“Sen de Barbie bebeklerine anlat benim yazdıklarımı III”

Abisinin, bahçedeki  çınar ağacının   köklerinden ayrılmış  ev çatısını kaplamış kalın dallarına halat bağlayarak  yaptığı salıncakta, önce üç yaş büyüğün beyaz yakalı siyah okul önlüklü  Leyla’yı, sonra seni salladığını anımsadığın,  aynı zamanda annesinin de   akrabası anneannenin ‘ismini ben koyuyorum Bad-ı Saba olsun ’  demesinin  bir şey ifade etmediği, babanın demesiyle Gımgım’da nüfus müdürlüğünde çalışan kuzeninin  ilerde sırf ‘hırboydu,  kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’ densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak  iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde fark ettiği biri 1956 ( evli bile değilken)  diğeri 1965 tarihli aynı isimli,   farklı doğum tarihli  iki kız çocuğundan sanal olanının (ölümü halinde miras işlemlerinde  sorun çıkaracağından) yokluğunu ispat için tüm aileyi, iki de şahidi   mahkemeye hakim karşısına çıkaran;  Cumhuriyetin  ilk yıllarında  1930’larda , 40’larda,  50’lilerde  hatta   60’larda   önceleri iki, üç  sonrasında yılda bir kez;    baban dahil   onlarca köylü çocuğun  doğum tarihinin   31 Aralık  olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda;  doğanları, ölenleri kaydetmek için  köy  evlerini gezen; taşrada özellikle de  resmi ideolojinin   Doğu ve Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet göstermekle kalmayıp kendilerinden de akıllı saydıkları memurlar gibi nüfus memurlarının;  ‘giderse tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar,  sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı tutun,  Abbas’ın öldüğünü söylemeyin,  yerine bunu saydıralım, nerden bilecekler’ kurnazlı köylülerin ‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu’-‘beyim dere taşmıştı, sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ -‘bizim Sofi amca  hastaydı, bütün  köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı Haziran’dı’ -‘deprem olmuştu Apo Rıza  ev damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’-‘ en tavlı inekti baktık bir gün ahırda  ölmüş,  kar kıştı; o esnada doğum yaptı, bunu doğurdu’ bilgilendirmeleri altında boyuna, posuna bakıp   akıllarından geçirdiklerine, ideolojilerine göre genellikle de ailesindekilere, çocuklarına, kardeşlerine  ait  isimleri  köylünün  çocuklara yazmalarına, doğum tarihlerini  belirlemelerine ses çıkarılmadığından   Bad-ı Saba’nın Leyla’yla yer değiştirdiği amca kızından; babasını mahpusa   düşüren    başlı başına bir film hikayesi kadınlara zaafına dair  vukuatı sonrası, bir ayağı sallanan  iki sandalye, döşek, yorgan,  iki üç de kap kaçaktan ibaret eşyalarını  kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gumgum) Gımgım’ın yerini Ermenice “Vart=Gül”den  türetilmiş  Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden Badan (Bada)  yerine Teknedüzü demek zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine geri dönmeleri yüzünden  ayrılacaktın. Yıllarca paylaştıkları  aynı toprak üzerinde yan yana yaşadıklarından olmasının mümkün olmadığını düşünecek çapsızlıkta…sığlıkta çok uzaklarda  Kürdistan’ın  dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara gönderecek,  evlerinde  klasik roman okumalarına  şaşırılmayacak,  zanaatkarlıklarından; örfünden  adetlerinden; dillerinden, dini ritüellerinden; başları  kaplayan, dik kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı, dışı  fesli  ortasından kenarlara doğru siyah püskülün  yayıldığı keçe dedikleri şapkalar takan kadınlarının  yöresel  giyimlerinden; küplerde  pancar,  kışın donmamaları için tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma, dolma,  kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday çorbası ,  kurut, sulu köfte, sir, şir, siron   belki onların belki de değil  Babuko ( Zerfet) …, ..,  onlarca yemeğin yapıldığı  mutfak kültürlerinden etkilenmemiş; şimdi üzerinde çocuklarının  oyun oynadıkları  otların altında kaldığından  kalıntıları, güç bela fark edilen viran eylenmiş  kiliselerde ilahiler okuyanların kederli  yakarışlarını  duymamış, tehcir sonrası  artık ilk sahibini bile  kendileri saydıkları, üzerlerine tapuladıkları, üstüne  evlerini  yaptıkları arsalarda, , tarlalarda birlikte  ekin biçmemiş,  bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen  kapısız  holün  mutfağa, misafir, yatak   odalarına, mahzene,  üst kata çıkan merdivenlere  açıldığı, yemek pişirilecek  ocağın da içinde bulunduğu geniş mutfakta,  holde çocukların  etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini yakalamayı sevdikleri  evi damını taşıyan,  destekleyen  kalın tahta  sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle  iki katlı, üst katta derenin, ormanların, dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği  balkonlu mimarisini çok beğendiklerinden   ;annenin çocukluğunu geçirdiği   depremde yıkılan  konak da dahil benzerini yaptıkları   evlerde sacda,  bazen de depo gibi kullanıldığından odunların da istif edildiği, ekmek, balık,  bıjıkı dorak, güveçte et pişirilen toprağa gömülü tandırda  lavaş, yufka ekmek  pişirmemiş ayran içerek ‘baoo bu sene zor geçecek, ekin az tarlada, vergide boyun bükecek’le dertleşmemiş  deré  Mengelî de  kuru, sıcak havalarda  yıkanmamış,  dedenin evindeki gibi yatay olarak bahçe duvarının üzerine yerleştirecekleri  hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş  kül, toprak saman karışımı  çamur   ya da     tezekle  çamur veya kül  karışımı harçla sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak  çay içilmemiş,  şarapla demlenmemişçesine; hâlâ  kullandıkları  Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…,  köylerine, kasabalarına adlarını  veren,  büyüdüğünde    yabancı bireylerde, filmlerde, dizilerde , kitaplar  da    rastladığından  ‘teyzeme Sara, halaya  Benevşa ???.nasıl oluyor   da asır öncesi yabancıların kullandıkları  isimler konulmuş köydekilere’ merakına ‘ne bileyim’ kaçamaklı cevapların da nedeni; çocuklarına koydukları  Dudu, Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli isimleriyle  istemeden   andıkları,  geride bıraktıkları  geçmişi saklayan mezar taşlarının  derin,  hüzünlü izlerini  silmek için yaşadıkları coğrafya’da düşmanlaştırılmalarına  göz yumup, katkı sundukları  halbuki  1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları,  kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir dağlarına ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için  kızağa yatırılmış hastaları  çektikleri  kağnı arabası, at, eşek üstünde çoğunluk yaya sarp geçitleri, tepeleri  aştıkları o kuş uçmaz, kervan geçmez taşlı  yollarda ayaklarda çarık,  lastik ayakkabı, rüzgar, tipi, fırtınada ölmeden sağ  kalma mücadelesinde, açlıktan hiç yapmayacağım denileni,  dilenciliği bile denedikleri, hayatını kaybedenleri   mezarın bulamayacaklarını  bile bile öldüğü  yerde gömecek tıpkı Türklerin, Kürtlerin,  Çerkezlerin, Rumların  yanlarında altın, para, mücevherlerini götürdüklerini düşündüklerinden göç yolunda  Ermeni konvoylarına ganimet için saldırmaları gibi her an kadınlarına da  tecavüz edecek hatta hoşuna gideni  alıp kaçıracak  korkusunu hissedecekleri  çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında  ‘bizi bu hale düşürenler hiç  gün yüzü görmesin’  lanetinde   ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara gitme  zorunda bırakılmanın nasıl bir facia …nasıl bir ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de kurtulsak şuracıkta’   yılgınlığı…nasıl bir keder  olduğunu bilmelerine rağmen onların yerine koymayacakları gibi  kendilerini haklı da çıkaracakları  tonlarca yaratılmış bahaneli Kaf dağının  ardına sığındıklarından; hiç   birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemiş tavrında  Ermeni komşularının  kayboluşuna  sanki büyük bir tufanda  yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlarının  acısının dilinden kimsenin anlamaması çaresizliğinin, kalp sızısının  fotoğrafı sıvanmamış eski  köy evlerinin duvarlarında  kiliselerden getirilmiş   taşların,  evlerden alınmış  onlarca Lara’nın, Lena’nın, Angel’in   yemek yaptığı kap kacak, kara kazanlar,  ellerini  sürdükleri saatler, lambalar; David, Adom ve Nurhan’ın  su taşıdığı bakraçlar, oturdukları  masa, sandalyeler  kadar  yakın geçmişi hatırlamak istemediğinden unutan  içinde bulunduğun Alzheimer’lı  toplum , sülale,  aile bireylerince;   93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Karsı alma,  Ruslara  darbe vurma amaçlı başlatılan; 90 bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü  Sarıkamış Harekatına !! dair  haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip saklandığından  Osmanlı tebaasınca savaşla  ilgili gerçeklerin  uzun süre  bilinmemesi misali her devlette…her ailede…her kökende…her dinde, mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere bol güzellemeli resmi; devlet, din, köken, aile…, …, …,  tarihlerinde, kitaplarında yer aldırılmayacağından,  kimse de  anlatmaya kalkışmayacağından pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din, mezhebin, …, …, sülale, aile üyelerinin  faydalandıklarından geçmişte, yarında  işledikleri ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz, hırsızlık benzeri aynı suçlarını örtbas için  ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarında  defacto sözleşmeleri, anlaşmalarıyla  gizlenen  gençliğin devrimci başkaldırısının büyüleyiciliğinde, Marx’ın Kapital’inin, Lenin’in Ulusların  Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkının altında bıraktığın, yaşadığın  coğrafyanın geçmişinden, tarihinden; kendin dışında ötekileştirilenlerin  acılarından, kayıplarından;  hayal meyal hatırladıklarından  belki de vahşetin utancından  belleklerinin bir köşesine ittikleri  çok geç dile gelip ‘ bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, 40 kişiymiş bir evde. Onların, bizim evle bir dostluğu varmış, falan. Onlar şey ederken, o kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan.Bazen yağ eritilirdi  onda.Beş teneke…Onlar gidince arazisi  olmayan köylüler gitti sahip çıktıları arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Bu sonunda Tapu kadastro gelince tapu ettiler. Bizim köyde  Ermeniler yok idi  ama Ameran (Onpınar) o köy onların elindeydi.Ne deselerdi o olurdu.’-‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü Ameran’da   Çarbuhar ‘ın kollarından deré Mengelî’de bir Kom vardı belki sende hatırlarsın, Seyhs Süleyman’ın mezarına giden yolda köprünün hemen altında, işte  devlet bunlarla ilgili  ferman çıkardığında Ruslar  da Varto’yu işgal etmişler, savaş var yani,  eee bu Ermeniler de tabii Ruslardan yana olmuşlar hemen.Neyse  Ameran’da ağalar   -o zaman önce isim sonra baba adı söylenerek insanlar tanıtıldığından Ali’nin  oğlu Veli  yerine-  Veli é Ali  başkanlığında diye devam etti amcam  kırk Ermeni erkeği samanlarında saklandığı  kom’a hapsediyorlar.Sonra bir camışın (manda) üzerine kom’un kapısı önünde  gazyağı döküyor, ateşle yakıp içeri atıyorlar, camışla birlikte içeride ne var ne yoksa birlikte  yanıyorlar. Bu nasıl bir canavarlık…nasıl gaddarlık  bir hayvanı canlı, canlı yakanlar neler yapmaz hayatta…kimse kusura bakmasın, hiç kimse benim kaşığım ak demesin  mayasında gaddarlık, vahşet var bu toprakların dedim…’le  anılarını su yüzüne çıkaran aile büyükleri sayesinde haberdarlığının kusur sayılmayacağı uluslararası öneme haziliğinden heyecanla karşılanacak “bizim yoldaşlar iyi eş becerdi”  takdiriyle alkışlanacak  proletarya diktatörlüğünü kurma peşinde  dolu dizgin arkana bakmadan koştuğundan, bir zamanlar köyünde, doğduğun Varto’da Ermenilerin yaşadığını, evlerinin, kiliselerinin bulunduğunu da  çok çok sonra, annen dahil  pek çok akrabanın da  ailevi  miras davası nedeniyle ele geçen  ‘ermen milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ibareli tapuyla  tehcirden sonra  dedenin aldığı arsanın   bir Ermeni vatandaşa aitliğini  ikibinli yıllarda  öğreneceği  koşulların varlığında ne hazindir  ölümünden sonra, o  da  bilmeden ağızdan kaçırdıklarından anlattıkları  seni kuzenin   Leyla’dan ayıran amcanın vukuatıysa  şöyle olmuş ‘ baban Karayollarında tabldot memuru,  Nuri bey diye birini Ankara’dan  göndermişler, Van’ da, İskele köyünde TRT’nin  radyo evini açacak.Baban  rica ediyor ‘kardeşim var işsiz, odacı olarak alsan’ adam  tamam diyor.Köyden geldi işe başladı amcan sonra  yengeni,  üç çocuğunu da getirdi,   yanımızda  ev kiraladık.Yazın  yengen çocuklarla beraber köye gitti kışlık hazırlamaya peynir, kavurma, çökelek.Gitmeden de iki üç tane  böyle eldiven’-‘ eldiven?aaa yaz günü???’-‘ Şehirli ya, artık fors atacak  köylü kadınlara, akrabalara; iki tane  jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven, bir de  manto aldı. O sıcakta köyde eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de  köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim kadınlar fes takıyordu daha, bir de beyaz leçeklerle  bağlıyorlardı başlarını. Yalan olmasın Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk,  evlerin yanında ahır,  bağ, bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri  adı Makbule’ydi,  sütçüydü, mahalleli sütünü ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin.Yengen kadına “ben köye gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her   sabah bir bardak  süt kaynatıp versen” diyor. ‘-‘yok artık, olacak şey mi’ –‘Aptal Makbule’de  yengen gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna dedi  ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış, getirmiş ben öyle zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcaya  bak sen !  süte atılan bir şeker neler de kadir’ –‘neyse, amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı araba getiriyor bırakıyor  eve. Bu  sinyal almış ya her gün arabadan inince  kadının evinin kapısının, camının önünde  bekliyor,  kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum,  kocası da öyle şerefsizdi ki Makbule’nin. Adı Ali’ydi,  kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı yanlarında kalıyordu  yok yemek döktün, yok altına kaçırdın, yok  bilmem ne yaptın, ölmedin gittin diye dövüyordu.Bende  kalktım’ dedikten sonra  her zamanki gibi bir  olayı anlatırken birden bağlantıyı kaybeden annen  son söylediği cümleyi havada bırakarak devam edecekti ‘ondan sonra Ali yeğenini de çağırıyor  ‘gel bu gece biz bu adamın hakkından gelelim’-‘dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın kendini gözlediğini’-‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir hafta  gözledi beni diyor.Artık kadının burasına -boğazını gösteriyor- tak  ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen gittikten sonra bir hafta bize gelmiyor bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu’ meğer adam (amcan) meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının arkasında amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl kapının önüne gelir gelmez birden kapıyı açıyorlar amcan içeri  düşüyor. Vay ulan!  sen misin, namus ırz düşmanı vur da, vur. Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ Gözünün önünde hayal meyal amcan;  yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a ilk geldiklerinde senin de bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş; sabaha kadar kaşınmalarımızın faresiz, tahtakurusuz, sineksiz bir hayat yok sanmamızın, yatağa yattığımızda tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır koşturduklarından  ‘oyun oynuyorlar’  diye düşündüğümüz, ölesiye korktuğumuz farelerin sesini duymamak için  başımıza yorgan çektiren  tavanı, tabanı tahta, ahşap  evlerde; bugünkü kadar yaygın olsaydı ebeveynlerimizce,   üç dört seansa bağlayıp  Ümit köyde, Çay yolunda, Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde  bir villa daha  alsam açgözlülüğündeki    psikiyatristlere götürüldüğümüzde  gözlerini fal taşı açtırtacak ‘  bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak özgüveni dinamitleyip, korkak  çocuklara neden oldunuz’ çıkışmasına ‘  sanki mutlu sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım, Şöför Nebahat, Senede Bir Gün,  Ah Nerede,  Hababam Sınıfı  izletilen, peri masalları öyküleri,  okutulan  nesilleriniz  psikopat olmadı mı? Zaten  içinde bulunulan koşullarda psikopat olmaları doğal  değil mi?’ yle karşılık vermekten  aciz  çok şükür ki  o çocuklarda, bizlerde   Bipolar bozukluk beklerken eksiklikleri de olacak normallikte  bir  Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarını  nasıl izah edeceklerinin de merakında,  annelerimizin  ‘kapatın  gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır, koparırlar burnunuzu’  korkutmalarını çoğaltan;  komşu evden diğerine  seyahati seven,  arka sokak otellerin, Hostellerin,  evlerimizin sahiplerinden  huylandığımızdan yatağa girmek istemediğimiz,  geceleri  ışıklar söndüğünde  fareler gibi harekete geçen yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girebilecek kadar yassı, ezdiğimizde fışkıran  kanlarımızla  beslenmiş, ısırdığı yeri  kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı yakarak ortalığı kolaçan edip  kırım yapacakken  ışığı görür görmez hızlıca  kaçan, kaldırılan yatakların altında tespih tanesi gibi dizildiklerini de gördüğümüz fareler gibi uykularımızın düşmanı kırmızı renkli  iğrenç böcek tahta kuruları, mutfakta süt tenceresinden  süt içerken gördüğümüz yılanlı çocukluğumuz da  yaşadıklarımıza  on basacak kadar  kötü olaylar yaşanacağından  gelecekte;  kendisine yer açmak isteyen  dimağlarımız o günleri hemencecik sildiğinden, Türkiyeli toplumun hep  eleştirilen ama  değişmeyen en karakteristik özelliği  balık hafızanın çoğumuzu psikiyatristlere düşürmemiş işe yaramışlığını da unutmadan,  annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye  Arap sabununa daldırdığı tahta kıl fırçayla silip yıkadığı, halısız, kilimsiz   tahta zeminde, üstüne atılan örtü kısa geldiğinden bir  demir ayağı gözüken  somya,  duvara yaslı  kanaviçe örtülü  kırlentlere yaslanmış siyah saçları kısa kesilmiş yengen, amcan , Leyla , abisi, kireç  badanalı duvarda her gece  masal kitabıymışçasına  bakarak uykuya daldığın her defasında değiştirdiğin ‘sonra kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu kendi kendine anlattığın masalların  dayanağı; bir kadının kollarındaki açık  örtüdeki çok  güzel, tombik  bir bebeğin önünde diz çökmüş elinin altında kuzu olan bir adam, yerde tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca  bacaklarının göründüğü  ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntı kaçırılmadan Kurban Bayramından ziyade  Hz. İsa’nın doğumunun  tasvirlendiği  duvar halısın da göründüğü  siyah beyaz  bir fotoğrafta bulduruyor, kendini.‘Köydeydim amcan mahpusa  düştüğünde.Dişim ağrıyordu, doktora gittik önce   okulda tatil olunca çocukları aldım doğru ev damına.Bu Makbule her sabah  süt sağardı.O da benim gibi ufak tefekti.  Ey okuyucu ! bireylerin yanında mutsuz olduğundan, davranışlarından artık hoşlanmadığından  aldatacak kadar bıktığı  eşini, sevgilisini benzer,  aynı fiziksel ruhsal özelliklerde  biriyle aldatmasının nedenini çözme görevi,  ben Leyla’nın babasının vukuatını  anlatmaya devam edeceğimden şu an senin. Kırmızı bir mantosu vardı onu giyer, böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu sağa sola evirerek taklide de yelteniyor) giyinip, kuşanır,  amcan içisin diye  süt  getirir  ‘akşam  Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye sorardı. Güneşin batmasına, gökyüzünün hafif kızılaşmasına yakın radyodan yayılan öylesine çağıldayan billur  bir sesti  ki  gece  annenin dilinde kardeşlerinin ninnisi “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”lı  Muazzez Türüng, çocuk yüreğini nedenini bilmediğin  hüzünle doldururken bir bakmışsın  bir gün  Can’ı  sallarken ayağında,  hiç aklında değilken o anda gayri ihtiyarı dudaklarından dökülendi de. ’Bilmiyorum artık kim doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’   Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçilerin “amca öyle bir sanatçı mı var?” gülüşmelerine sebep  Muazzez Türüng’in kasetini aramasına nihayet aklın erdiğinden amcanın, Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok.Zaide vardı  komşumuz.Bu olay olmadan önce  bir gün bana dedi ki “ Makbule kocanın yolunu gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha”. Amcanın dediği gece işten geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok manasına.Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki “senin bu karın  komşuyla her akşam bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın yolunu gözlüyorlar, yakalıyorlar…’-‘yengen köydeydi, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor.Ben kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor.Sonuçta  bunlar birbirlerini bir güzel dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes bana  öyle kazık attı ki… ben o kadar onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim…’ annenin anlattığı olaydan bir kopma anı daha ‘baban yemeğe gelmiş, sabahleyin  kahvaltı yapıyoruz. Anlıyorsun ki baban daha yeni tanışmış  geceyi birlikte geçirdiği o kadın Leyla’yla. Ben kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor “yenge hanım, eşin  evde mi?” dedi , evet dedim. Dedi ya ben yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne oldu?  tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime haber ver’. Hallah hallah dedim,  ‘bu ne yapmış’ dedim, valla bilmiyorum .Baban vey, vey  kör olaydım abim, abim diye dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine göndermişler. O zaman annemin akrabası  avukat  dayı Teyfik’in (Tevfik’in)  Mustafa diye bir hakimi var, orda. Hakim onun davasına bakıyor.Baban gitti dayı Teyfikle konuştu, tabii  Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay cezaevinde kaldı, yok üç ay…Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde kalabilir abin.Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim.Yıl 1965 tamam mı?Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık cezaevine.Ya biz diyoruz…baban gitmiş sormuş ‘ulan abi, sen ne yaptın?’ demiş böyle, böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar. Sen demiş ceza çok yiyeceksin.Dayı Teyfik, Mustafa  bey bakıyor demiş, ben onunla görüşürüm hele bir üç ay içerde kalsın.Üç ay sonra bunu bıraktılar.Bize geldi dedim amca sen bir hafta nerdeydin?Sen bir hafta, bize her akşam geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar  geliyordun, sen nerdeydin? Dedi erooo… hiçç,  ben  böyle bir kuyunun içinde çamur vardı dedi, ben o  çamurun içine düştüm, nasıl kendimi kurtardım bilemedim.  