, savaş ortamında karşılıklı yapılabilinecek canavarlıklar yüklenecek hikayelerle yıllarca köylerinde yaşadıklarını söylemedikleri Ermenilerin tehcirini destekleyici, düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni, kanımızı içseler doymazlar, bak ! onun için sana bir bardak çay bile vermemişler, Alevisin diye’ öfkelerine alışık dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan, rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden kopan Rönesans heykellere benzetmeyeceğimiz biz “çiçek açmamış” genç kızların birbirlerine ’ben sana söyleyeyim dikkat et ! Oğlanlar tahta aralıklardan bakıyorlar ‘ uyarsından önce de; elinde tırpanla tarlaya gideni, Monet’in At Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda omuzlarında heybe bazen de eşek üzerinde ilerleyen çocukları, indirim yaptığından içine girmek için isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi sabahın ilk ışıklarıyla kapısı açılan kümesten çıkan tavukların kapısının önünde didişmelerini seyrettiğin en az iki parmak boşluk bulunan tahta duvarların arasından kara, yeşil bir çift gözle karşılaşmaktan korkarak, özenle sakladığın en mahrem yerini ilk gören tahta duvarlara yapışmış, gezinen akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği, arılar ve sineklerle göze gelerek, cebeleşerek adeta doğal bir yaşam parkı içinde dışkıladığın, küçük bir fırtınada uçacak, yıkılacak eğrilikte derme çatma kulübe; tuvaletin varlığıydı. Hele de gece çişin gelmesi çocuk aklın gördüğü felaketlerin en büyüklerindendi.Hava karardığından belli bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden her akşam değiştirilen ev damı çocuklarını yatmadan tuvalete götürme sorumlusunun ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla iki, üç, beş kişilik turlar düzenlendiği tuvaletin kapısı açık dışkılandığından, piyano dersine yeni başlayan birinin ilk derslerinde tuşlara tek parmakla her basışında bir saniyelik bir es vererek çıkardığı do, re, mi, fa,… notalarına benzeyen; çişin tahtaya, taşa çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp seslerinin resitalliğinde ay ışığında sıranın kendisine gelmesini bekleyenler, gözcülük görevini de ifa ederlerdi tabii eğer tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere çişlerini yapmadılarsa.Önceki satırlarda yazıldığı üzere idare lambaların ancak kendisini, küçük bir odayı aydınlatacak kadar cılız ışığı pencereleri aşıp sokağı gündüze çevirmediğinden zifiri karanlıkta; annenin elindeki gazyağı lambasının fitilini bazen de yakılan çakmağı söndüren, ürperten kurt, ayı, köpek, domuz, at, inek, horoz… hayvan seslerine karışan, dedenin “ ta şafaktan gürlerdi/ fırtına kopmuş yeller hızla eserdi/ yaylalar yel altında titrer giderdi/ bu yüce dağ başından/ deniz gibi kudurmuş/ ufuklarda dalgalanır gezerdi” şiirinin ilhamı; birbirlerini tüketen… birbirlerini parçalayan bir aşka ev sahipliği de yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları, uğuldayan tepeleriyle aşık atan “İnliyor uzaktan pek korkunçtur sesi/ Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi/Onu inleten bu korkunç rüziğârdır/ Dağların başında kuzgun yeller vardır” esintili Bingöl dağlarının kaçık rüzgarlarıyla dalgalanan ağaçların hışırtılarının gizlemeye çalışsa da onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin anneni de korkuttuğunu anladığından artan korkun, az biraz uzaklaşır, uzaklaşmaz evden kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle bir kolaçan eden annenin ‘haydi çişini yap buraya’ demesiyle azalsa da ‘anne! ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu; bugün bu kadar eziyeti çekmektense ev damlarına neden lazımlık alınmadığına ya da geceleri çocuklar içine çişini yapsın diye bir plastik kovanın ayrılmadığına akıl sır erdirmekte zorlanırken; çocuk olduğundan kâle almayıp sana ‘ben burdayım ya.Çene konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi.De haydi…çabuk ol, indir külotunu da yap çişini.Bende yapacağım’ çıkışındaki annenin elindeki lamba şişesinin söneyim mi, sönmeyeyim mi kararsızlığında rüzgarın etkisiyle bir o yana, bir bu yana devrilen, oynaşan ışığına ‘cici…güzel lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini yaparken annen de çişe hazırlık için idare lambasını yere, toprağa bırakırdı.1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın göllere, derelere def-i haceti yasaklamasından 572 yıl sonra, evlerde tuvalet bulunmadığından gezdikleri yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar, hayvanlar gibi köylüler de ihtiyaç duydukları an bulundukları yere dışkılamaktan çekinmediklerinden deré (çem) Mengelî’n kıyıları dahil köyün her yerinde hayvan dışkısına (sil, maysa) karışan insan dışkısının yaydığı koku köyün izdüşümü haline gelip ‘bizim köy b.k kokuyor (dewa ma ra boya tezekan éna)’ dedirtecek kadar yoğunlaştığından insanların ve dahi yenilen her şeyin üzerine sindiğinden teneffüs ettiğin havayla birlikte ciğerlerine de dolup genzini yaktığında ’anne !!!! ne iğrenç bir koku, bu köy ne kokuyor… midem bulandı… yemeyeceğim… bu süt ne biçim, kokuyor’ kazanı kaldırdığın, şehirde ‘bu ne gelişmemişlik, bu nasıl bir sorumsuzluk, yöneticilik, her yanı b..k kokusu sarmış’la eleştirilen Kurban bayramlarında kurbanlık pazarında dolaştığında birden seni köy yolunda çocuk geçmişinle yürürken bulduran köy kokusuna da gide gele parfümmüşçesine alışacaktın. Çoğaldığında kürekle toplanıp el arabasıyla güneşlik bir alana götürülen, içine biraz saman, su konarak hamur gibi karılıp koparılan bezeler elle yassılaştırılıp toprağa, güneşin altına serilip kuruyunca o zaman bilseydin benzeteceğin Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen, yaş olanının gübre kullanılarak ekinlere, sebzelere, meyve ağaçlarının köklerine atıldığı tezeğin ‘ naz etme, bunu doğal yiyin diye getiriyorlar sizleri buralara, çok lezzetli çokk, bu lezzeti şehirde bulmak ??? ne mümkün , haydi’ övgülü yumurtasındaki zengin proteinler otlandığı tuvaletlerden, tezekli bağ, bahçeden gelen, anneannenin sacda, tereyağında kızarttığı günün moda deyimiyle gezen tavukların, hindilerin hububatı olmasının pek bir komik geldiği seni dertlere salan, sıkıntıya sokan çözülmeyen tuvalet sorunsalına rağmen sadece oyundaşın kuzenlerini; pencerelerinden dağlarını seyrettiğin şehirde hiç rastlamadığın, ta eskiden Osmanlı’dan bu yana kurnazlık, dolandırıcılık akıllı olmayla eşitlendiğinden Zerfet’i altın diye yutturan büyük büyük dedenden asır sonra; sırf Motorola’yı dolandırdı diye “ABD’yi bile dolandıran adam”, “helal olsun adam işini biliyor”la neredeyse üstün hizmet madalyası verecekleri Cem Uzan’ın 1992 genel seçimlerin de %7,25 bir oy almasının hak gören yaşadığın toplumda büyüdükçe bir dağ köyünde edindiği daktiloyla şiir yazdığı için büyük büyük dedenden çok daha saygın bir yere oturttuğun annenin babasının, keçilerin hangi otları yediğini gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiğinden pişirttiği şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün, MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldığından henüz keşfedilmediğinden kolayca bulunan, salınarak gelip yanı başınızdan geçerken bıraktığı başınızı döndürüp fark etmeden cezbine karşı konulmayacak rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan, madımak, kara hindiba otlarına on basacak, karların erimesiyle öldürüleceklerini bilmeden belki de bildiklerinden coşarak her yanı “Çayırında tatlı gözler akardı/her yanı yemyeşil birer lâlezârdı” sevincinde bahara boğarak hayata merhaba diyen Hệligelerin, Kardun, So, Jağ=Jalik, Kenger, Wındık, Mendikli endemik otlar, bitkiler, lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da Süphan dağı eteklerinde gördüğün Poppies At Argenteuil (gelincikler) tablosundaki gelincik tepeli dağların eteklerindeki kardelenler, ters laleler adını bilmediğin çiçeklerle bezeli doğasını sevmen, özlemen değildi seni köye çeken; asıl acılarına, sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri coğrafyaların sahiplerinin Nil, Tuna, Seine, Murat diyerek en güzel ismi vermek için yarıştıkları adına “Fıratın sevdiği ey nazlı dilber/ Alem deli olmuş aşkınla inler/ Fırat ulu bezirgândır/ Gönlüm bir gevheri kandır …. Fırat gibi deli deli söylersin/İnip deryalara umman boylarsın… Fırat der ki benim mülküm servetim/Fani dünyadaki pazara benzer” mısralar döktürdükleri; aynı sokaktan yıllar sonra geçtiğin gibi geçip gitmekten çok, taşıdıkları kederleri, mutlukları, kayıpları sırları çağıldayarak bıraktıkları okyanuslara açılan denizlere ya da göllere dönmek gibi olsa diye düşünmediğin yaşta tatil süresince hemen hemen her gün içinden çıkardığın kaygan ufak beyaz, siyah bazen parlak mavimsi, pembemsi taşları gerisin geriye attığın; etrafını çevreleyen kara çam ağaçlarına tünemiş suskun kuşlarla kıyısında saatlerce oturduğun, öyle yalnızca bazen usul usul, bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın deré (çem) Mengelî’ydi de. Belki senin gibi derelere sevdalandığından asırlar önce saatlerce akışını izlediği nehrin yüzeyinde her defasında yaprak, çer çöp, bez , pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden kaçırdıkları yünleri getiren farklı suların aktığını keşf ederek “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın” demiş Herakleitos’un adından, keşfinden habersiz; deré Mengelî’ye çamaşır veya bez parçasına süreceği kil, dereden çıkaracağı çamur ya da bugünkülere beş basacak kalınlıkta sabunla bulaşıkları yıkamaya gittiğinde ‘bende bende’yle ardına takıldığın, çamaşır sıkarken ‘susadım ben’ dediğinde bazen derenin kenarında, içinde görüp tiksindiğin bokları ardından akan suların alıp götürerek nehri temizlediğini düşündüğünden ‘bak ben de içiyorum, tertemiz ne kadar da duru çenei ma ! bir şey olmaz iç haydi’yle zorlayan annenin bilmeden Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını yıllar yıllar sonra öğrendiğinde nasıl da rahatlamıştın anneni dinleyip deré Mengelî ‘n buz gibi suyunu avuçlayarak içtiğine.