Çünkü dedi kadın her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak şey mi. Zaten yavrum,  sen bilmiyor musun? Doğu’nun insanı saf, hani yengen (süt götür)  öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest) olsun.’ Saçlarına aklar düşmese zamanın aynı yerde durduğuna inandıracak, bir  akrabanıza  benzediğinden resmini gösterip, adına aşinalığını bildiğiniz  ‘kendi kendime annem Sophia Loren’le  ilgili bir şey olmuş anlatmaya  çalışıyor herhalde diye düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene sesini duyunca.Bir  baktım elinde Pasiflora şişesi’yle  çocuklarının anılarda yer edinen   konuşmalarında, bazı  kelimeleri telaffuz edişindeki  komik harf hataları torunlarına   banka ajandasında bir sayfaya  ‘Gergadenger Gergadan, regretör radayatör, jet jest, Tiborg Trump,  Marko Macron, Ingılışov English Home’ notlu  ‘anneannenin söylediği yanlış kelimler’ başlığını açtırtırken, seni dumura uğratan kelimeyse- yanıldın  okuyucu demeyeceğim zira kaç kere söyletsem Associated Press’i,  acaba nasıl telaffuz eder diye düşünmedim de değil-evde olmadığını bildiğinden ’bulamadım  sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün mü? nereye koydum‘  dört dolanmasını, sonunda ne çıkacak diye merakıyla izleyip ‘buradaymış gözümün önünde buldum sonunda’ dediğinde gösterdiği  magnezyum plus tabletleriydi,   anneni ‘ gel sultanım gel, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucaklamanı  hak ettiren ’Amcana dedim ki kadın sana sütün içine şeker atmış getirmiş, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Ondan sonra çıktı gitti köye. Gitti gitmesine de  yengen alıştı bir kere şehre, durmak ister mi köyde? Sürekli çalışacağı bir saniye dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış köyde durdular, ailenin reisi büyük amcan da rahatsız onların köye, iki göz odalı ev damına dönmelerinden’

 

Dinledikçe anneni; Avrupa’da  ortaçağda şort giyecek bir kadının bugün Türkiye’de göreceği  tepkinin aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak  sosyologların  yasaklanan her neyse onun insanı tahrik ,  cezp ettiği tespitinde  yüzyıllar öncesinden kalan Apollo Belvedere (Belvedere Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl),  Michelangelo’nun 1500’lerde  yaptığı Davut  ( heykelinin Osmanlı’da İstanbul’da sergilendiğini farz  edin, parçalamak dahil heykelin, yaratıcısının  başına nelerin getirileceğinin nedenini  herkes tahmin edeceğinden kapatıyorum parantezi)  heykellerinde, resimlerde görüleceği üzere    giyinirken, soyunurken, banyo, tuvalet  yaparken   sabah, akşam görülen vücudun tamamlayanı, ayrılmaz parçası  her uzvun Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak  sergilenmesi, cinselliğin   ayıpsız, günahsız  doğallığını kabullenen Avrupa’da eğer ruhsal bir hastalıktan muzdarip değilse insanlar şortla gezen bir kadına  en fazla bakar belki de  bakmazlarken   “çükünü, pipini kaldır da amcana, abine göster”  gururlu  övüncün nedeni “çükün…pipinin”  evde, parkta değil de  meydanlarda, tablolarda  sergilenmesinin ayıp, günah  sınıflandırılmasının abesliğindeki Ortadoğu’da;  yıllar yalnızca rakamların değiştiği bir şeymiş de coğrafya,  zaman, toplum, ülke,  bireyler  hep aynı  yerde kalakalmış  hissiyle dolup taşarken, şimdilerde   cep telefonu kamerasına kayıt edilebilindiği için kamuoyuna yansıyan, yüzde 99’unun başına geldiği halde ‘süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın”  türünden basitliklerle, illa ki   suçlanacaklarını öyle ki yazın  Avrupa’da,  Küba ‘da  ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece şortla dolaşır, sutyen bile takmazken bunu  vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki  adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi  kadınlar  da dahil herkesin “böyle dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizin, tecavüzün , laf atmanın ‘geceleri yatağa yatmaya kokuyordum,  odalara serilen yer yatağında kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden üç,  beş yaş büyük oğlanlarla yan yana yatıran akıl; başta annem   dayın…kuzenin…amcan sana böyle bir şey yapmaz iftira atma diyecekti.Kime söyleseydim, kim inanırdı bana? Kardeşini, amcasını, yeğenini korumak adına kendi çocuğunu feda, lanse  edecek ‘kol kırılır yen içinde kalır’lı aşiret, sülale, aile zihniyeti ‘çocuk bu, ne söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor dedirteceğinden, bir de olan  sanki doğal olması  gerekli bir şeymiş yoksa niye bizleri yan yana yatırsınlar  sandırttığından  onbir , oniki yaşlarında başımıza gelenleri  biz kızlar birbirimize dahi itiraf etmeden  sustuk hep… iğrendiren koca bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak oynayacağı  mahrem yeri arayıp bulacağını bileceğin geceleri yatağa girmemek için uykuya direnirdim,  kızardı annem  “uyu artık, lambayı söndüreceğim” baskısının yanında yatmış numarasıyla  uzandığı yatakta  senin yanına yatırılmanı bekleyen …, hayır …anlatmak istemiyorum’  dehşetini yaşayan  çocuk ruhunda yetişkinliği de  darmadağın eden; tesadüf eseri saçıldığında ortaya,  vatanları  Türkiye’de yaşanmadığından hiç duymadıkları, karşılaşmadıkları için herkesin   “kanlarının donduğunu” söylediği,  bol kepazeli  “Palu ailesi”  hikayeli de  olabilen; ensestliğin bile  hak görüldüğünü  deneyimlerinden bilecek  kadınların aşikar edemedikleri süre giden, gidecek kadına  yönelik her türlü ayrımcılığın, tacizin, cinayetin   bin kat daha fazlasının yaşandığı dünün tacizci amcanın cezalandırılmayıp beraat ettirilmesinde görüleceği üzere bugünde  devamı;  hangi kurumda, her nerede olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç  işlersen işle  eğer  yüksek mevkilerde tanıdığın, adamın varsa  sırtın yere gelmemesi, hayatın kolaylaşması “mülkün temeli” adalet  mekanizmasında tanıdık bir   hakimin,  yargıcın   istenen  kararı alması ‘iyi hal’e sığdırıp  işlenen suçu yok saydırması    karşısında,  sadece üniversite bitirdiği için kendini kültürlü gören  yandaşlıkta kimsenin ellerine su dökemeyeceği sığlıkta  laik, dinci, muhafazakar, solcu, sağcı çığırtkanların sırf destekledikleri  liderleri, iktidarları,  zamanı, dönemi ve devirleri  ululaştırma hedefli  “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük, eşitlik, saygı, sevgi vardı,  düşün enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz,  yolsuzluk  falan hiç duymadık”  yalanlığı  “her şey kısıtlıydı, fakirdik  ama daha mutluyduk” mümkünlüğü; hayali bir yalan…bir mümkünlük olduğundan ispata kalkışmanın  gereksizliğinde;Ey Yarabbi ! bu devirde aklı başında birinin  başkasının oyuncağına, evindeki eşyasına, yediğine, içtiğine,  Malboro sigarasına dahi özendiği, istediğini  alamadığı, ulaşamadığı;  bir kamera çekimi sayesinde  Emine Bulut, George Floyd cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen ( eğer olsaydı cep telefonu kamerasına  kaydedilebilme ihtimali bulunduğundan  Sinan Suner’in öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki  eylem sırasında  çıkan  çatışmada  Er Zekeriya Önge’li  vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren tutuklanmayacaktı bile)  rüşveti, yolsuzluğu, karşılaşılan haksızlığı, hakareti, linci anında ispatlayacak  iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan, internetten, televizyonlardan,  sosyal medyadan  yoksun kele koltukta gezilen sansürlü, mahalle baskısını, yalanı, iftirayı  ortaya sereceği bir kamera, kendini, kimliğini ifade edeceği  bir platform bulamadığı,  darbenin ayak izlerini göremediği  karanlığını bir kenara bıraksa  bile yalnızca her dakika bulaşığı elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak  bulaşık makinesiz  dünü ,  ‘ahh nerede o eski günler’i özlemle anması, tutturması nasıl bir beyin fırtınasıdır ki. Belli bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerinde ya da bir,  iki ,üç  beş kuşak öncesi akrabalarındaki huyların, duyguların, davranışların, hastalıkların kendinde zuhur ettiğini  ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan  büyük dayı gibi özgürlüne pek  düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho hey’ derdi’yle  görmesine  rağmen, kendiyle, genleriyle   bağlantılı saymayıp  ‘ayyy bir inatçı…bir inatçı  kime çekmiş bilmem ki’ hayretleri içinde suçu evladına atan gerçekten kaçışı rutine bindirmiş ebeveynler  gibi , dediğim dedik yeni yetmeliğini bir türlü üzerinden  atamayan Türkiye’de kast ettikleri kendi   imparatorluk  zamanlarına  özlem olduğundan “bizim zamanımız da…”yla söze başlayanların aksine hayatı çekilmez kıldığından mevcudun, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken   Les Tuileries bahçelerinde ilk otomobil fuarının düzenlendiği  1898 Fransa’sında      Paris sokaklarında otomobilin  atlı arabaların yerini almasına,  telefonun icadına, elektriğin, uçağın  kullanımına  tanılık eden Proust’un “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte –sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden, terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırları; geç fark etsek de  başka türlü rahata, iyiye ulaşma  ihtimalsizliğinden kaçınılmazlığı tartışılmayacak  bir nevi hayatın, evrenin mazotu, dinamiği ama ne yazık ki her zaman da zihinsel   gelişimle paralel ilerlemeyen; ülkeniz aralarında   yer almasa da,  teknolojide,  sanayide  ‘atağa…yeni icatlara’ odaklanmış dünyanın itelemesiyle  ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’ dedirten bir önceki nesilde olmayan ( anne, babalarımızın gençliklerine, orta yaşlılıklarına denk gelen 30 yıl öncesine  90’ların başına  kadar- az da olsa bugünde de bazı-  evlerde buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, telefon bulunmuyordu ) teknolojideki, düşünsel alandaki   yeniliklere, farklılığa açlığından   belki de  sanki, hayatında hep varmış gibi  tahta, çamur bebekler Barbie’ lere, konuşan bebeklere;  elde dikili bez çantalar    sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı okul çantalarına,  radyolar   televizyonlara,  merdaneli çamaşır makineleri otomatik makinelere, ev telefonları  internete cep telefonlarına yerini bıraktığında;  bir kadının üstünlüğü görülen bakireliğin ‘bu yaşa kadar biriyle birliktelik  yaşamamışlığı ne bileyim  şüphe uyandırıyor,  kesin bir şey var’,  ‘hamile kaldı diye banka yönetimi mensubumuzun  evlilik dışı gayri meşru  çocuk doğurması genel ahlaka örf ve adetlerimize  aykırıdır diye işine son verdi. Şimdi  sperm bankasından edindiğin kimliğini bilmediğin erkeğin spermiyle hamile kalınıyor  çıt yok kimse de’ yergilerinin hata, kusur sayılan şeylerin  boşluğunu  ‘ Ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş biliyor musun? Pek bir zanaatkar olurlar o yüzden  duyguları da pek bir  incedir. Bu ülke  Dolmabahçe Sarayı gibi  şaheserler yaratıklarından çok şey borçlu onlara ’yla   ötekileştirilenlerin     taltifliğini   getirecek  ayıplananın ayıplanmadığı  düşünsel, zihinsel bir gelişim, değişim keşke   uzunca bir süre sonra değil de   bilgisayardan   laptop ‘a  geçiş  kadar hızlı gerçekleşe  ne kadar inanılmaz olurdu  yakarılarının  nedeniyken tek üzüntün  götürdükleri arasında  çocukluğunun, gençliğinin  olmasıydı ki, ona özlemdendi belki de kimilerinin  içten, çıkarsız “nerde o her şeyi sımsıcak kucakladığımız eski günler” kederli özlemi. Ama ve lakin “nerede bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanlarda görülen  zavallı, çarpılmış zihniyetin yaşadığı toplumdan habersizliğinin, ilgisizliğinin sonuçlarından  “biz hiç bilmezdik kim Kürt, kim Ermeni, kim Rum, kim Alevi ” söylemi,  yarattığı, sınırlarını çizdiği resmi ideolojiyle kendisinden saymayıp,   sınırları dışına atarak   ötekileştirdiği  kökeni, dini, mezhebi farklıyı,  muhalifi   mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir derin akılın önce başörtüsü yasağı  ardından “Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde  28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyet ve budamayla  belki de güdümde güçlendirdiği AKP eliyle  iktidara taşınan muhafazakar, mütedeyyin,  milliyetçi,  az biraz da liberal kesimin  kendinden öncekilerin  söylemlerini kendilerine uyarlayıp  “biz eskiden kim ateist, kim deist hiç öyle şeyler bilmez idik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama saygılarından Ramazanda ağızlarına bir lokma koymadılar. Din derslerinden  muaflardı  yine de  girerlerdi. Herkesin dini de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ?  yok inanç ayrılıkları,  yok ben Aleviyim, ateistim,  oruç tutmam da  vıy vıy da  vıy”  versiyonunu  ortaya sürmeleri yok mu ?? işte o tam evlere şenliğiydi  Türkiye’nin. Hayır,  yani yaşamasan, bilmesen sanacaksın ki  ‘sen kimsin’e içinden geldiği, hissettiğin gibi her türlü aidiyetten uzak ‘kim istersem o’yum’ dediğinde hemen  manyaklıkla  damgalanmayacağın,  bireyin düşündüğüne, davranışına, eylemine   hoşgörülü, yaftasız yaklaşan  toplumsal olgunluğa  eriştiğinden geçmişinde  Sierra Leone’de yaşanmış  tehcirin, 6/7 Eylüllerin, Maraş, Madımak katliamlarının olmadığı, onlarca gencin Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının  öldürülmediği, Deniz Gezmişlerin, Erdal Erenlerin  darağaçlarında asılmadığı, faili meçhul cinayetlerin kol gezmediği, işkencenin, şiddetin hiçlendiği,  kadına saygının tavan yaptığı, darbenin ‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin  bilinmediği, demokratik, insan haklarına saygılı  ‘ ayyy eskiden de  pek bir güzel,  pekkk bir hoş  memleketimiz vardı’’yı  haklı kılacak   bir Türkiye, bir  memleket  var da ortada o  yüzdendir “ bizim zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe tarla dutluktu” hasretli  gurbet. Heyhat ! yıllar yılar öncesi de özel, resmi bir kurumda  işe girmek   ya da başka herhangi,  hastaneden randevu alma gibi  bir kıytırık iş için bile gerekli torpili, adamı bularak, rüşvet vererek kayrılmayı, başkasının hakkını yemeyi    ‘ben yapmasam , etmesem, bulmasam başkası  yapacak, edecek.  o kuruma, o kadroya girmek, o ihaleyi almak, o arsayı kapatmak  için torpil bulacak’la normalleştirilmesine herkes gibi  babanın, amcanın, etrafındakilerin de yetenek, liyakat istenmeyeceğinden balıklama dalmaları;  uzağa gitmeye gerek yok  güya göz önünde (teknolojinin bu kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kim bilmek ister ki) yapıldığından güvenilmesi istenen  şimdilerde FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından  mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan sorularla yapılmış  KPSS, ÖSS,  komiserlik, askeri okullara giriş, görevde yükselme  sınavlarının binlerce mağduru gösterdi ki,  “bizim zamanımız da …”yı  dillerine  pelesenk edenler;  değişmeyen  mevcut sisteme hakim  o zamanın egemenleriyle  ucundan kıyısından yakınlık kuracak ilişkiyle (bunlar bazen merkezi ya da yerelde  iktidar olmuş partisinin   MYK üyesini,  bakanını, belediye, il  başkanını  tanıyan ilçe üyesi  bir  partilidir de ancak  hâlâ iş yaptırmada  en etkili tanıdık   müesses nizamın koruyucusu güvenlik güçleri ya da medya  mensubu kişilerdir ) akla gelen her türlü işlerini rahatça halleder, çolukları  çocuklarıyla hep   “hayatın bayramlığını” yaşarken vesayetçi alışkanlıklarını sonlandıran bir hükümet  değişikliğiyle karşılaşmaları yüzünden düştükleri   bunalımda kıvrananlardır.

 

Heyvaho hey !   üç yıldır elini sürmediğin sende9.doc dosyanda kurguladığın roman taslağının, taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda  ardına düştüğün  “istemsiz belleğin” belleksizliğine   uğramak üzere.Seni ölümle ilk defa  tanıştıran kuzenin Leyla’dan sonra  yaşananların  yol açacağı  onarılmaz ezikliğinle de kabaracak  yaranın ardındayken aniden okuyucuya bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanını içinden çıkılmaz, gelişi güzel yazılmış  metin haline getirmek üzere hayır !  ben söyleyeyim de sen yine bildiğini yap,  tamam… tamam sustum ben. Üç aylık mahpusluktan sonra  Badan’a  geri dönen, ayrıldığınız  günden sonra köyle özdeşleştirdiğin Leyla’nın babasına ahlaktan, kuraldan   habersiz, kabile yaşamına ait  cinselliklerin   de yaşandığı, evlenen  erkek çocukların eşleriyle çoğalan   hane halkının (  dam, bono ma) evime, ocağıma  çalıştığı feodal  aşiret, sülale  ilişkilerinde  çocuklar aynı soydan, kandan  geldiklerinden, aşirettin  ortak malıymışçasına muamele gördüğünden  her kadın, her erkek evin içindeki çocukları kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocukları, kuzenlerde  kardeş saydırıldığından,  hayatlarda  o kadar çok dede, nene,  teyze, dayı, hala, amca, kardeş olurdu ki  şehirde ‘aaaa teyzen mi?aynı yaşta teyze nasıl oluyor?’ şaşkınlığına şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın aşirettekilerin  yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz hale gelmesi,  köyden şehre göçle  yeni yeni ‘çekirdek aile’ moduna  geçildiği  günlerde; (bono ma’nın) evin  büyüğü amcanın  ‘ Bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin) Van’da.Laooo burada ne yapacaksın şimdi?Bu arazi, bu üç beş davar  geçindirmez  bizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Ceni Use Haydar  (Haydar ’ın karısı da) gitti; kadınlar erkeklerden daha şanslıymış, hemen alıyorlarmış. Önce karın gider, iki üç ay sonra sen. Çocukları merak etme, kendi çocuklarımızdır, gül gibi bakarız. Durumunuz düzelince alırsın yanına. Hem  kurtulursun tırpan çekmekten, ot, buğday  biçmekten’  akıl vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı yengenin de  ‘ben giderim, çalışırım oralarda. Bu damda, bu kadar kalabalığın hizmetini göreceğime. Hem çocuklar için de iyi olur, şehirde okurlar.Bak Apo Dikmen’in çocuklarına,  aynı yaştasınız onlar okudu dava vekili  oldu, Turna’nın abisi  Hakim çıktı’ iknasıyla   Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı   emanet ettikleri  Leyla, üzerinde kalın hırka  serin   ilkbahar  sabahında  toprak köy yolundan   ana  caddeye   kadar  birlikte yürüdüğü  ‘dön  kızım,  çok  uzaklaşma köyden’- ‘ne zaman  gelirsin Dae, Mae ma ’ –  ‘ sen ölmeden gelirim‘ cevabını alacağı annesinin arkasından hava kararana dek  ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında  Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden, alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan  celepmişçesine  bedenlerdeki ufacıcık bir çiziği  dahi bahane eden  Alman yetkililer,  sağlık raporuna da baktıkları Leyla nın annesinin 46’daki  Varto depreminde kırılan  alnındaki belirgin  yara izini gördüklerinde,  o anlarda  ‘çok uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye sıkışıyordu  göğsüm, o  sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl geçti,  hala aklımda  “fan, fun”…  anladım, beni almayacaklar‘  düşüncesiyle  sevincini açık edemediğinden hayalinde  havaya uçan  Leyla’nın annesi, büyük amcanın   Almanya rüyasını da söndürecekti. Bir  Alman yetkili görseydi anında Almanya’ya  göndereceği  güçte, kuvvetteyken niye  Almanya için  müracaata yeltenmediğini  sormayı hiçbir zaman akıl edemediğin  1.90 boyunda iri cüssesiyle  manda, at, öküz (Camış, astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı sürdüğü dilden dile dolaşan  bir oturuşta un, bulgurla birlikte pişirilip ortasına sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülen  koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı,   bir tepsi  ‘Erooo Üso, bu yaptığın ne senin? suyun başını tutuyorsun  önce benim tarlam  sulansın diye, diğer köylülerin tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’lı eften püften onlarca,  bilhassa da  ‘buraya koyduğum taş benim arazinin sınırıydı, sen niye öteye kaldırdın. Öyleyse al’  hışmıyla kucaklanan  kaya gibi koca taşı az öteye bırakıp ‘madem öyle arazimin yeni sınırı işte burası’yla   tarla, arsa  anlaşmazlıklarının, kavgaların eksik olmadığı, bugün   traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin   beden gücüyle yapıldığı,  çoğunlukla da  günde  bir kez yemek yenilen dağ  köylerinde; Batıdaki, Akdeniz’deki  gibi  yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem  lezzetli, hem de  evde ne varsa onunla yapıldığından ucuza mal edilen üstelik  misafirlere de sunacak bir şey bulalım derdinin,  fakirliğin keşfi,   kim ‘bu gün öğlen ya da akşam  yemekte  yiyeceğiz’ diyecek olsa akan suların, işin gücün durdurularak hatrına, utanma duygusu, düşmanlık  bir kenara itilerek,  kanlı bıçaklı olunanın  evine bile gidilecek kadar mühim  bazı yörelerde Bafko, Babuko,  kilora sîr’ denilen  Zệrvet’i (Zerfet’i)  bütün köylülerin yaptığı  gibi kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirilip kaşıkmışçasına  kullanarak  yiyen Leyla’nın babası,  bir yandan da ‘ erooo bu  Zerfet var ya… bir keresinde ne olmuş biliyor musunuz? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare  lambası sayesinde..…hey gidinin günleri heyyy! sonrasında   lüks(lüküs, löküs)’ün, elektriğin pabucunu dama attığı  köylerde, şehrin gecekondu mahallelerindeki eziyet yılları akla getiren; küçük, titrek, yarı karanlık  ışığında ders  kitabında yazılanları görmek için neredeyse kitabın içine girilecek,  bilmeyenlerin en son Kıbrıs Barış harekatında Ankara’da gece karatma  uygulandığında mumla birlikte revaçtalığından  haberdar oldukları,  yazın  tek ışık kaynağı olduğundan sinek, böcek cinsi haşereleri o dakikada ortamına teşrif ettirtecek,  kış akşamlarında yanan soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi yoksa anne, baba, amcası  tarafından cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle  mükafatlandırılan çocukları geceleri  dışarıya çıkamayan,  tuvalete gidemeyen  ıslah edilmez  korkağa dönüştüren,  hafif siyah dumanı, etrafına yaydığı    buram buram  gazyağı kokusuyla    solunum sistemine ince ince zarar verdiğinden akciğer hastalığının can dostu, evin hanımlarının da onca iş arasında vakit yaratıp  el işi, göz nuru  örmeler diktikleri şehirlilerin  gazyağı, köylülerin idare lambalarını yakmadan önce  az kalmış gaz, gecenin bir vakti  dert getireceğinden  bakır, porselen ya da  cam  haznesindeki   mevcut gazı kontrol etmek gerekirdi  ki yeteri kadar  gaz yoksa, gazyağı tenekesinden huniyle gaz   ikmali sağlanır; yanınca çıkan duman çabucak is yaptığından her gün  temizlenmeden önce  uzun, ince, kırılgan şişesi kırılmasın diye büyük bir dikkatle yerinden çıkarılır; kimi zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla  yıkanıp, yumuşak bir  tülbent,  bezle kurulanıp içine “hoh” diye nefes verilerek  parlatıldıktan sonra bu defa da fitili kontrol edilir; şayet   kömürleşmiş, erimişse  ucundan az kesilir, fazla yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından- kırana azar getirse de şişenin  çatlatılmadığı hane yoktu- kibrit çakılıp  en uygun ışığı yayması için fitil  ayarlanır, nihayet  parlatılmış lamba şişesi dikkatlice yerine oturtulduğunda ya hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı çiviye  asılır ya da hava kararıncaya kadar  bekletileceği  yere konulurdu. Evlerin sahip olduğu  lamba sayısı ekonomik durumuna göre değişirken üzerinde yemek, ekmek yapılan  ocağın (Lojın’ın)  bulunduğu ev damında, antrelerde, hollerde  çıra; odalarda  gazyağı lambaları yanar  eğer   geç kalınmışsa mızmız erkeklerin   ‘hele kimse, hiç kadın  yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı kapıya…sedire…sobaya  çarpıyordum, önümü göremedim  düşüyordum  lamba  nerde   kaldı’ sesleri korktukları karanlığı deldiğinde, yakılmış lambayı elinde taşıyan kimse  onun  eteğini tutarak gidilen  odalarda çocuklar;  çoğu kez gündüz koyunların peşinde çobanlık yaptıklarından yorgunluktan annenin amcasının kucağında  uyuması gibi   büyüklerin kucağında  ya   ‘gece karanlıkta ne yapabilir ki’yle   aile odalarında uyuya kalır   ya da    odanın en uç kısmında  oturup büyüklerin konuşmaları dinlerken çaktırmadan  ressamışcasına duvara yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizer avuçlarındaki kuru yufka, ekmek,  elma, salatalık, mısır, kavrulmuş buğdaylı kuruyemişleri yiyip bazen de  birbirlerini korkuttukları idare  lambasının yaydığı ‘yarı karanlık ışık sayesinde’  diye devam ediyordu ağzına koca koca Zerfet lokmaları atan  Leyla’nın babası ‘ öyle akıllıymış ki büyük büyük dede,  çuvaldan yapılma bez bir kesenin  içine  üste bir  büyük Reşad altını, arkasına da   yuvarlak   altın şeklini vererek  kestiği   Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını yerleştirip Seydali’yi Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz  senet, çek yerine geçtiğinden  ‘erooo Seydali tamam mı bak ! anlaştık değil mi?Kesede on büyük  Reşad   altın var şimdi  şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Hesse Alık sen ve sen Piro Kamer  huzurunuzda   tekrar soruyorum, Seydali   Korta Gul’de ki tarlayı  bana sattın değil mi? ‘-‘sattım gitti’yle  şahitlerin önünde aldığı kesede odadaki yarı karanlık  ışıkte  parıldayan altını görünce,  büyük büyük dedeye de güvendiğinden  işin içinde bir numara, bir kandırma  olacağını düşünmeyen zavallı  Seydali keseyi  açmadan,  altınları saymadan kalkıp  evine gidiyor.Evinde keseyi açmasıyla  soluğu bizim ev damında alması bir oluyor olmasına da  ne fayda!  itirazını ‘iyi valla, şahitlerin hem de  Piro’nun önünde el sıkış,  altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni  kandırdın diye ortalığa düş,   ne kadar akıllısın’la  geri çeviren büyük büyük dedenin aldığı tarla, civardaki en iyi buğday veren tarladır’la hikayeyi sonlandırdığında, büyük büyük dedenin koca  tarlaya Zệrvet’in, idare lambasının yardımıyla  bedavadan  el koyma sahtekarlığını ‘o kadar akıllıymış ki’yle   pazarlanması aile tarihinin özlü deyimleri arasına  ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’i de eklettiren  şimdilerde çeşitlendikçe un tam buğday, çavdar, siyez, kara buğdaydan  yapılanlarının da   piyasaya sürüldüğü   ayda en az bir kez  ‘ anne! hafta sonu Zerfet yapsan, ….gilleri de çağırsak, güzel olmaz mı ’ siparişi verildiğinde Romatoid Artritin  eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak en az üç kilo un, su, tuzla  hamur yoğurduğu  her seferinde de ‘hiç unutmam Saadet yenge derdi ki  benim yaptığım  Zerfet çok güzel oluyor  çünkü ben çok yoğuruyorum’  demeyi de  unutmayan  annenin, yuvarlak  ekmek şeklini verdiği  hamur en az üç saat  fırında, makbulü sac altın da yavaş yavaş piştikten,  ellerini yıkayan  aile üyeleri  sofra başında yerini aldıktan sonra  yemek için meşakkatli bir yolu da aşmanın gerekli olduğu Zerfet’le ilgili sofraya buyur edilecek anılar; ‘geçenlerde  daire de… ofis de… okulda  konuşuyorduk.Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da sizin  oranın meşhur yemeği ne ? diye sordular sormasına da…’ İnsanın yaşadığı ülkede, sonu nereye varacağını bildiğinden, yöresel  yemeğini tarif etmekten alıkoyan çekincelerin bulunmasından  daha acıtan bir şey olabilir mi? Hayatın her evresinde ötekine yaşatılacak varılacak O son; sağcı, solcu, demokrat, otoriter, laik, mütedeyyin fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda, her yerde  kökleştirilmiş, kökleşmediğini  gördükleri yerlere, nüvelere, bireylere  kök hücre nakliyle  enjekte edildiğinden  düşüncesini, inancını, dinini- madem Tanrı hepimizin Tanrısıydı her biri, bir öncekini ötekileştirecek tek değil de  dört Peygamber, dört kutsal Kitap  yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber HzMuhammed ve ne güzel dindir İslam ve onun kitabı  Kuran, gerisi…” yergisi de  yaptırtacağı  kullarını birbirine niye düşürdü sorgusuzluğunda  mezhebini, ibadethanesini, kökenini,  dilini, zevkini, giydiğini, yediğini, içtiğini, müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini ötekine… başkasına…diğerine dayatan tahammülsüzlük  ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan, Çorum’dan adam çıkmaz’ın’ ardına sonradan ilave ‘Kürtlerden adam çıkmaz’, ‘senin yaptığını Çorumlu yapmaz’, ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar etseler de resmen  başka bir din  Alevi’ler’ vari tonca  kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseleri, illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri  beğenmemezlik   ‘genç kız dediğin dinç olur sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘la uyduğu uykunun bile haram edildiği  ‘boş bırakırsan orospu olur’la izlendiği “kadından şöför mü olur”,  “kadın dediğin erkek işine karışmaz,  evde oturur, çocuk bakar”lı  cinsiyet ayrımcılığı  yüklü faşist yaşam kültürü, tavrıydı. Bireye,  ülkenin neresine giderse gitsin, karşılaşacağından  bir Isaac Newton,  Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner,   George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Aziz Sancar , Oğuz Atay olunsa bir nebze de olsa katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde öyleymişçesine tavan yapmış boş bir egoyla dolaşılarak  her şeye mi karşı çıkılır arkadaş? Fatih Portakalmışçasına her şey mi dizayn edilmek istenir ve hiç mi  usanılmaz;  beğen, beğenme ağızdan  çıkan her şeyin   ‘aaa’nın bile  yorumlanmasından dedirten;  devletin bir bakanlığına, o güne değin hiç işin düşmediğinden, öylesine düşünülen ortamda bulunmadığından, insanların inanılmaz  derecede kötü niyetli olabileceğini  öğretecek öylesine bir soruyla da karşılaşmadığından,  gerçekten bilmediğinden ‘sadece Varto’yu biliyorum ben, ama akşam annemlere  sorayım’ cevabındaki   masumluğunu delecek ‘aklınca   kibarca sormuş, sana direkt Alevi misin, Sünni misin  soramadığından ama inan kimse o boktan biriymiş, belki de MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımına sebep olan; soranın ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden  oraları  senden daha iyi bildiğin de kanıtı “nerelisin? Öyle mi peki aşağı, Doğu  Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?” cinliğindeki sorularıyla kendini akıl durduracak ayrımcılığını akıtmaktan  mahrum da bırakmayacak faşist yaşam kültürü   daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği  Zêrfet..’  der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?le bir mim kondurur  ‘adı Zerfet’ -‘ayy o ne öyle ayol, nasıl bir isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi’  diye on kafadan küçümseyici  on değişik isimlendirmeyle kendini ele verir.Şayet   Ermenilerden, Rumlardan çalınma baklava, sarma, dolma, börek  gibi dünyada da popüler bir yemek olsaydı Zerfet,  üstüne atlayıp  ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin yaptığına  bak ! tarih boyunca bizim olan her şeye sahip çıktıkları gibi bunda da    sahip çıktılar,   kıçımızdaki donu sahiplenmediler ya ona dua et’ nefretini de kusanın;  bir arada yaşatan toplulukların yemeğinden, dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi,  kaynaşmaması doğanın matematiğine ters onun içinde  ne kadar güzel ki  Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfak kültürlerinin birlikte   kıyısından köşesinden katkı sunup,  emek verdiği baklava, lokum  hepimizi sevindirecek kadar nam salmış dünyaya’ cümlesinden yoksun  mantığına  ‘yemeğin isminin  Kürtçe olması mı  sizin faşist kulaklarınızı tırmaladı yine’ eleştirisi yaparsan olacakları  deneyimlerinle  bildiğinden sonuçsuzluğundan  usandığın  tartışmalardan kaçınmak, ‘mim’li  O safhayı atlamak için    hemen ‘ anlatıyorum  tekrarı yok  ona göre’yle     tarife  kısmına atlamak istiyorum  ama  nasıl tarif edeceğim diye kararlar bağladığımdan bir benim haberim var. Zira üst kabuk yuvarlak biçimde kesilir bir kenara bırakılır,  alt kabuk  tepsi, tabak şekli verilene kadar  kaşıkla oyulurken çıkarılan hamur parçaları ufak ufak bölünerek ufaltılıp  ayrı geniş bir tabağa konulur. Bu arada ağzınızın, dilinizin yanacağını bilmenize rağmen sımsıcak haliyle ağza bir lokma atılır… demedim, geçtim orayı. Efendime söyleyeyim sonra o alttaki  tabak, tepsi haline getirilmiş sert kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar  üzerine yığılır,  en  üste de ilk başta hamurdan ayrılan  ufak ufak  parçalanmış,  kırtik denilen, altına benzeyen  pek bi değerli  sert kabuk yerleştirilir ki ‘  -‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin hikayesini  de mi anlatın’ -‘ daha neler… sahi  bu ailenin en akıllısı  büyük büyük dedenin ismi neydi, bilen de yok. Baba?’ dendiğinde sofradakilerin şaşkınlığı; böylesi bir sorunun babana sorulmasının   bir anlık  boş bulunmanın eserliğine inanmalarına engel değildi. Zira nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini,  kaç çocuğu olduğunu merak etmediği, görüşmediğinden seninde tanımadığın  baba bir üvey kız kardeşi, halan hakkında  ‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler,  ben  Badan’da mıydım değil miydim hatırlamıyorum sonra da…  ne merak edeceğim, evlenmiş işte’den başka bir şey konuşmayan,   yeğenlerinin  ismini  dahi bilmeyen ‘ bu kimin çocuğu’yla annene;   kardeşini götürdüğü daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘ öfkesini anlamlandırmayacak vurdumduymazlıkta,  ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini ‘ne olmuş , bilsem ne olacaktı’yla savunduğu çocuklarına soran, yaşadığı anı o saniyede yolladığı  bir daha da  ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım keşke’yle geri dönüp bakmadığı geçmişe yollayan, tek  bir gün hayata dair ‘eğer  böyle davranırsanız’ tavsiyesini  duymadığın ama hiç kimseye güvenmeyen ruh halinde ‘ sırf yemek yemek için yoksa düşündüğünden gelmiyor bize…az mı kopardı benden sıra çocuklarımda tek derdi para, para  gözü paradan başkasını görmez ha nedir gideyim de yanına iki üç kuruş koparayım… ben bilmez miyim onu bedava diye kaçırmaz gelir buraya… aman ha, Tunceli’nin okumuşundan uzak dur’ ihtarlı çevresindeki herkesten hep bir olumsuzluk, hep bir kötülük bekleme düşüncelerini aktarmayı unutmayan , 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında resen emekli edildikten sonra  akrabalarıyla ilişkisini asgaride tutan,  aile tarihine dair  bilgisi bulunmayan  babanın  tersine çocukluğunda    yaşadıklarını  bile canlı, canlı hafızasında bekleten annen, her zamanki gibi geçmişle dair  sorulan soruyu  cevaplayacaktı ‘çok önceleri olmuş  bir olay. Bizim dedeler akıllarına  eseni de yaparmış  belki de  o akıllı dedeydi  bir gün başını alıp giden. Bir daha ne  gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var, gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısının  oğlu Ali araştırdı ama bulamadı…, information’nu  yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘haydi tereyağını getirin’ sesi sonlandıracaktı.. -‘ veee  son  pişmiş hamurların  üzerine  sarımsaklı yoğurt,  tereyağı dökülür. Sonra dedim büyük bir hata yaparak  herkes  elinde   kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e. Donuk, şaşkın bakışları görünce araya   zorunlu kamu spotu koyarken  buldum kendimi  tek bir kaptan  yemek dedim  ne   göze batar, ne mide bulandırır,  ne de akla bir şey getirir,  o kadar damak çatlatan bir lezzettir -‘peki anladılar mı tarifini?’ –‘ sence ???’-‘bence anladılar anlamasına da o anda oradakilerin hepsinin  kafasından geçen ‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ, yoğurt. Nerde bizim  zeytinyağlı tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın  asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi mi,  daha isminde meymenet olmayan yemeği’ düşüncesinin  sözcülüğüne de soyunan her ofisin, her evin,  her yerin  olmazsa olmazı baş tahrikçilerinden   Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili  hangi yemeğe girse,  o yemeği zaten şahane yapar. Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalara bölüp , açın herkese bir servis, koyun ayrı ayrı  tabaklara, dökün üstüne tereyağını, sarımsaklı yoğurdu  mis gibi yesin herkes’ Tam isabet, karşınızda  varılacak son ! buyurun buradan yakın, haksız mıymışım  Zerfet’i  tarif etmek istememekten? Şimdi Zerfet bütün aile bir araya gelince ya da ağır bir misafir geldiğinde yapılan bir yemek olmasının yanında  kültürümüzde  öyle,  topluca yenirse tadı çıkan bir yemektir. Yoksa bilmiyor muyuz  servis açmayı, herkese. Ayrıca reytinglerde ilk ona  giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint dizilerinde  elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar, Araplar 17 yediğin gibi yemek yemiyorlar diye ‘ayy elleri, gözleri yağ içinde pislikler’le   öldürülmeyi mi hak ediyorlar?  Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan  yerleşik  topluma evrilerek gelinen  günümüzde;  gelişmiş, gelişmekte olan ve   bir kap yemek olsa da karın doysa gelirli makarnalı, patatesli, unlu, bulgurlu karbonhidratlara talim  yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine, gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara göre   değişkenlik gösteren;  yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem ve  malzemeyle bütünlük arz eden, damakla ilgili basit  biyolojik ihtiyaçlık  dışında;  bugünde proteine dayalı  sağlıklı, organik  beslenmeyle alakalı  tezlerin  yazıldığı  gelişmiş ülkelerde,  güzellik müptelası  erkek egemen  kapitalist sistemce yaratıldıktan sonra   dayatılan  1.70-75 arası boy,   90-60-90 beden ölçülerindeki  güzellik koordinatlarına uymak için çılgınlar gibi diyet listelerine, diyetisyenlere  koşan,  yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları kadınları  “akşama ne pişirsem” sendromunda öğüten sunumu, yeme biçimleri de farklı olabilecek  yemek kültürü;  ülkelerin, insanların ayrılmazlarındandır da. Eee, hal böyle olunca daha  hiç tatmamışken,  denesen belki de seveceğin, hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek  başka bir şey,   midesizlik,  niye öyle yapıyorsunuz falan,  filan ifadelerle yermek, b.k atmak, karşı çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle  UNESCO’nun dünya mirasını koruma listesine girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin yoksa denemek içi kalkıp ta Varto’ya  mı gidecektin merak ettim? Duyan da dünya mutfaklarını sallayan  yemeklerin çıkış noktası bir  ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra  küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının  Fransız yemeğinde kullanılmasıyla hayat bulan  “bırakınız karıştırsınlar” mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları doğurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım ‘fusion cuisin’  füzyon mutfağını  yaratan Michelin yıldızlı şeflere,  restoranlara, bilinenin dışında özgün, farklı  yemeklere, tatlara  aşinalığından   diğer  mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun  sanacak Emine  diyebilirdim, demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i  değil  hava alanlarının yurt dışı dönüş kontuarlarında   “hiçbir şey yiyemedim Barcelona’da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci bulduk da …”-“ne kaz ciğeriymiş, bi dünya da  Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey.Midem kalktı, sittin sene yemem artık”-“ayyy  İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”-“Domuz çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor, domuz eti, jambonu, salamı hepsi kokuyor.Zaten biz Müslümanlara  da günah, ağzıma sürmedim, aç kaldım oralarda.Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da… yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı kullanılıyor”-“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere çay yok çay.Hep kahve, hep kahve.  Beyaz peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme, Kuruvasan dedikleri (zordur da yapılması; hazırlanan hamur buzlukta dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim,  beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam”-“ bizde tek kahvaltı da görünen yumurta maşallah  onlarda her öğün yemekte   ana kahraman olabiliyor” –‘ ben yedim , Fransa ‘da hangi restorana gitsen bulacağın  pek bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.” duyulan  konuşmalara  yansıyan,   kültürlerinin parçası diğer  yöre, ülke yemeklerini de yerin dibine batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol  mevcut faşist yaşam kültürüne ait  bakış açısının altında artık   ne söylersen söyle ikna etmek bir yana  her insanın günümüz dünyasında  istediği, merak ettiği her konuda bilgiye ulaşabileceğini, her konu hakkında bir fikir oluşturabileceğini  sağlayacak başta Google’ın yer alacağı mecra ve  teknolojik olanakları yok sayan  ‘ayyy maşallah her konunu da uzmanı, her şeyi de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın, ukala işte ne olacak’ dövmeli psikolojik bir   rahatsızlığın yattığına da  inandığından  eldeki delilerin yeterliliğinde   savunmayı yarıda kesen  avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce sistematiğine sahipliklerinden hastalarıyla  iyi anlaşacak  psikiyatristlere dönerek  “tanık sizin”le aradan sıyrılmayı   akıllıca bulacaktın.Şöyle ki  her gün  duyulan   “Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘- ‘ay o neydi öyle, bizim damak tadımıza uymak bir yana…’-‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla yetinirdik. Şimdi öyle mi ya,  bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, bişinin  pankek diye yutturulduğu  garip garip Sushi Maki yok  Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ ‘-Çoluğun çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette  bizim Türk kahvesinin yanına  yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit  filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin, Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde  asl olan, olanakları el verdiği halde  yaşadığı ilin, ülkenin  dışına çıkmayı istemeyen tutucu taşralığını,  elindekiyle yetinmeyi istikrar, marifet, tutumlu, prensipli  olma  sayan,  yeni bir fikre, düşünceye,   davranışa, yemeğe, ürüne  açık olup denemektense  alıştığı  ‘kuru fasulye, pilav turşu, soğan’  kalıbının  dışındaki gıdalar, sebze, meyvelerle değişik  bir  mantarlı, zerdeçalı kuru fasulye ya da   çikolata soslu kadayıf  sunma gafletinde bulunanı  ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm görmesin’;’ güya farklı tat yaratmaya çalışmış, ne yaratıcılık ama  çikolata sos… ha bir de yeni bir kahve çıkarmışlar gel gör  benim gibi Türk kahvesi  tiryakileri için berbat bir deneyimden öteye geçemez…Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları yakışmıyor..sallama çay nasıl  demleme çayın yerini tutmuyorsa  sallama ya da kahve makinesinde kahve de cezvede- hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında kimin cezve başında on onbeş dakika geçirmeye zamanı var?- pişen  kahvenin yerini tutmuyor’la   linçleyen,  kullanmadığını, yemediğini,  içmediğini  “ığğğğ iğrenç, Taylandlılar  çiğ balık yiyorlar,  Çinlilere ne demeli? Önlerine ne gelirse hoop mideye…o ne öyle ”  hakaretleriyle  aşağılayarak   kendini onlardan  üst bir yerde konumlandıran  psikosomatik bozukluk Narsist söylenmeli depresif, çalkantılı kişilikler tavırlarında, düşüncelerinde ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden   Emine’yle  girişilecek  sonuçsuz   düelloda  yaralanmaktansa  ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen herkese  bir  servis açsın  canım benim’le kapatmıştın konuyu. ‘Ben Zerfet’i  kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum, çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’-‘ yani bitirmeyin diyorsun?’-‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer  bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına gittim, Tuna’ın  öğretmeni Simay hanım ‘ Fatma hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi! Fransız eğitim veren Tevfik Fikret okulundan, dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da Tartare de  boeuf, Chateubrıand, Croque Monsieur , Makaron  yemiş  biri sorunca,  iyi küçük dilimi yutmadım. Telaşla ‘bir şey mi oldu’ dedim -‘ yok anket  yaptık. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma…  sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum,  nasıl bir yemek bu Tuna ?  anlatamadı. Duymadığım  yemek olduğu için de…’-‘ Simay hanım, bizim yöresel  yemeğimizdir, evlerde yapılır restoranlarda  bulunmaz.  Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size  açıklayıcı olmaz. İyisi ben bunu anneme yaptırayım o arada  videoya çeker, yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne!’ sohbetleriyle  yenilirken  taş kadar sert kırtik  çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının tutulamadığı bir tepsi Zerfet’i onbeş günde bir yiyen, büyüdükçe   pek çok vukuatına tanıklık edeceğin kuzenin  Leyla’nın tacizci babası,  yengen Almanya’ya gidemeyince  onca yolu kara trenle  gerisin geriye kat ederek köye dönmektense Ankara’da kalıp iş aramaya karar verecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, iş ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün asansöre biniyor,  bir kadın da biniyor. O yukarıya basıyor, çıkıyorlar, durunca amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin.Sonunda kadın  sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen ne istiyorsun?’ o zaman, o kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan  ben görmedim. Diyor ki cebimde de beş kuruş yoktu. Yakın akraba Engin Ankara’da avukatlık yapıyordu onun evine gidiyor amcan, o zaman ayıptı, ağza bile alınmazdı   şimdiki gibi “müsait değiliz, kabul edemem”. Kim gelmişse kapına baş, göz üstüneydi çünkü hem  oteller, hem  insanlarda  para yoktu hem de  misafiri, akrabayı evine  kabul etmemek  örfümüze aykırı utanç verici ciddi bir suçtu. Engin’in yaşlı  annesi Mayk’da  Ankara’da. Karısı da  hemşire çalışıyor Hacettepe’de.  Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen;  hem  Mayk’a bakıyor, hem de evin  işlerini yapıyor’  Allahtan o günlerde   azıcık okur yazarlığı bulunanların memur, ilkokul mezunlarının müdür  görevlendirildiği devlette memlekete hem iş bulmak kolaydı, hem de   iş gücü ihtiyacı  had safhadaydı da bir süre sonra bir  Çimento fabrikasında  işe giren Leyla’nın babası,   bir göz oda  kiralayıp köye  haber gönderecekti  ‘çocukları  Hese Alık trenle Ankara’ya getirecek, hazırlayın’. Emekli edilinceye dek  çalıştığı Karayollarında sadıklığını hiç yitirmeden devletine  memurluk yapan baban, yıllık izninin yarısını   herkes erkenden uyanıp tarla, tapana gitmiş, yaylaya  yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın evinde  Badan’da, kalanını da  annenin köyü (Köprücük) Xasıma, Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla iletişimini sağlayan tercümanın  Leyla’ya kavuşma; ağaçlık bir yerde küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra üstünün kapatıldığı ya da dere kenarında dışkının yapıldığı günlerde  doğmadığına sevinsen de; heyecanını solduran, seni çocuk dertlerine salan, gitmeden tatilini kabusa çeviren  ev damına en az  50, 100 metre   uzak, kuytu  bir yere   bazen  sebze ekili bahçe,  tarla içine kondurulmuş, ayağa  kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte üstü açık manzaralı, başını  eğerek  tahta  kapısından içine girdiğinde  öyle ki Anadolu’nun  sıcağında  yukarıdan güneş vururken, aşağıdan gelen helanın dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden  Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı kadar tütün içmek caizdir”  fetvasının bulunmasına neden pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı,  açılmış  derin, geniş lağım çukurun  üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın  odunlardan az yüksek  iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya   düşüp  bok içinde boğulup ölme, birden bir el çıkıp da popoyu mu yakalayacak,  fare mi hoplayacaaak, yılan mı ısıracak yoksa kurbağa mı zıplayacak endişeleri içinde,  ip üzerinde  düşmemek için  dengesini sağlamaya çalışan  akrobatmışçasına  ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela taşına; bir keresinde olma olasılığı yüz binde bir kardeşinin  o mahrem yerini sokan Allahtan  tuvalet deré Mengelî’e yakındı da bağırmasını duyan  ‘ ne olduuu’  paniğiyle kardeşine doğru koşan  annenin ‘ dereye gir, koş, çamur sür’ haykırmasıyla acıdan ağlayarak,    bacakların arasından aşağıya düşmesi koşmasını engellediğinden bir çırpıda külotunu çıkararak yetiştiği derenin soğuk suyu, sürdüğü çamur acısını alsa da yumru gibi şiştiğinden yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin alaylı ‘valla kaç yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ sözlerinin,  gülüşmelerinin baş rolü  arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki  henüz ortada bir tuvalet, adabı yokken Güneş Kral  XIV. Louis’in yaptırdığında teamül gereği tuvalet koydurmadığı Versailles (Versay)  sarayını, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu gizlemek için parfümün  kullanıldığı  Avrupa’da,  gündüz, gece  demeden insanların  dışkılarıyla  dolu lazımlıklarını pencereden sokağa, bahçeye boşalttığı ancak 18’inci yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terör”lü  kanalizasyonsuz, hijyensiz  zamanlarda  binlerce insanı öldüren veba,  tifo, kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda  1855 yılında  III. Napolyon’un  Baron Haussman’ı yetkilendirmesiyle  inşa edilen, doğduğunda 1871 yılında en azından  tuvaletin,  adabının yerleştiği, Hazlar ve Günleri yazmaya başladığı 23 yaşında, 1894’dei gurur kaynağı görüldüğünden  kanalizasyonları ziyarete açılmış Paris’te  eveet ne yazıyoruz , ne diyoruz canımın içi Proust’cum   ‘‘O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler?Öyleydiler ….’ satırlarını sana yazdırtan koşullardan yüzonbir yıl sonra 1966’da daha tuvalet sorunsalını çözememiş Balbec yerine Badan’da  mendirekte değil deré Mengelî’de  buluşan sadece çocuklukta değil, gençlikte, orta yaşlılıkta da taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç, taş yapılı elektriksiz  evler; karanlık   sokaklarla çevrili tuvaletsiz, adapsız;  çevremizdeki büyüklerin  yaşamlarında iç içe oldukları halde haberdar olmadıklarından  yerleşik “Roma hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıkları;  ‘insan hiç köy dolmuşunda kapıya yakın  oturan daha önce  görmediği  birine elindeki erzak dolu çuvalı  ‘kardeş sen bir bak buna,  ben şuradan şekır alıp geleyim’ diyerek teslim eder mi? iyi oldu sana, adam  almış gitmiş  işte beş kilo pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen Lolıj ‘mısın?’la Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerinde yaşayan haz etmedikleri  Lolan aşiretine yakıştırdıkları  aptallığa  bağlayacak ötekileştirici; devletin  resmi söylemiyle paralel  ‘ Ermeniler, Ruslarla birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu  önlerine kim  gelmişse zulüm etmiş,  bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi öldürmüşler. Kara Ermeni  çetesi dehşet salmış.Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları görünce birer  Sepi alıp dama çıkıyorlar, Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda Kara Ermeniler   silahlarıyla deşik deşik ediyorlar.  Silah seslerini duyup gelen köylüler ne görsün ! Memil é Faki’nin  kızı Elif kanlar içinde, son nefesini verirken   ‘namusumu korudum.. ağlama’ der kocasına. Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını  alıyorlar,  Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni çetesini paramparça ediyorlar’lı, savaş ortamında karşılıklı yapılabilinecek canavarlıklar yüklenecek  hikayelerle yıllarca köylerinde yaşadıklarını söylemedikleri Ermenilerin tehcirini destekleyici, düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni, kanımızı içseler doymazlar,  bak ! onun için sana  bir bardak çay bile vermemişler, Alevisin diye’ öfkelerine alışık dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan, rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden kopan Rönesans heykellere  benzetmeyeceğimiz biz “çiçek açmamış”  genç kızların birbirlerine  ’ben sana söyleyeyim   dikkat et !  Oğlanlar tahta aralıklardan  bakıyorlar ‘ uyarsından  önce de;   elinde  tırpanla tarlaya  gideni, Monet’in At Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda omuzlarında  heybe  bazen de  eşek  üzerinde ilerleyen  çocukları, indirim yaptığından içine girmek için isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi    sabahın ilk ışıklarıyla kapısı açılan kümesten çıkan tavukların  kapısının önünde didişmelerini  seyrettiğin en az iki parmak boşluk bulunan  tahta  duvarların arasından kara, yeşil  bir  çift gözle karşılaşmaktan korkarak, özenle   sakladığın en mahrem yerini ilk  gören tahta duvarlara yapışmış, gezinen akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği,  arılar ve sineklerle göze gelerek, cebeleşerek adeta doğal bir yaşam parkı içinde dışkıladığın,   küçük bir fırtınada  uçacak,  yıkılacak   eğrilikte derme çatma  kulübe; tuvaletin varlığıydı. Hele de gece çişin gelmesi çocuk aklın gördüğü felaketlerin en büyüklerindendi.Hava karardığından   belli bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden her akşam değiştirilen ev damı  çocuklarını yatmadan tuvalete  götürme sorumlusunun   ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla   iki, üç, beş  kişilik turlar  düzenlendiği tuvaletin  kapısı  açık dışkılandığından,   piyano dersine yeni   başlayan  birinin ilk derslerinde  tuşlara  tek parmakla her basışında   bir saniyelik bir es vererek çıkardığı  do, re, mi, fa,… notalarına  benzeyen; çişin tahtaya,  taşa  çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp seslerinin resitalliğinde ay ışığında   sıranın kendisine gelmesini  bekleyenler,  gözcülük görevini de ifa ederlerdi  tabii eğer  tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere çişlerini yapmadılarsa.Önceki satırlarda yazıldığı üzere idare lambaların ancak kendisini, küçük  bir odayı aydınlatacak kadar cılız ışığı pencereleri aşıp sokağı  gündüze çevirmediğinden  zifiri karanlıkta; annenin elindeki  gazyağı lambasının fitilini bazen de yakılan çakmağı  söndüren, ürperten kurt, ayı, köpek, domuz, at, inek, horoz… hayvan seslerine karışan,   dedenin “ ta şafaktan gürlerdi/ fırtına kopmuş yeller hızla eserdi/ yaylalar yel altında titrer giderdi/ bu yüce dağ başından/ deniz gibi kudurmuş/ ufuklarda dalgalanır gezerdi” şiirinin  ilhamı;   birbirlerini tüketen… birbirlerini parçalayan bir aşka ev sahipliği de  yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları,   uğuldayan  tepeleriyle aşık atan “İnliyor uzaktan pek korkunçtur sesi/ Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi/Onu inleten bu korkunç rüziğârdır/ Dağların başında kuzgun yeller vardır”  esintili Bingöl  dağlarının  kaçık  rüzgarlarıyla dalgalanan  ağaçların  hışırtılarının  gizlemeye çalışsa da   onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin anneni de  korkuttuğunu  anladığından  artan korkun, az biraz   uzaklaşır, uzaklaşmaz  evden kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle bir kolaçan eden annenin   ‘haydi çişini yap buraya’ demesiyle azalsa da  ‘anne! ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu; bugün bu kadar eziyeti  çekmektense ev damlarına  neden  lazımlık alınmadığına  ya da geceleri çocuklar içine  çişini yapsın diye bir plastik kovanın  ayrılmadığına akıl sır erdirmekte zorlanırken; çocuk olduğundan  kâle almayıp sana   ‘ben burdayım ya.Çene konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi.De haydi…çabuk ol, indir külotunu da yap çişini.Bende yapacağım’ çıkışındaki  annenin elindeki lamba  şişesinin söneyim mi, sönmeyeyim mi kararsızlığında  rüzgarın etkisiyle bir o yana,  bir bu yana devrilen, oynaşan  ışığına  ‘cici…güzel  lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini yaparken annen de  çişe hazırlık için idare lambasını yere, toprağa bırakırdı.1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın göllere, derelere  def-i haceti yasaklamasından 572 yıl sonra,  evlerde  tuvalet bulunmadığından  gezdikleri  yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar,  hayvanlar  gibi köylüler de  ihtiyaç duydukları an  bulundukları yere  dışkılamaktan çekinmediklerinden  deré (çem) Mengelî’n   kıyıları dahil  köyün   her yerinde  hayvan dışkısına (sil, maysa) karışan  insan dışkısının yaydığı koku köyün izdüşümü  haline gelip    ‘bizim köy b.k kokuyor (dewa  ma ra boya tezekan éna)’  dedirtecek kadar yoğunlaştığından  insanların ve dahi yenilen  her şeyin  üzerine   sindiğinden   teneffüs ettiğin havayla birlikte ciğerlerine de dolup  genzini yaktığında  ’anne !!!!  