Niye’sini uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce algıladığın telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? Türkçe meali; Kürtsün değil mi?” sorusunu sordurtmayacak sekme, kabalık bulunmayacak kadar iyi Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin ailedeki işbirlikçisi, lideri konumundalığını da bilmeyen anneannen başta, annen, baban ve akrabalar öğrenmesinler diye ev damı çocuklarıyla Zazaca yerine Türkçe konuştuklarından, ergenliğin de bile ana dilin olduğunu hâlâ bilmediğin Zazaca ve Türkçeyle, iki farklı dille haşır neşirliği ‘demek ki şehirde başka, köyde başka dil konuşuluyor.Biz de şehirde yaşadığımızdan annemler bizim köy diliyle konuşmamızı istemiyorlar’ çerçevesine oturtarak kendine göre izaha kalkıştığından birazda konuşmaya başladığında kötü telaffuzunla alay edildiğinden Zazaca’yı hiç bir zaman konuşamayacaktın.Yine de köyde, şehirde akrabaların, annen, baban kendi aralarında konuştuklarından, konuşmasan da anladığın Zazaca’yı bazen (nan, aw mı rê’) ekmek, su istemek , bazen ‘eerooo, eero Memooo ? Ez şona Gımgım (ben Varto’ya gidiyorum’) telaffuzunla büyükleri güldürmek, bazen ailene üyelerine ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne) şakaları yapmak için öğrenecek, şehir de anlamını bilmediklerini bildiğinden kızdığın kişilere Zazaca küfür etmekten büyük keyf alacaktın. “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının gerçekleşmiş hali dört yanı dik dağlar, tepeler, ormanla çevrili ortasından üzerinde her geçişte sallanan tahta köprülü Bingöl dağından doğan deré(çem) Mengelî’n geçtiği; yazın okullar tatil edildiğinde şehre göçmüşlerin, dışarıda okuyanların da gelmesiyle bir araya toplanan sülaleyle geçirilen … ahhhh hiç benim olmayan şairim ahhh ! şans getirmese de herkesin iyi kötü bir ailesi vardır ama “olmayanın bilmeyeceği” değişik, değişken dinamikleri, tiplemeleri, karakterleri bulunan insan topluluğuna; bir sülaleye aitlik, işte o apayrı detaylar, deneyimler, karmaşa getirdiğinden eğer aynı evi paylaştığı hatta marazi bir aşk yaşadığı bile söylenebilinecek annesi 1905 yılında hatırı sayılır bir miras bırakarak ölünce, hayatını kaybedeceği elli bir yaşına dek yalnız yaşamış, bireyselliğine, özgürlüğüne düşkün Proust, bir sülale, aşiret içinde yaşasaydı kim bilir Kayıp Zamanın İzinde nasıl bir nehir içinde yol alırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Niye mi? teyzenin kaynının ablasının kızının eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca teyze bağlantısı yüzünden okumak, işe girmek, hastaneye gitmek ya da başka tonlarca neden ileri sürerek eviymişçesine çekinmeden çat kapı gelebildiği, geldiği evin sakinlerinin de içeri almayıp kapıdan çevirme gibi bir edepsizliğe, ayıba başvurma bir yana şikayet edecek birini de ‘ma ne olmuş? nereye gitsin, akraba akraba, bize gelmeyecek de kime gidecek’le yerin dibine koyup, gelenin çamaşırlarını yıkama istekliliğinin; kocası öldüğünde çocuklarıyla dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen yengelere ‘bu evden tek çıkarsın çocuklarımızı yanında götüremezsin,onlar bu evin çocuklarıdır, bak kaynınla evlen, çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasının; çalışan, az çok durumu iyi olan abinin, kardeşin, dayıoğlunun, kuzenin maaşına , servetine ‘aldığında maaş 100 TL ayır bana’ ‘ borcum var yardımın lazım, bana bir ev alalım’ rahatlığında ortaklığın garipsenmediği tersine kendilerine hak görüldüğü, sev sevme sadece kan bağından dolayı katlanmak, görüşmek zorunda kalınan birinci, ikinci, üçüncü, yirminci dereceden akrabayla özelliği parçalatılan bir yuvayı…bir evi paylaşacağın bireysel var oluşun, hayallerin dalgakıranı bir sülale içinde bulunma,yaşama… herkesin hayatının katili de olabilecek, geleceğinin sınırı çizen, Osmanlı tokatlı ellere sahip babaların reisliğinde hır gürün, şiddetin eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı ‘çocuk okula gitmese bugün’ basitliğindeki ufak bir mevzuda dahi ortak bir karara varamadığı, hiç sonlanmayacak ‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum, ha adamcağız “yenge hanım bir şey olmaz, nasılsa abi devlette çalışıyor, sabit maaşınız var, ödersiniz” diyor ama”lı geçinme kaygılı bireyin ilk sosyal çevresi; Ortadoğu ülkeleri hariç diğer ülkelerde karşılaşılmayacak, söylendiğinde içinde bir sıcaklık, sevgi, eşitlik barındıracak ailemin evi, yuvam yerine, ne çirkin bir söz, tanımlamadır içinde kahpece gizlenmiş ayrımcılık, güç, otorite, biat, reislik taşıyan her evlada bir gün “18’ime geleyim bavulumu toplayıp gideceğim” dedirten, kız çocuklarının büyüdüklerinde benzeriyle evlenmekten korktukları erkek karakter baba neyse evi de aynısı olacak “baba evi”nde karşılaşılacak; “bu salak gibi değil, o daha akıllı”, “pek umudum yok bundan”, “ölme eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da bana adam olacaksın öyle mi? “, “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan gibi uslu dur be evladım”, “bazen şüphe ediyorum seni ben mi doğurdum…”, “bu da fena değil ama asıl sen bunun küçüğünü gör çokk güzel”, “Allahtan erkek, güzellik önemli değil yoksa…” , “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl, “ , “geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek anlamadım” , “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”, “nato kafa , nato mermer; na to kefari,na to mermari”, “dinle evladım dinle sen bu Rock mudur , tak mıdır onu.Sakın çıkarma kulağından kulaklığı çünkü yarın sınavda bu parçadan soru sorulacak” , “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep ben…bir de sanki boyun varmış gibi aldığım güzellim elbiseyi giyip, içine etmişsin…”, “ucube, abla değil ucube”, “Fatodur bu Fato, her şey bekle…”, “kim alır seni bu halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle özgüvenin ezim ezim ezileceği ilk ötekileştirilmenin; sevsin, takdir etsin diye ”benim gibi olsan keşke”yle bireyi kendisi gibi olmaya zorlayan ebeveynlerin, yakınların istediği gibi davranıp, onlar gibi olmaya çalışıldığı unutularak yıllar sonra “kimsenin huyuna gitmek, gönlünü yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuzdur, kimse de sizden sızlanmıyordur… ah şimdi baba evinde olsaydım” yalanlarıyla kutsanan, ister kabul edin ister reddedin, başta yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip kakıldığı, kendini oradakilerden üstün gören kibrini, baskısını fıtratında varmış gibi sunan ülkeye, topluma da egemen, muktedir, iktidar olduğundan leb demeden leblebilerin önüne serildiği ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama erkek öyle mi?yemese güçsüz kalır, çalışamaz eee para girmese bu haneye ne olur? o yüzden önce onun karnı doyuracaksın, yemeğin en etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’la hizmetin daimiliği de sağlanan ayrıcalık sahibi erkekler; dede, baba, amca, dayı, abi ve sonunda kocayla da ilk tanışılan; içteki iyiliğin, kötülüğün, egoist değerlerin, naif duyguların, faşist ya da demokrat mantığın mayasının atıldığı, kişiyi bu dünyada diğerlerinden hem farklı hem aynı yapan, yaşanacak onlarca olumsuzluğun başlangıç yeri olsa da kendini kötü hissettiğinde, canın yandığında kaçıp saklandığın sığınağın, kışın rüzgar uğuldarken pencere aralarından korktuğun camından sarktığın, bağırdığın, ilk görmenin, algılamanın, yaşamanın eşsiz kılınmasına yardım ettiği mekanlığın getirdiği değişmeyen, özlenen bir sıcaklığı daima yanında taşıyan, toplumun dayattığı, öğretilen, bir şekilde kabullendirilen şablonda değil gerçekten tam olarak neydi, ne yaşadım ben orda ??? uzak güzellemelerle anılan ayrılsak da göğüs kafesinde yaşam boyu taşınacak kişiliğin var edildiği bir hayatın kulunç altı çocukken hep orada yaşayacağını sandığın baba evinden “yuvam(ız)”dan, “ evim(iz)”den bir gün ‘gittiğim yerde eminim her şey buradan, bundan çok daha güzel olacak” diyerek ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma, evlilik gibi sebeplerle ayrıldığında, yaptığın değişikliğin, kısmi bağımsızlığın, özgürlüğün sarhoşluğunda önceleri her şey yolunda gider duyumsamalarında gezinir, durursun. Bu huzur bulunduğuna inanılan “yuvamız”dan ”yuvam”a terfili yeni mekanda can ne istenirse yapılır, istemezse yemek yapılmaz kahvaltı daha akıllıca gelir mesela, kitap okunur, yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yiyecek alışverişi de, partiler düzenlenir, arkadaşlar çağırılır ya da kimse çağrılmaz kendine göre hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra insan “yuvamız”daymışcasına sıkılmaya başlar, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın kapılarını açacağı özel birilerini erkekleri, kadınları katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama” birileri kafasını uzatır şöyle bir bakar geçer, birileri konuk olur bir süreliğine yine gider…bazılarının gözünün içine bakılır bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın diye, tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememe…bilme kişiyi yorgun, bıkkın düşürür.Umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam” “yuvamız”a dönüşürken; odalarda, duvarlarda her yerde bir dünya kişinin ağdalı yüzleri, izleri; evin duvarlarının dili olsa bile konuşmaya isteği yokken kendine döndüğünde bakarsın ki sende ”yuvamız”dakilerden herhangi birisin; hayat dedikleri belki bu döngüyü döndürmektir değil mi benim kendine bile hoyrat şairim! Bunları niye yazdım ki şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, misyonunun, vizyonunun, karakterinin, narinliğinin kaynağının, doğduğundan içine, orda bulunup , bulunmamayı belirleme hakkının olmadığı “yuvamız” olmasına isyan yazdırdı belki bu satırları.Bir türlü taşralılığından ödün vermeyecek “yuvamızda” yanımızda, kıyımızda, köşemizde sanattan, edebiyattan, okumaktan zevk alan, bilgili, kültürlü olmanın ötesinde geniş vizyonluklarından daha çocukken elinden tutup Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya, Debusy’nin, Reynaldo Hahn’nın, klasiklerden Beethoven’in eserlerini dinlemeye opera binasına, Monet’in, Tissot’un tablolarını sergilendiği galerilere, duvarları Raphael, Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun freskleriyle süslü Sistine şapelinin bulunduğu Vatikan’ı, Rönesans’ın doğduğu Floransa’yı, Venedik’i görmesi için seyahate götürecek gelire de sahip Proust’un ki gibi ebeveynler olmadığından belki de Haldun ‘şimdi nerden aklına geldi deme, ultrason bulunmadığı zamanlarda hamile kadınlar çocuklarının kız mı , erkek mi olacağını nasıl anlıyordu diye sordum anneme .Güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır, benim yüzüm kızlarda hep leke, leke oldu o yüzdem Fazıl Çil kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek bebekler yılan gibi alt tarata, kızlarda tam tersi karnın her yerinde dolaşırdı, yaramazdınız dedi’-‘ çok iyi yaptın canım benim öğrenmekle.Eminim hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar Tanrı’nın sorgu sırasında soracağı sorulardandır.Öğrenmeden ölseydik cidden çok yazık olacaktı bize hem Tanrı katında da cahil, kültürsüz tanınacaktık. Sağlıklı doğsun da kız mı erkek mi olması önemli değil çocuğun anlayışına gelene kadar…oooo anne, babaların, kadın erkek pek çok akrabanın “Allahım ne olursun bu sefer de oğlan olsun, bu sefer oğlan (erkek çocuk yoksa) olmalı.Bu mal, mülk sahipsizdir, tarlayı sürecek, ekecek biçecek, evlenip soyumuzu devam ettirecek bir oğlan nasip eylesin bize Allah. Arada bir de tabii süt sağacak, peynir yağ yapacak evlenilecek kızlar doğsun ” temennili toplumda sen ! kendin, bir gün bana demedin mi ‘son üç kardeşimin doğumunu hatırlayacak yaştaydım.Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda birer, ikişer yaş farkı var, peş peşe üç kız çocuğu doğurduğundan babam annem doğum yaptığından yine mi kız doğurdu diye sormuştu, ben evet deyince çekip gitmişti, annemin yanına bile uğramadan.Kadınların o ağrı sırasında, kocasının sanki suçlu oymuşçasına kendisini suçlayacağı, onun da kabul edeceği ya kız doğurursam korkularını düşünsene, ne kadar zalimler değil mi şu erkekler? Hayır Haldun! hiç öyle değilmişsin gibi bakma bana, yeri gelir senden bile en gaddar zalimlik görebilirim, şaşırmam da çünkü bu toplumun, bu erkeklerin ürünüsün sen de. Hele de beş numara Mine doğduğunda iyice morali bozulmuştu babamın zira artık tek oğlan dört kız babasıydı. Allahtan son çocuk erkek oldu da annemin yakası kurtuldu babamın elinden. Önce biz kızlar sonra tek erkek oğlu kabakulak olmuştuk. Kıştı, kar diz boyu Van’da oğlu hastalanınca evde hastalık olduğunu kavradı da bir çuval portakal getirdi eve babam.Has arkadaşın Oğuz sayesinde eve getirilen C vitamini hastalıkla mücadelenize takviye olmuştu ama ben bunu, babamın gözündeki kız çocuklarının değersizliğinin ispatı portakal çuvalını hiç ama hiç unutmadım.’ –‘ düşün baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? demek köyde kalıp çiftçiliğe devam etseydi annen gibi on iki yaşında başlık parası için satacaktı seni, kız çocuklarını. Bozulma, ne bekliyordun anlamadım ? Tek vizyonu aç kalınmayacak bir hayatı idame ettirme olacak, yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek, yumurtayla karın doyurulan iki dağ arasındaki bir köyden geldikleri şehirlerde şayet iş de bulmuşlarsa bir anda gördüklerini, istediklerini az da olsa aldıracak üstelik de her ay ellerine geçen maaş sayesinde kendilerini eline buğday, yağ, peynir, bal, koyun sattığında para geçen, kıt kanat geçinen köylü akrabalarından üstünde görecek tanışmadıkları edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini hissetmeyen ebeveynlerimizin derdi, sorunun olabilir miydi hiç iyi mizaçlı, donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst, ayakları yere basan bireyler, çocuklar yetiştirmek? Anca bir iki kişinin otomobil sahibi olduğu, gözlerinin rant paylaşma peşindeki partileri, aç gözlü bürokratları görmeyeceği şehirlerde, çocuklarına okumuş, meslek sahibi biri avukat, öğretmen, devlette memur olmayı aşılayacakları hayalleri yoksullukları kadar; onca kişiyle birlikte yaşadıkları yoksul ev damlarındansa, kendine ait tek gözlü bir oda; yufka ekmek değil beyaz fırın ekmeği, ayran çorbası yerine ancak zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında kırk yılda bir önemli bir devlet memuru, yetkilisi ya da aile büyüğü geldiğinde misafirliğe ya da kışlık kavurma yapmak için kesildiğinde yenilen ete her gün ulaşabildiklerinden az etli bir patates, kuru fasulye yemeği, lastik yerine kösele bir ayakkabıydı; bir arabaya sahip olmak bile değildi.Sonra şehre alıştıkça, gördükçe yeni şeyleri, ülke de geliştikçe yavaş yavaş hayalleri de tek göz sobalı evden gecekonduya ordan kaloriferli, merdaneli çamaşır makinesi bulunan apartman katına geçiş, çalıştığı yerdeki arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın giyindiği güzel bir elbise, çanta, ayakkabı edinme, Yılbaşında kızarmış Hindi dolma yeme derinliğine ulaşacak ebeveynlerimizin elindeki biz çocuklardan senden, benden herhalde bir Tolstoy, Oscar Wilde, Virginia Woolf, Rembrandt, Orhan Pamuk, Tezer Özlü, felsefeci Gilles Deleuze, çıkacak değildi. Dua et ellerinde kitap görmememize rağmen en azından okumayı sevdik biz‘ dediklerini Haldun’un doğrular rastlantısal olarak karşılaştığı bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını, tadın, müziğin irade dışı belleği, hayal gücünü devinime geçiren; 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te seçkin sanatçıların edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren, Dreyfus yanlısı güçlerin merkezi de olacak ünlü edebiyat salonlarının sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi Anatol France’ın sevgilisi (Proust’u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere, France’ın önsöz yazmasını sağlayan) Madam De Caillavet; Geneviève Halévy (Georges Bizet eşi) ile Robert de Montesquiou’nun güllerin imparatoriçesi dediği Madeleine Lemaire’in Salı, Çarşamba, Perşembe (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri edebiyat toplantılarında onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’la; onlarca ressam Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet, Whistler, Helleu, Turner; zaman, mekan konusunda kendisini etkilemiş felsefeci Henri Bergson’larla tanışacağı bir gençlikti belki de Vatikan da Sistine Şapeli’nde yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda Odette ile Tsippora’nın çehresi arasında benzerlik kurdurduğu an M.Swann’ı, Odette aşık ettiği, Madam De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine Lemaire’den Çarşamba toplantıları düzenleyen Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den eşcinsel Baron de Charlus’ı; Kontes Élisabeth Greffulhe’den Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan Berma’yı, Anatole France’dan yazar Bergotte’ı, Whistler’le Helleu’n adlarının anagramından Elstir’ı yaratığı “Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu” satırlı; Tissot’un Le Cercle de la rue Royale’in de kapıya yakın kişi diye belirttiği(Charles Haas) M.Swann’ın arabacısı Rem’i Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne; bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle doluluğundan , yanlarında cep telefonu laptop, tablet bulundurup her iki sayfa da bir Google yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo, portre araması da yaptırtacak analitik zekasının ürünü Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı okuyucularının gözünde roman karakterlerini kanlı canlı bir siluete büründüren Proust’un yaşadığı zamandan çok sonraları, 1960’ların sonlarında daha tek tük sinema salonunun bulunduğu, gecekondu mahallerinde tuvalet sorunsalını çözememiş şehirlerde; tiyatro, opera, bale, resim, heykel bireylerin dimağında soyutluğu aşamamışken, zaten de ismini duymadıkları herhangi bir ressamın tablosunu, heykelini görmek için müzelere gitme; operayı, baleyi merak etme, klasik romanları okuma, Van’dan İstanbul’a, İzmir’den Muş’a gidilecek farklı bir şehrin, bir ülkenin kültürünü, yaşayanlarını, doğasını, yemeklerini tanıma amaçlı yurt içi, yurtdışına seyahat, onca çocuğa bakma telaşlı geçinme uğraşında bir ev edinme hayalinde tek kanallı radyodan mecburen Müzeyyen Senar, Safiye Ayla şarkıları öylesine dinleyen ama asıl bugün nostaljikler arasında sayılan bütün yükünü sırtlatıp ‘yaşasan ne olur bu rezil dünyada’ dedirten bir umutsuzluğu katmerleştiren yuvamızda her gün Kerbela’yı yaşatan Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari Aşık Daimi’ den “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler/ deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”, ‘illa dostun bir tek gülü yareler beni beni’, “bilmem şu feleğin bende nesi var” türkülerini dinledikleri plakların ardındaki ebeveynlerimizin zaten akılarının ucuna değemezdi, klasik bir müziğin varlığı da. Şimdi kendisinin, bireylerin değerine atıfta bulunulan hayallerine ulaşabileceği fırsatların eşitliğine, kaderini kendisinin çizeceğine inandırılacağı, inanacağı duygular, düşüncelerle büyütüleceği toplumsal yapıda herhangi bir konuda duyduğu kaygıyı Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle anlatan bir büyükanneye, sadece kendi ülke yazarlarını değil farklı ülke yazarlarını Puşkin’i, Dostoyevski’yi okuyan anne , babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını zedelediği gerekçesiyle aleyhine açtığı davada sadece bir çeyrek peni tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in Susam ve Zambaklar’nı çevirecek yabancı dile; kendisine Sara’ya, İshak’ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz.İbrahim’i andıran Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden, Hz.İsa’ya ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin üzerinde sadece ekmek ve şarap bulunan dikdörtgen masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda tempera boya kullanıldığına ilişkin detaylara sahip sanat eleştirmeni aile dostlarına sahip birinin, bir çocuğun; Marcel Proust’un hayallerinin ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı’yla başlayan, içi boş, soyut zihinde canlandırılmayan hamaset nutukları, ‘vatan, devlet uğruna…’ ölmeli öldürmeli , ‘tek başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek’li kahramanlık şehitlik hikayeleri, fırsat eşitsizliği altında yaşadığı toplumun, kitlenin değersiz bir parçası olarak büyütülen hır, gürlü tahta kurulu, fare korkulu yaşantısında Ayvalık’ta bulunan yaz kampına görevli gönderilecek baba devlet memuru olmasaydı on altı yaşında değil belki 20’li yaşlarda denizi görecek ancak kırk yaşlarında bir otelde tatil yapma imkanına kavuşacak; altmışbeş yaşına kadar heykel göreceği bir müzeye gitmemiş,klasik müzik nasıl bir şeydir en ufak bir fikri olmayan, halk ozanlarının keder, dert akıtan türküleriyle büyüyen, nerede yaşarsa yaşasın, nerede olursa olsun tüm kadınlar gibi en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevlendirilmiş yalnızca ailenin değil sülalenin bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu… kapı önüne dökülen bir ton kömürü tek başına kürekle doldurduğu el arabasıyla kömürlüğe boşaltacak bedava hamalı olma da tatmin etmediğinden, dede bir amcasının oğlunun oğlu Apo Rıza’ya ‘kızının evi burada dururken sen kalk git Şükrü amcaların evine, çok üzüldüm’le kendisinde yatılı kalmaya gelmediğinden hizmet etmediğinden darılan, ‘kokla hele, mis gibi kokuyor, bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen, işten, yorgunluktan değil roman, gazete okuyacak ‘ne nedir, ne değildir’ merakı için bile vakit bulamayan Türkiyeli annelerin, Leyla’ların ardına düşmüş, ‘bakma öyle durduğuna, Nail hin oğlu hin, aklınca beni yerimden edip kendi oturacak koltuğa’ kuşkulu düşmanlıklarda kıvranan işin kaybetmemek için üstlerine her türlü yağcılık da yapabilecek babaların himayesindeki bir çocuğun hayalleri, vizyonu, düşünce sitemi, kurgusu, dünya, gelecek algısının birbirinden farklılığından daha doğal ne olabilir ki? O yüzden Proust’un “uykusuz gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( diye betimlediği tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki sahil kasabası Cabourg’da ) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı.” çağrışımına yol açan zekasını keskinleştiren, hayallerini bileyerek sonsuz kırları önüne sereceği okuyucusunun gözlerinden, dudaklarından, zihninden geçerek benliğini yolculuğa çıkartan ” tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,…” sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı, Venedik’i, Norman Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını, heykelleri çocukluğunda, gençliğinde görmesinin etkisini küçümsemek olası bile değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70 ve 80, 90’larda Ortadoğu’da dünyaya gelmiş nesillerin Proust’un gençliğindeki olanaklara sahipsizliği; İbn Haldun’un zamanları aşan “doğduğun coğrafya kaderindir” tespitinin tecellisi miydi acaba Proust’u, Rimbaud’u, Zola’yı, Balzac’ı okuyan, Claude Monet’in, Paul Cézanne’nin, Edgar Degas’ın tablolarına hayran, Bach, Debussy dinleyen Fransız yosmaları…gerçekten öyle miydi? başkalarının yerine seçtiği coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de bir nevi kaderse eğer bu ikisi birden hayat mı oluyordu, şimdi? IQ ? Onun kaderle bağlantısı ???? Kristof Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya olduğunun mu kanıtıydı ? Yoksa coğrafyan kederindir mi demeli insan…offf sence ne demeliydik “her yeri boyamışsın çok güzel, ama burada biraz sonbahar kalmış” şairim ! işin içinden çıkamıyorum kader olan ne ? coğrafya… aile…ana dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü ne?ne??? Doğduğun yer mi kötü kader yoksa benliği gerileten kabullenilmişlikler, körü körüne bağnazlık, biat, yönetenlerin yönetim tarzlarına yansıyan zihniyetleri mi? Dur bakalım hele bir, biattın İslam dininin, Ortadoğu’nun Müslüman toplumlarının etle kemik ayrılmazlığın da…bu arada bir de Lucien Fevbre’in “coğrafya imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne düşüneceksin sen! eyyyy bu romanı bitiremeyecek kadın ! söyle bana kim haklı Lucien Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Kokusunun içe sineceği doğulan toprağın bileşimi, konumu, iklimi, orada yaşayanların yapacakları işe, yiyecekleri besinlere, yaşayış tarzlarına, psikolojilerine kadar her şeyi etkileyeceğinden , iyiliklerini kötülüklerini, hislerini hissizliklerini de alırsın ve bil ki ey oğul ! eğer yapıcı bir coğrafyada doğmuşsan eylemlerinin birçoğu yapıcılık üzerine kurulur yok savaş, ihanet, şiddet yüklü yıkıcı, her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği bir coğrafyada Ortadoğu’da doğmuşsan mesela, hiçbir şey bulamasan bu defa da kendini, benliğini yerden yere vuracak eylemlerinin hepsi yıkıcılık üzerine kurulur diye mi düşündün tam da Kültür Bakanlığınca yapılan restorasyon çalışmasında 700 yıllık Osmanlı Tuğrasının bulunduğu duvarları hitli ile yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken haberlerde; Paris’te Arc de triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi bir yıkım vuku bulsaydı tüm Parislilerin ‘tarihimize, değerlerimize yapılan bu saldırının sorumluları derhal cezalandırılsın diye ayağa kalkacağı muamma değilken’in çağrıştırdığı bir ülke seçime dayalı bir sisteme sahipse sorumluluk beğenilmeyen yönetimde ısrar eden toplumdadır onun içinde İbn Haldun’un 14. yüzyıldan çıkıp “coğrafya kaderdir” dediğini duyduğunda yaşadığı döneme, bölgeye bakarak tespitinin doğruluğuna kanaat getirip ‘buna söylenecek sözüm yok ama bunu alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında üniversiteye giden kendisini diğerlerinden bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından Pursaklar’daki evinden yoğun trafiğe takılmadan İngilizce kursuna yetişmek için her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17’ye kadar kursta, okulda kaldıktan sonra uzunca bir yolculukla tekrar evine dönen birinden beş adım öndeliğini sağlayacak olanakları önüne seren İsviçre’de doğan aynı yaştaki bir genç de 5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata binmek belki de yüzme için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha kreşte aldığından Londra’ya gidip dilini geliştirecek artan zamanlarında elektronik müzik partilerine giderken bir yandan da mesleği ile ilgili staj yapacaktır değil mi? Bu durumda kendini geliştirmek için çalışmaktan, yorulmaktansa işine gelecek ‘ uluslararası piyasada İsviçreli gençle nasıl bir rekabet edebilirim? ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek, kaderim bu coğrafya da bu kısır hayatı yaşamak’ bahanesiyle Pursaklı gencin havlu atıp mücadeleden vaz geçmesi, kolaycılığa, bedavacılığa tutkun Ortadoğulu toplumda garipsenmeyecek hareketlerdendir. Oysa, gözleme, deneye, yeni keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki coğrafya sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının mazerettir, bataklıkta da güzel çiçekler açtığını tabii bir de atılan tohumun GDO’lu olmaması gerektiğini de unutmadan; Abraham Lincoln’un ‘köleliği kaldırma’ kararıyla ‘ ne yapsam da kölelikten kurtulamayacağım’ düşüncesinde ki Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa sürüklemesiyle oğlunu savaşta, komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren bir Alman’na; çizdikleri kaderin coğrafyayla alakasızlığında, doğrudur da; doğduğun coğrafyanın kültürüne, düşünce sistemine, geleneklerine, dinine göre hayatın, mizacın daha sen farkına bile varmadan şekillendiğinden, Almanya ya da başka herhangi bir ülkeye göçenlerin ülkelerinde edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını, düşünce yapılarını aynen devam ettirdiklerinden yola çıkarak o şekillenmeden kurtulmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını görsek de , bugünkü küreselleşmiş, bir ekrana sığacak, istediklerinle ilişki kuracak kadar küçülmüş, devletlerin güçlü bireylerin güçsüz olduğu, korunması gereken birileri varsa o devlet değil, bireyken Latince “quis custodiet ipsos custodes? koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde demokratik yönetimlerin toplumsal refahı, bireyin özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak bireyi, haklarını güçlü devlet karşısında koruması, hukukun üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının devreye girmediği genelliklede Ortadoğu’da hüküm süren otoriter, kötü yönetimlerinse tersine devleti, yönetenleri bireylere karşı korumalarını kabullendirdikleri hem döven, hem seven “Allah razı olsun, Allah zeval vermesin” duaları da ettirten, ne veriyorsa onunla yetinilecek devlet babalığı temel aldığı dünya da İbn Haldun’un sözü anlamını yitiriyor.Çünkü aynı coğrafyayı paylaşan Güney Kore, Kuzey Kore (Güney’de kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$ dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran Suriye’de kişi başına düşen gelir , refah farklılıkları ülkenin mevcut sisteminin, yönetim anlayışının, ideolojisinin ve yönetenlerin kaderin belirlenmesinde güçlü argümanlıklarını teyit eder ki bir başka güçlü argümanda Warren Buffett ‘ın geleceklerini garantileyen gelir düzeyine sahip doğan zengin çocuklarını kast ettiği “şanslı sperm kulübü üyelerin” den biri olarak Sierra Leone’de kültürü, bilgisi sığ görüşlü bir aile de bile doğulsa farklı çevrelerden edinilecek arkadaşlarla çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden daha gelişmiş bir ülkede okuma şansını da elinde bulunduracağı ailenin gelir düzeyidir dememiz…… ‘mola’…’mola istiyorum hocam! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim diyorum ama çığırından çıkarıyorsun romanı; şu an temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede ya da internet sitesinde bir köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla dolu makaleye döndürdün romanı nasıl bir kurgudur bu ? Bunları niye yazıyorsun? Bak yazmasan sen kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici bakışınla aynı şeyi bunu da; beni, yazdıklarımı, romanımı önemsediğini, kötü bir duruma düşmemi istemediğini hissettirerek yapıyorsun sende herkesle aynı dayatmacı faşist tavrı gösterdiğini fark ettirmeyerek hem de. Tamam ben acemiyim bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun beni?Yazma zevkini kırmasan, başkalarından farklı davranıp hemen başlamasan eleştiriye… azıcık beklesen belki senin düşündüğünden çok daha iyi bir yola evrilecek roman. Yarardan çok zarar her zaman ki gibi, ne yazacağımı unutturdun araya girmekle… evet… din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken temelli savaşların getirdiği gerilikleri daha daha iktidarda kalmak, güçlenmek için, iyi yönettiklerinden her şeyin şahane olduğu yalanını durmadan yineleyerek bireyi sanki kendisinden daha iyisi gelmez ,bulunmaz düşüncesinde oyalayarak kullanma uyanıklılığında; büyük ağırlıkla sorumluluğun kendisinde olacağı beceriksizliğinin, başarısızlığının, çalışmamasının, yeterince mücadele etmemesinin, korkularının, alıştığı konforu terk etmemesinin suçunu üzerinden atmanın yolunu da yaratmasını engellediği Satre’ın “var oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir” nitelendirdiği kaderini doğduğu Coğrafya kılma; asıl kaderi belirleyen o coğrafyaya…o topluma egemen düzenin, yönetenlerin desteklediği düşünce sistemidir. İşte sen ! şayet var idiyse Tanrının kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın; yeryüzüne …, …, Marx, Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı, sanatçıyı ve kimi zaman bir çocuğun annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma arzusu, kimi zaman uyku, uyanıklık arasındaki muğlaklık, kimi zaman Rönesans üslubundaki koro yerleri, kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj, çiçek izlenimlerinden kendisinin yaratığı sınır kapısını istediği zaman açan…istediği zaman kapatan Proust’u gönderdiğini; Ortadoğu’da doğmanın da gözyaşı, keder, acı, savaş getirdiğini daha bilmediğin, aldığın kokular, tattığın yiyecekler, gördüğün çiçekler, böcekler, dokunduğun insanların hayatının içinde genel geçer bir sınırsızlıkta ilerlediği zamanda, günde tek bir arabanın geçtiği, geçim kaynağı koyunlara, keçilere,ineklere, tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte, (hak) yumurtaya, salatalığa, sebzeye, buğdaya karınları doyurduğundan, çocuklardan değer verilen, itina gösterilen dewa ma Badan’da; yaşamadıklarından şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız çocuklarını ‘bu benim oğlanın yalnız iki kulağı eksik eşekten, amcan oğludur, akrabandır evlen bununla sen aklısın idare edersin’ ilişkilerine zorlamalı, başkalarına göre eften püften ama orada yaşayanların hayatını etkilediğinden sonsuz önemde birbirini kıskanan eltilerin, yengelerin, kaynanaların, amcaların, yeğenlerin, gelinlerin ‘bütün gün otursun, biz öküz gibi çalışalım neymiş, şehirde çalışıyormuş ama ot parası almaya gelince başta o koşuyor‘, ’bütün tarlayı tek başıma tırpanladım, otları bağ yapacağına gitmiş uyumuş dere kenarında ‘, ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağını, yanına da Hasena’yı almış konuşuyor sabahtan bu yana, hamur öyle mayalanmış ki taşıyor tekneden ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, çocuklar aç ne gam’lı, bazen yanından su geçtiğinden verimli gördükleri arazinin kendisinde kalmasını istediklerinden paylaşamayan erkek kardeşin atışmasına dahil olup amcasını küçük çocukların, kuzenlerinin önünde döven yeğeni büyük amcanın sopayla dövdüğü yumak halinde birbirine girişmeli saygısızlığın tavan yaptığı kavgaların ortasında en az yirmi otuz kişiye ekmek, yemek yapan, sofra kuran, kaldıran, elde bulaşık yıkayan, o kadar kişinin oturabileceği sandalye, kürsü, minder ayarlayan, yaşı küçükleri koğuştaymışçasına bitiştik nizam yatırmak için yer yatağı hazırlayan, sürekli sıcak su bulundurmak için ele ne geçerse ocağın üstüne koyup bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta, semaverde ( yeniden demlenmeyip ha bire üzerine sıcak su eklendiğinden çaylıktan çıkan) çay demleyen; ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’ , ‘her tarafım kaşınıyor bak ‘ isteklerine ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo beni dövdü’ acılarına annenin, kadınların kayıtsız kaldığı belki de onca yetişmesi gereken iş arasında önemsiz, basit gördüklerinden ama hayır ! onlarda annelerinden hiç almadıklarında akıllarından geçmeyen iyi geceler öpücüğünü annenden hiç almadığın çocukluğunda Marcel’in yatmadan önce her akşam annesinden aldığı iyi geceler öpücüğünü eve misafir (M.Swann) geldiğinde alamamasının hayatında kapladığı değerin sancılı, girdaplara sürüklemesini; sadece evlerin etrafını sardığından reçel yapılıp, üzerine limon sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içildiğinden Van’ın koca koca yapraklı, mis kokulu güllerinden, Süphan dağının eteklerini kapladığından gelinciklerden lalelerden haberdar olunan, tezek kokularının arasında burna değdiğinde onlarca güzel kokuyu yaya bırakacak cennette yaşanıyormuş hissi uyandıracağından ‘ne kadar güzelsin, offf hele de kokun beni benden alan‘ sevgisinde yaprakları okşanmadan, güzelliklerine bakılmadan ilgisizce yanlarından geçilip gidildiğinden ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’ inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp olmadığından vazo da değil bir su bardağı ya da şişe de odalara, salona fresh, taze bir hava vermesi için konulmayan bin bir çeşit çiçeğin, adının ne olduğunu ilaç için çocuklarına anlatmayı düşünen tek bir ebeveyn çıkmadığından ancak belki inanmayacaklar ama onaltı, onsekiz yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama dewa ma Badan’da aynısı vardı bunların demek adı sümbülmüş ‘ şaşkınlığında sümbül, nergis, hanımeli, leylak, erguvanla tanışılacağından “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan Gilberte adını yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum” betimlemesiyle harflere, sözcüklere resim yaptırtıp ilk aşk tomurcuğunu bir çiçeğin renginden alınan ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde, ipeklere sardığı sözcüklerle anlatacak duygulardan, benzetmelerden fersah fersah uzakta; olması için öncelikle gidilecek bir memleket, gidildiğinde orda bulunacak hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini de bilemeyeceğin elli teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan bireyliği yoklandıran, varlığın önemsenmemesine alışılan; başlangıcı birey de yere edecek kötülükler, iyilikler; sonu ‘birbirlerine sayan, söven sonrasında hiç ama hiçbir şey olmamış gibi yüzlerine gülen bir riyakarlık…haydi bunlardan dostluk, insanlık bekle! ha ben oldum olası akraba sevmem hepsi dedikoducu, seni parçalamaya hazır meraklı akbaba gibiler.Yedi kat yabancı kardeşinden daha candır, daha samimidir’le biten , genetik kodları, fikirleri aynı, yeni çevre, fikir ve bireylerin ücrasında ; bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can, bazen canından bezdiren kalabalık bir sülalede bulunma, yaşama dimağda yer edinecek özelliğinden yıllar sonra yendiğinde ya da karşılaşıldığında ortaya çıkan tat ve kokunun peşinden sürüklenerek yaz tatillerini geçirdiği Combary gibi seni ev damına, Badan’a götürecek çağrışımı tetikleyecek çaya batırılan bir parça madlenli kek (kurabiye ) türü bir yiyecek yemediğinden, başka bir şey de kimse tarafından alınmadığından, yapılmadığından, denesen de olmayacak ‘çaya batırılan bir madlen parçasından bu kadar cümle nasıl fışkırdı’ imrenmeni ‘Proust’ da gerçekleşmişi var zaten herkesin kayıp zamanlarını dürtecek cinsinden hem de’yle bastıracak büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı yerde yeniden yapılmış benzer ev damında geçirdiğin; ”bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ekonomi politikasından da etkilenmiş Türkiye’de devletinin yönetim tarzının etkisiyle yaygınlaştırılmış, babaya sorumluluk yükletmeyen “saldım çayıra, mevlam kayıra” çocuk yetiştirme tekniğini benimseyen ev damı kadınları ya da annenin kendileri aynı yoldan geçtiklerinden sorun görmeyerek üzerine tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı gündeyseniz bal kaymak bazen soğan, yumurta koydukları yufka ekmeği, tereyağlı çöreği ( bıjıkı) ellerine tutuşturarak başlarından savdıkları ev damındaki on, onbeş çocuğun günün geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını merak etmemeleri çocuklar açısından da anlam ifade etmese de yine de ‘ bugün yayla yolun da Nade kenger sakızı nasıl yapılır size göstereyim dedi. Toprağın üzerine çer, çöp gibi kısa çalıları, otları yana yana dizdi sonra kenger’in kartlaşmış kısmını ortadan kopardı, akan süt gibi bir şeyi dizdiği çalıların üzerine döktü, üstünü de yine çer çöple kapattı , burada kurusun iki gün sonra gelir alır, çiğneriz dedi. Sonra bir kayanın üzerinde sarı, siyah, kahverengi böyle kum gibi bir şeyi ufak taşla kazıdı, tuluktan azıcık su döktü alın size kına diyerek tırnağımıza (bu esnada parmağın iki boğum yerini gösterirdin) buraya, buraya sürdü çaputla da üstünü bağladı, ben güzel olmazsa diye hemen yıkmak istedim olmaz dedi, bekleyeceksin .Sonunda çeşmede yıkadık.Bak ! kına gibi olmuş mu‘ keşiflerinin sevincini bozan, kıran, üzen ‘babanlar evin önünde çay bekler, çekil önümden sonra anlatırsın’ koşturmasıyla ciddiye almayan ‘ evlat mecburen bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim alacak’ modunda katlanılması gereken nesne muamelesi, ‘ne yaptın bugün, nerelere gittin’ meraksızlığı Badan’daki yaz tatillerinin herhangi bir lunaparktan daha eğlenceli, daha gizemli geçirmenin nedeniydi de.
Eğitimleri de ne olursa olsun hayatlarında olacak kişilerin kendilerinden hep hizmet beklediği ‘haydi kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu çalar saat yaşlıların uykuyu haram ettikleri, şafaktan gece yarılarına fabrikada çalışıyormuşçasına bitmeyen iş akışında ancak fırsat bulurlarsa ‘eere ne olmuş, biri de dese yazıktır bu kadına öldü açlıktan…Hanım insaf et de bana bir çalkama (ayran) yap , ben ekmek alırım’la yemek yerken, kırtlama çay içerken çocuklarıyla ilgilenecek yazgılarının eziyet, zahmet, fakirlik çekmek, horlanmakla, birilerine kurbanlıkla ve değişmeyen mansplainingle eşitlendiğini öğreneceğin ilk yer dewa ma Badan, Xasıma olacaktı.O yüzden işte, çocuklarıyla ilgilenmesini erteleten bitirmesi gereken işlere öncelik verilmesi istendiğinden kızı Saime ölürken yorgunluktan uyumasını anlayabildiğin acıdığın teyzenin, süt sağacak kadınların peşine takılıp mala gitmek; oturduğu görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun’ acımasında zayıf mı zayıf, kızıl saçlarıyla diğer köylü kadınlardan farklı görünen elinde bakır, alüminyumdan bakraç, sırtında deri tulum ( meşk)la yola revan Fikriye’nin; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün arasında ev damına ait keçileri, koyunları tanımasının hayretinde ‘çene, çenei, şu kulağı yırtık sarı bızek var ya o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir), korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka koşturulan keçiyi, koyunu dudaklarını büzerek çıkardığı ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ lerle bacağından tutup önüne çektikten sonra kalçasına sevecen şaplağını indirerek ‘sakin, sakin ol… güzel kızım’la sağdığında bakraçta köpüren süte bakmayı; ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini haklı çıkaran saman, ot yığınlı hayvanların yemlerinin de depolandığı evin biraz ilerisindeki “kom”larda tutulan koyunlar, keçiler gibi otlaklara, yaylaya (ware) çıkarılmayan çobanın sabah ahırdan alıp akşama doğru köye getirdiği büyükbaşların; inek, dana, camışların (manda)nın herhangi bir şey yapılmasına gerek bıarkmadan kendiliğinden sürüden ayrılıp evin karşısındaki taş zeminli ahıra yönelmesini; bazen akşama doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde tahtadan yapılı ‘yaguk’ kullanılıncaya kadar ,bütünlüğü bozulmadan çıkarılmış keçi, koyun derisin sıcak suyun içine batırılarak kıllarının yolunduğu, üzerindeki tüm yağlardan arındırıldığı epeyce zahmetli işlem sonrası yapılan kızıl, siyak renkli tuluk ( meşk)’un tavana bağlanan kalın halata, bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e bağlanarak yoğurt ve soğuk su doldurulan başından bağlandıktan, yaguk’un tahta kapağı kapandıktan sonra ayranın uzun süre ileri, geri itekleyerek çalkalanma sesini duyar duymaz yataktan ya da nerede bulunuyorsa ordan koşarak yayık yayanın yanında biterek ‘ben yapayım’- ‘çenei…çenei rahat durun, o kadar iş var daha, bırakın da bitireyim, oyalamayın beni, gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine ‘yorulmam ben, sen otur biraz’ yalvarmasına ancak on dakika dayanabileceğini bildiğinden ’tamam’ pes eden büyüklerden genellikle de Fikriye’den koparılan izinle yayığın başına geçtiğin anda çalkalanan ayranın ritimli “tık, tık, tok tok”una karışan dere Çor’un, Mengéli’n, köpeklerin, tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları senfonik konsermişçesine köyü inletirken, teknolojik devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme, yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere, betimlemelere ihtiyaç bırakmayacağı 20.inci yüzyılda yaşayacak, dewa ma Badan’da ki sülale ortamını, doğayı gözleyecek Proust ‘un kalabalık arasında hiçlenen benliğin devinimini, acısını, aşkı, ölümü, umudu nasıl, hangi sözcükler, betimlemelerle dile getireceğinin merakında kim bilir belki ‘betimlemeler, imgelemeler, sözcükler arasında debelenmeye ne gerek, yormayayım kendimi; vereceğim linki tıklayarak gözlerinizle görün anlatacaklarımı, hissettiklerimi de arada sıra da blog’umda yayınlayarak yazma hevesimi tatmin ederim, hem istediğini fotoshoplayacağın görsellik varken;yazında betimlemenin sonunu kutlayabiliriz der miydi acaba? yı düşündüren multiculture de; seçtiğin cümlelerle nasıl yapıldığını doğru ifade edemediğin ‘yayık’ olayını üstelik bir tane de değil http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html yukarıda verdiğim şu üç linki tıklayarak görebilirsiniz yazarak okuyucuna anlatmayı denesem mi ?? heyezanında debelenen, şayet yazınla uğraşanlar böyle bir yol denese ki haklısın kitap okunan ülkeler listesinin en sonlarındaki Türkiye’de revaçta olacak düşüncen ortalığın 20, 30 sayfalık romanlardan geçilmeyeceği edebiyatın cenaze namazına davetiyedir .Senin bu tembelliğe serenatlı uyanık aklına tüküreyim fazla uzağa gitmeyin e mi evladım? devam et yazmaya; arada sırada yaymaya ara verilip kapağı açılan, parmak daldırıp ‘oldu’, ‘az kaldı, beş on dakika daha’, ‘offf bitti nihayet’le çalkalanmaktan köpük köpük ayranın döküldüğü, içinde çamaşır da kaynatılan, yıkanmak için su da ısıtılan kara kazanların üzerinde toplanan yağlar ( ronu teze’nin) elle topak yapılarak bakraçtaki soğuk suyun içine atılmasını; sonrasında odun ateşinin üzerine konan kara kazanda çürütülen ayranın beyaz tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle kışın, yazın yenecek çökelek (dorak) deri tulumlara aralarında hava kalmayacak biçimde elle bastırılırken bazen katların arasına tereyağı da konularak ‘hoş dorak’ yapımını izlemek; yer yer paslanmış, emayesi, kalayı dökülmüş tencereye konulmuş buğday, yemek artıklarıyla tavuklara yem vermek, kovalamak;( gomeyi, davuleyi ) ahırı, kümesi teftişlemek, iş yaparken üstleri kirlenmesin diye önlerine önlükten geniş peştamal takan kadınlardan farklı hiçbir yeri kirlenmesin diye elbisesinin üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler gibi kolunun yarısına kadar çekilen siyah bez kolluklar kullanan titiz anneannenin eteğine topladığın yumurtaları koymak bazen de toprak, saman, su karıştırarak yapılan kerpiçleri kürekle kalıplara dökmek, uçsuz bucaksız geniş alana serilmiş dizi dizi kerpiçlerin üzerinden atlamak, aralarında oluşmuş labirentli yollarda koşmak benzeri ucundan kıyısından tutulan onlarca faaliyetin, etkinliğin içinde saatlerin nasıl geçtiğinin habersizliğinde; babanın yıllık izni genellikle yarısı kış altında geçirildiğinden değeri büyük salatalığın, sebze ve meyvelerin ancak yenildiği, başakların olgunlaşıp sarardığı harman zamanına denk geldiğinden (ma şérére cıwéna ser) haydi harmana gidelim, dövene bineriz’ eğlencesiyle dibe vurmak için harman alanına uğramadan akşamın edilmeyeceği çocuk zamanlarında; ufak taş köprüyle karşı kıyısına geçilen deré Mengelî’le arasında bir iki ağaçlık mesafede neredeyse bitişik , iki erkeğin çimen, uzun saz, kamışları yün eğirir gibi bükerek yaptığı kalın ot halatlarla bağlanmış arpa, buğday saplarının; samanların üç çatallı bir sopayla yerleştirildiği öküz arabasında ya da insan, at, eşek sırtında taşınarak istif de edildiği harman alanına dağıtılan olgunlaşmış başaklar; altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu, ezecekleri buğdaydan ( usareden) yemesinler diye ağızları kalın bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın çektiği önü hafifi kalkık tahtadan döven ( moşene ) de bir nevi arabadaymışçasına uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi Leyla onu da diğer beş kızı gibi on iki yaşında “kocaya” verilmesine susacak, bir kız için evlenmekten başka bir alternatif olabileceğini düşünmeyen anneannenin ‘bahardır.Murat yükselmiş; çağıldıyor, gürlüyor, yıkıyor geçiyor.Her yer, köprüler sel altında, kimse geçemiyor karşıya, Turna bakmış yükseklerden insanların acizliğine seslenmiş Murat’a “ suyun yükselmiş Murat, Turna’nın umrunda mı ? qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e” siz kızların ki de Turna hesabı.Evde iş, güç mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak, varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın, öbür gün gideceğin el, evinde senden dövende oynama istemez, iş bekler, iş…’ öfkesine değerdi değmesine de, altındaki başağı sapından samanından ayırmak için durmadan dönen hayvanları ayakta idare eden büyükler düşünmediklerinden indirmeyi, dakikalarca dövenle dönme, ortaya çıkan hışır, hışır ses, buğday, çimen, ot, çiçek karışımı koku mideyi bulandırıp başı döndürdüğünde , göz kararttığında anı kollayıp, atıverirdin kendini otların arasına.Bir dakika! sadece bir tavsiye yanlış anlama asla yazanın kurgusuna müdahale değil amacım. Okuyucunu Google’da “harman dövmek” yazdıklarında karşılaşacakları “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi hey…”, “Eskiden harman döğme gem sürme döven sürme böyleydi” başlıklı Youtube videolarını seyretmeye yönlendirseydin dövene dair bunca satırı yazmayacak ???? işaretli olsan da ultra post post modern, bir yazıncılık daha mantıklı değil mi? Böylece okuyucun da kuzenin Leyla’nın ölümüne giden sürece bir an önce kavuşur. Bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin; duyguların eşliksizliğin de süratle, çarçabuk izlenerek tak…tak…tak olup bitmesinden yana insanların fazlalığında bu ultra modern Alfa çağda , uzun satırlarımın sıkılmadan okunmayacağını bende biliyorum ama üzgünüm her ayrıntının önemli kıldığı geçmiş belirlediğinden geleceği; ultra Alfa okuyucuyu memnun edeceğim diye beklentisini karşılayamam. Sen sıkılsan da devam et okumaya Daye kurbane cane ! kim bilir, belki ilerleyen sayfalarda kendinden de bir şeyler bulacağın sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ve sapından, buğdayından, arpasından, çavdarından ayrılacak kadar dövenle çiğnendiğinde kürekle, tırmıkla harman alanının ortasında koni biçimi verilerek toplanan, bazen ertesi güne bırakılacağından düşecek çiğden, yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen ‘pencereleri kapatın, ambarda, kilerde, ortada açık bir yiyecek bırakmayın her yer toz, toprak dolar şimdi’ uyarısını yapan ağızlarını burunlarını leçeklerle, bezlerle örtmüş erkekler genellikle akşama doğru rüzgarın estiği yöne göre başakları tanelerinden, samandan ayıracak savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya doğru inerek başladıklarında; öksürük sesleriyle birlikte göğe yükselen kalın, ince sarı bir toz bulutu köyü karartırken , saman, toprak karışımı çer, çöp de her yere; bostandaki meyveye, sebzeye, kirpiklere, saçlara, elbiselere konacaktı. Sonrasında önce iri ardından seyrek gözlü kalburdan geçirerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı ayıran kadınlara, erkeklere güğüm, testi, bakraçtan ziyade hafifliğinden taşıması kolay alüminyum kovalarla çeşmeden soğuk su taşımayla görevli çocuklar da bezlerin, naylonların üzerine serilecek çiğliğinin karnı ağrıtacağını bildiklerinden arakladıkları buğdayı, mısırı yakacakları ateş de ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacak da kavuracaklardı. Çuvallara, tenekelere konulan buğdaylar öküz, el arabalarında veya sırtta taşınarak köyün değirmenine gönderilirken, alıkonulanlar yıkanır, kara kazanlarda haşlanır, kalbur, bez üzerinde kurutulur, azıcık ıslatıldıktan sonra nasıl yapıldığına akıl sır erdiremediğin dedenin evinde olduğu gibi ev önünde sabit toprağa gömülü olan ya da olmayan ama her evde bulunan koca dibek taşında kaldıramayacağın ağırlıkta ağaç, taş tokmaklarla bir tenekesi için iki kadının ayakta en az 2, 3 saat kol gücüyle dövmesiyle elde edilen bulgur; bazen de yapamayacaklarını bildikleri çocukların denemelerine ses çıkarılmayan taş değirmen (distar) de yapılırdı. Hava kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli acelelikte ta gece yarılarına kadar sürecek bir dünya işin varlığında etrafındaki kadınların hiç olmasa gece dinlendiğinden arıdan daha fazla çalıştığı yazda, kimse karışmadığından akıllarına eseni yaparak, tarlaları, tepeleri, dağları taşları gezerek, dere kıyısında oturarak gün tamamlayan su ihtiyacını çeşmeden, dereden karşılayıp, açlıklarını kenger, yemlik ağaçlardan elma yabani armut erik toplayıp bastıran ancak çok acıkmışlarsa yanına uğradıkları koyunlardan kırpılan yünleri dere de taşın üzerinde tokmakla yıkma gibi keyifli işlerinde yardımlarına koştukları ebeveynlerin; kendilerini geç ya da hiç fark etmeyen ilgisizliklerinin çocuk ruhlarda yara açmaması herhalde bütün çocuklar aynı tavırla karşılaştıklarından bunun yaşamlarının doğal bir parçası kabullenmeleri olduğunu düşünmeyecek hengamede Champs Élysées’deki dükkândan satın aldığı akik bilyeleri buluştuğu Marcel’e hediye edecek Gilberte gibi roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen zarif, arkadaşlardan bir haber göz önünde ip gibi arka arkaya dizilmiş yuvalarına yiyecek stoklama eylemindeki karıncaları, peteklerine girip çıkan arıları, yıllar yıllar sonra “insanların arasında da yalnızlık duyulur, dedi yılan….” cümlelerini okuduğunda Can’a, gözlerinin bir o yana bir bu yana salınmasının ardından gelen “bu neydi şimdi”li kalakalmış yüzdeki ifadesine bakıp ‘Küçük Prens’i anlayan bir tane çocuk varsa kör olayım’ dediğin onun sahip olduğu ; filmlerde sık rastlanılan yan yana uzanmış iki kişi arasında ‘yıldızlar nasıl da parlak, bu ben şu da sensin, bak yıldız kayıyor haydi çabuk bir dilek tut’ repliğini tekrarlatacak “gülümseyen yıldızlarını” gözlemeyi akla getirmeyen “kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli paragraflar yazdırtacak ucuz bucaksızlığından renkli hayal dünyasının kapılarını aralayarak, düşünme yetisini, dimağı geliştirecek; senden bir önceki şehirde okuyan genç kuşak getirinceye kadar -kapısı cam çerçeveli küçük dolaptaki birkaç kitabı gördüğün Kasman (Xasıma) da şiir yazan dedenin “baba oda”sı hariç köydeki ev damlarında hiç görmediğin kendilerini de okumadıklarından okusunlar diye Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi, Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali hatta Nasrettin Hoca fıkralı hiç bir kitabın çocukların eline tutuşturulmadığı dünde en büyük düşmanı üvey baba, üvey anne kılan, Valdermort’u defetmeyi planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter, Alacakaranlık (Twilight) ta nasıl oluyorsa kan emen ama sevimli vampirler Bella, Edward ; cadı Sabrina, Selena, Spider Man olunmak istenen Narnia Günlükleri, Netflix izlenerek büyülünen bugünde tahmin edemedikleri bir işsizlik, mesleksizle karşılaşacak akıllı telefonlar, Facebook, Instagram da yediklerini, içtiklerini görgüsüzce paylaşıp, sosyalleşmeyi de kendileri gibi düşünen yüzlerini görmedikleri Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram kullanıcılarıyla yazışma algıladıklarından empatiden, acıdan ve dahi hayatın gerçeklerinden uzak etrafındakilere acı çektirmeyi seven Z , Alfa kuşağının Justin Bieber, Selena Gomez için ağladıklarına bakıp sanki Öyle Bir Geçer Zaman Ki Ali Kaptan’ın, Halil Güneşli’den farkı varmış gibi Üvey Baba’da ağlanmayı hak eden Lamia’ya ağlayanları eleştirmelerinin manasızlığında; saman kağıda basılmış bol imla hatalı kitapların yerini almış televizyonların Lamia çilekeşliğini çektirdikleri Küçük Emrah, Küçük Ceylan’nın oynadığı Üvey Baba’nın, Küçük Besleme’nin bin beteri dramlarla dolu Prime Time’larını kaçırmamak için tepsisine kumandasını, çay meyve, çekirdek, kek tabağını almış gecelikli, pijamalı, eşofmanlı kucaklarındaki mutsuzluğu, mutluluğu tahmin edeceğinden yaşayamadıkları ama olmak istedikleri ne varsa ne varsa aşk, zenginlik, kariyer, patron, çete reisi, özgüven, mücadeleyi tadacakları Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur dizilerini, başka evlerde yaşananları, başkalarının, yakınlarının hayatlarını gözlemeyi, içinde olmayı sevdiklerinden Esra Erol, Müge Anlı, Zühal Topal’ların realite Show’larının sadık izleyicilerinin ‘ iyi ki bir defa çektiniz durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız hatrım kalır’ demeden on kere izleyecekleri onlarca Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin senaristlerinin yönetmenlerinin , yapımcılarının neyse yazdıkları , onun da yazdıkları oydu demeyip; o filmlerin, dizilerin altına “spoiler” yazanların yaz tatili sonu ilkokulda ‘bir eğitici, öğretmen bu tür psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder şuncağız çocuklara? Hem çocuğa kederi önceden öğretmenin ne gereği vardı, zaten kederi öğreneceği bir coğrafya karşısındayken’ ifritiyle Kemallettin Tuğcu’ya yüklenmeleri neyin nesidir diye düşündüğün bir neslin; özellikle taşralı dar, orta gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını; hayata hep hüzünlü tarafından baktıracak “tuğcu sendromu”yla tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmalarının en… en önemlisi de kendilerini kötü hissettikleri en kötü anda bile babasını kaybedip annesiyle şehre taşınan, orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten seneler sonra döndükleri köyün tamamen yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun başından geçeni anlatan az önce bitirdikleri romanı hatırlayıp “olsun her şey bundan da kötü olabilirdi” kanaatkarlığına , kaderciliğine teslimini sağladığından, kesinlikle, üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu için gizli gizli ağlardı” ruh halinde camdan seyrettiği oyun oynayan mutlu çocukları görmeye dayanamadığından belki de konularından acıklı isimler Öksüz Oğlan, Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim Malı …koyduğu hemen her romanının, “çocuk acı çekmeli” ana fikrinde temellendirerek annesi babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi üstüne fakirlikten acı çektirdiği yavrucaklara üvey anne ya da babası tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan büyünce tek satırını değil de her birine yüzlerce gözyaşı harcandığı hatırlanan öğretmenler istediklerinden, yatağa uzanıp fotoroman gibi ard arda okumanın etkisinde kalarak fırça yedikleri, kavga ettikleri öz annelerinden ‘sen benim üvey annem misin? niye bana böyle kötü davranıyorsun? bohçacı kadından mı aldın…kesin ben üvey çocuğum’ şüphelenme dışında, yetiştirildikleri evlerde büyüklerin acımasızlıkları gördüklerinden ‘çocukların acımasız’lığını destekleyecek senin on bir yaşında ilkokulu, beşinci sınıfı bitirdiğin yıl AP’den senatör tanıdık vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın yaptığı gecekonduya, mahallenize iki, üç kilometre var, yok uzaklıkta az ötenizde Ulucanlar cezaevinin avlusundaki kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde sabaha karşı 03’de idam edilmelerini %98 ‘inin sevineceklerine inandıkları Türkiyelilere müjdelemek için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin neredeyse hepsinin ortak “ Gezmiş, İnan, Aslan idam edildi” manşetine ‘aman Allahım olamaz asmışlar’ inanmazlığıyla bakmasına, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp tutuklandıklarını radyodan öğrendiğinde ‘ vah…vah ne zulüm yapacaklar kim bilir bu gençlere’ üzüntüsüne bir sebep bulmadığın yıllarda babadan, atadan CHP’li olmakla gurur duymak ne kelime ömrü boyunca sadıklığından onaylamasa bile politikasını vazgeçmeyen; hatırlamadığın ama ‘Hakife ‘teyzenizle çay içip hemen geliyorum, evi yeni temizledim kirletmeyin ‘ uyarısına eve döndüğünde kardeşlerinle bahçeden kovayla getirip salondaki halı üzerine koyduğunuz öbek öbek topraklı cevabınıza ‘durun hele ben sizi döveyim artık’ bağırmasıyla eline geçirdiği sandalyeyi aldığını görünce karşısına dikilip ağlayarak ‘ben küçüğüm, beni değil gücünün yettiğini döv’ dediğini sana hatırlattığında- ‘muhtemelen seni döven babam karşısındaki suskunluğuna itiraz etmişim’ diye düşündüğün- ‘işte o günden sonra ne zaman pataklamak gelse içimden senin sözün aklıma gelir , vazgeçerdim.Ama ‘yok yalan söylemeyeyim bir gün kız kardeşin sabah çıktı akşam döndü eve telefon yok, yol yok, otobüs yok geldiğinde ‘nerdeydin’ -‘hala kızı Vaide’yle Kızılay’a indik gezdik’-‘haber verseydin istediğin yere gitseydin’le hırsımı almadığından çok değil az dövdüm’ diyen, çocukluğunu, ergenliğin savrulmalarını büyüttüğü çocuklarının yanında yaşadığından ‘hiçbir çocuğum beni anne olarak görmedi, onların,çocuklarının hizmetini yapan biri oldum hep’ ukdesini yaşayan çocuk gelin annenin, dayına ‘ bizim Luto (Lütfiye) bugün bana iyi de nasıl geziyor bu insan denizde’ demesin mi hayretine teyzenin de bir gün, inanması zor ama gerçek ‘ ben Deniz’ in isim olarak bir insana takıldığını bilmediğimden Deniz, Deniz diye duydukça radyodan adını sanıyordum ki denizin üzerinde dolaşıyorlar’ açıklamasını yaptığı günlerde her gün sabah, öğle, akşam ajansında radyoda aranan “anarşistler” listesinde bir numara olarak adı okunduğundan ve de üniversite sınavlarına hazırlanan devrimci dayılarının örgütleyerek sempatizanları yaptıkları ilkokul mezunu annenle anlamını bilemeyeceği ‘şimdi bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem, yatsın öyle anlatırım… ‘ gizliliğinde usul konuşmalarından anarşistlerden yanalıklarını, anlayamadığın bir nedenle de askerden korkmalarını hissettiğinden ‘bemrad benim canımı yedin’le kızan annenden intikam almanın yolunun ondan daha güçlü gördüğün askerlere şikayetten geçtiğine inanarak, sıcak havalarda ayaklarını camından çıkarıp geceye, rüzgara emanet ettiğin altındaki somya yatağının üzerine çıkıp açtığın pencereden, evinizden bir caddeyle ayrılmış mesafedeki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine doğru ‘askerler dinleyin! annem anarşistlerin, Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ bağırmanı duyduğunda al al suratla koşup seni kolundan çekerek uzaklaştırmasına karşı koymandan dolayı ter içinde kalan sonunda elinden kurtardığı pencereyi kapattığın da ‘ kızım sen deli misin? Ya askerler duyduysa … bırak askerleri ya komşular duyduysa…’ çırpınmasını gördüğünde yaptığının çok kötü bir şey olduğunu anlayıp bu defa korkudan, üzüntüden neredeyse ağlayacak halde gelip pişmanlığın bakışlarına yerleştiğinde hâlâ olayın şokunda başını yumruklayarak dolandığı odada sana dönerek söylediği ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır sen yetiş, yardım et …‘ne yaptın gelip beni alıp götürseler kim bakar size’ cümlesinde ‘kim bakar size’ de ki eve babanın getireceği bir üvey anne ya da üvey baba tokadını dayak yemediğinden değil daha bir acıtacağını sanmanın sebebi hikmeti ; coğrafyanın hüzünden, acıdan, savaştan, yoksulluktan soyutlayarak onlara pembe bir dünya çizmek yerine sırf hayatın her döneminde karşılaşılacak “iyiler her zaman kazanamaz, her öykü mutlu sonla bitmez” mesajından dolayı okunmasında beis görmeyeceğin Kemalettin Tuğcu’yu; üzerinden buz sularının geçmesi için ayaklarını daldırdığın içindeki kaya gibi büyük taşların üzerinde düşmemeye çalışarak geçtiğin karşı kıyısında köylülerin dinlenme, gençlerin elle ya da dinamit patlatarak balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri ormanlık deré in’de, deré Mengelî ‘n sesine karışacak hıçkırıklarınla okuma zevkinden azat edildiğin ‘Leyla’yla öldüğü sene vedalaştık mı, ne dedik birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi bana’ sorularını karanlıkta bırakan, o günlere ait silik, bölük pörçük birkaç anı; bugüne kadar getirdiğin, çocukluğundan.