ne iğrenç bir koku, bu köy ne kokuyor… midem bulandı… yemeyeceğim… bu süt ne biçim, kokuyor’ kazanı kaldırdığın, şehirde  ‘bu ne gelişmemişlik, bu nasıl bir sorumsuzluk, yöneticilik, her yanı  b..k kokusu sarmış’la  eleştirilen Kurban bayramlarında  kurbanlık  pazarında  dolaştığında  birden seni köy yolunda çocuk geçmişinle yürürken bulduran  köy kokusuna da   gide gele parfümmüşçesine  alışacaktın. Çoğaldığında kürekle toplanıp el arabasıyla güneşlik bir  alana götürülen,  içine biraz saman, su  konarak   hamur gibi   karılıp  koparılan bezeler elle yassılaştırılıp toprağa, güneşin altına serilip   kuruyunca  o zaman bilseydin benzeteceğin   Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen, yaş olanının gübre kullanılarak   ekinlere,  sebzelere, meyve ağaçlarının köklerine  atıldığı tezeğin  ‘ naz etme, bunu doğal  yiyin diye getiriyorlar sizleri buralara, çok lezzetli çokk,  bu lezzeti şehirde bulmak  ??? ne mümkün , haydi’ övgülü yumurtasındaki  zengin proteinler otlandığı tuvaletlerden, tezekli bağ,  bahçeden  gelen, anneannenin  sacda, tereyağında kızarttığı günün  moda deyimiyle gezen tavukların, hindilerin hububatı  olmasının  pek bir komik geldiği seni dertlere salan,  sıkıntıya sokan çözülmeyen tuvalet sorunsalına rağmen sadece oyundaşın kuzenlerini; pencerelerinden  dağlarını  seyrettiğin   şehirde hiç rastlamadığın, ta eskiden  Osmanlı’dan bu yana kurnazlık, dolandırıcılık  akıllı olmayla   eşitlendiğinden  Zerfet’i altın diye yutturan  büyük büyük dedenden  asır sonra; sırf Motorola’yı dolandırdı diye “ABD’yi bile dolandıran adam”,   “helal olsun adam işini biliyor”la  neredeyse üstün hizmet madalyası verecekleri Cem Uzan’ın 1992 genel seçimlerin de %7,25   bir oy almasının  hak gören yaşadığın toplumda büyüdükçe  bir dağ köyünde  edindiği daktiloyla şiir yazdığı  için büyük büyük dedenden çok daha saygın bir yere oturttuğun annenin babasının,  keçilerin hangi otları yediğini gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiğinden pişirttiği  şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün, MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldığından henüz keşfedilmediğinden  kolayca bulunan, salınarak gelip yanı başınızdan geçerken bıraktığı  başınızı döndürüp fark etmeden  cezbine  karşı konulmayacak  rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan, madımak, kara hindiba   otlarına on basacak,  karların  erimesiyle  öldürüleceklerini  bilmeden belki de bildiklerinden  coşarak her yanı “Çayırında tatlı gözler akardı/her yanı yemyeşil birer lâlezârdı”  sevincinde bahara boğarak hayata  merhaba diyen  Hệligelerin,  Kardun, So, Jağ=Jalik, Kenger, Wındık, Mendikli   endemik otlar, bitkiler, lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da Süphan dağı eteklerinde gördüğün Poppies At Argenteuil (gelincikler) tablosundaki   gelincik tepeli  dağların eteklerindeki  kardelenler,  ters laleler adını bilmediğin çiçeklerle  bezeli  doğasını  sevmen, özlemen   değildi seni köye çeken; asıl acılarına, sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri  coğrafyaların  sahiplerinin Nil, Tuna,  Seine,   Murat  diyerek en güzel   ismi  vermek için yarıştıkları  adına   “Fıratın sevdiği ey nazlı dilber/ Alem deli olmuş aşkınla inler/ Fırat ulu bezirgândır/ Gönlüm bir gevheri kandır  …. Fırat gibi deli deli söylersin/İnip deryalara umman boylarsın… Fırat der ki benim mülküm servetim/Fani dünyadaki pazara benzer” mısralar döktürdükleri; aynı sokaktan yıllar sonra geçtiğin gibi geçip gitmekten çok,  taşıdıkları kederleri, mutlukları, kayıpları   sırları çağıldayarak bıraktıkları okyanuslara açılan  denizlere ya da  göllere  dönmek gibi olsa diye düşünmediğin yaşta   tatil süresince hemen hemen her gün  içinden çıkardığın kaygan ufak beyaz, siyah bazen parlak  mavimsi, pembemsi taşları  gerisin geriye  attığın;  etrafını  çevreleyen kara çam ağaçlarına tünemiş  suskun kuşlarla kıyısında saatlerce  oturduğun, öyle yalnızca bazen usul usul, bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın deré (çem) Mengelî’ydi de. Belki senin gibi  derelere sevdalandığından asırlar önce saatlerce akışını izlediği nehrin yüzeyinde her defasında yaprak, çer çöp, bez , pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden  kaçırdıkları yünleri  getiren farklı suların aktığını keşf ederek  “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın” demiş Herakleitos’un adından, keşfinden  habersiz; deré Mengelî’ye çamaşır veya  bez parçasına süreceği kil, dereden çıkaracağı çamur ya da bugünkülere beş basacak kalınlıkta sabunla bulaşıkları  yıkamaya gittiğinde ‘bende bende’yle ardına takıldığın,  çamaşır sıkarken ‘susadım ben’ dediğinde  bazen derenin kenarında,  içinde görüp  tiksindiğin bokları ardından akan suların  alıp götürerek  nehri temizlediğini   düşündüğünden  ‘bak ben de  içiyorum, tertemiz ne kadar da duru çenei ma ! bir şey olmaz iç  haydi’yle  zorlayan  annenin  bilmeden Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını  yıllar yıllar sonra öğrendiğinde nasıl da rahatlamıştın anneni dinleyip deré Mengelî ‘n   buz gibi suyunu avuçlayarak içtiğine.

 

Niye’sini uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce  algıladığın telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? Türkçe meali; Kürtsün değil mi?” sorusunu sordurtmayacak sekme, kabalık bulunmayacak kadar  iyi Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin  ailedeki işbirlikçisi, lideri konumundalığını da bilmeyen anneannen başta, annen, baban ve akrabalar öğrenmesinler diye ev damı çocuklarıyla Zazaca yerine Türkçe konuştuklarından, ergenliğin de bile  ana dilin olduğunu hâlâ  bilmediğin Zazaca ve Türkçeyle,  iki farklı dille  haşır neşirliği  ‘demek ki şehirde başka, köyde başka dil konuşuluyor.Biz de şehirde yaşadığımızdan annemler bizim köy diliyle konuşmamızı  istemiyorlar’ çerçevesine  oturtarak kendine göre izaha kalkıştığından birazda konuşmaya başladığında kötü telaffuzunla    alay edildiğinden Zazaca’yı  hiç bir zaman  konuşamayacaktın.Yine de köyde, şehirde  akrabaların, annen, baban  kendi aralarında  konuştuklarından, konuşmasan da  anladığın Zazaca’yı bazen  (nan, aw  mı rê’)  ekmek, su istemek , bazen  ‘eerooo, eero Memooo ? Ez şona Gımgım (ben Varto’ya gidiyorum’) telaffuzunla büyükleri güldürmek, bazen  ailene üyelerine ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne)  şakaları yapmak için öğrenecek, şehir de anlamını bilmediklerini bildiğinden  kızdığın kişilere Zazaca küfür etmekten büyük keyf alacaktın. “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının gerçekleşmiş hali    dört yanı dik dağlar, tepeler,  ormanla  çevrili ortasından  üzerinde her geçişte sallanan tahta köprülü  Bingöl dağından doğan deré(çem) Mengelî’n geçtiği; yazın okullar  tatil edildiğinde şehre göçmüşlerin, dışarıda okuyanların da gelmesiyle bir   araya toplanan sülaleyle geçirilen … ahhhh hiç benim olmayan şairim ahhh !  şans getirmese de  herkesin iyi kötü bir ailesi vardır  ama “olmayanın  bilmeyeceği” değişik, değişken dinamikleri, tiplemeleri, karakterleri   bulunan insan topluluğuna; bir sülaleye aitlik, işte o apayrı  detaylar, deneyimler, karmaşa  getirdiğinden eğer  aynı evi paylaştığı  hatta marazi bir aşk yaşadığı bile söylenebilinecek annesi 1905 yılında hatırı sayılır bir miras  bırakarak  ölünce,  hayatını kaybedeceği elli bir yaşına  dek yalnız yaşamış, bireyselliğine, özgürlüğüne düşkün  Proust,  bir sülale, aşiret içinde yaşasaydı kim bilir Kayıp Zamanın İzinde nasıl bir nehir içinde yol alırdı  diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Niye mi? teyzenin kaynının ablasının kızının eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca  teyze bağlantısı yüzünden okumak, işe girmek, hastaneye gitmek ya da başka  tonlarca  neden ileri sürerek  eviymişçesine çekinmeden çat kapı gelebildiği, geldiği evin sakinlerinin de içeri almayıp kapıdan çevirme gibi bir edepsizliğe, ayıba başvurma  bir yana şikayet edecek birini de  ‘ma ne olmuş? nereye gitsin, akraba akraba, bize gelmeyecek de kime gidecek’le  yerin dibine koyup, gelenin  çamaşırlarını yıkama istekliliğinin; kocası öldüğünde çocuklarıyla dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen yengelere ‘bu evden tek çıkarsın çocuklarımızı yanında götüremezsin,onlar bu evin çocuklarıdır, bak kaynınla evlen,  çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasının; çalışan, az çok durumu iyi olan   abinin, kardeşin, dayıoğlunun, kuzenin  maaşına , servetine ‘aldığında maaş 100 TL ayır bana’ ‘ borcum var yardımın lazım, bana bir ev alalım’ rahatlığında ortaklığın garipsenmediği tersine kendilerine hak görüldüğü,  sev sevme sadece kan bağından dolayı katlanmak, görüşmek zorunda kalınan  birinci, ikinci, üçüncü, yirminci dereceden akrabayla özelliği parçalatılan bir  yuvayı…bir evi  paylaşacağın bireysel var oluşun, hayallerin  dalgakıranı bir sülale içinde bulunma,yaşama…  herkesin hayatının katili de olabilecek,  geleceğinin sınırı çizen, Osmanlı tokatlı ellere sahip babaların reisliğinde hır gürün, şiddetin eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı ‘çocuk okula gitmese bugün’ basitliğindeki ufak bir mevzuda dahi  ortak bir karara varamadığı, hiç sonlanmayacak  ‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum, ha adamcağız “yenge hanım bir şey olmaz, nasılsa abi devlette çalışıyor, sabit  maaşınız var, ödersiniz” diyor ama”lı  geçinme kaygılı  bireyin ilk sosyal çevresi; Ortadoğu ülkeleri hariç  diğer ülkelerde karşılaşılmayacak,  söylendiğinde içinde bir sıcaklık, sevgi, eşitlik  barındıracak   ailemin evi, yuvam yerine, ne çirkin bir söz, tanımlamadır  içinde kahpece gizlenmiş  ayrımcılık, güç, otorite,  biat, reislik taşıyan  her evlada bir gün  “18’ime geleyim bavulumu toplayıp gideceğim” dedirten, kız çocuklarının büyüdüklerinde  benzeriyle evlenmekten korktukları erkek karakter baba neyse  evi de aynısı olacak “baba evi”nde karşılaşılacak; “bu salak gibi  değil, o  daha akıllı”, “pek umudum yok bundan”, “ölme eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da  bana adam olacaksın öyle mi? “, “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan gibi uslu dur be evladım”, “bazen şüphe ediyorum seni ben mi doğurdum…”, “bu da fena değil ama  asıl sen  bunun küçüğünü gör  çokk güzel”, “Allahtan erkek, güzellik önemli değil yoksa…” , “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl, “ ,  “geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek anlamadım” , “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”, “nato kafa , nato mermer; na to kefari,na to mermari”, “dinle evladım dinle sen bu  Rock mudur , tak mıdır onu.Sakın çıkarma kulağından  kulaklığı çünkü  yarın sınavda bu parçadan soru sorulacak” ,  “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep ben…bir de sanki boyun varmış gibi   aldığım güzellim elbiseyi  giyip, içine etmişsin…”,  “ucube, abla değil ucube”, “Fatodur  bu Fato, her şey bekle…”, “kim alır seni bu halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle özgüvenin ezim ezim ezileceği ilk ötekileştirilmenin; sevsin, takdir etsin diye ”benim gibi olsan keşke”yle bireyi kendisi gibi olmaya zorlayan ebeveynlerin, yakınların  istediği gibi davranıp, onlar  gibi olmaya çalışıldığı unutularak yıllar sonra  “kimsenin huyuna gitmek, gönlünü yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuzdur, kimse de sizden sızlanmıyordur…  ah şimdi baba evinde olsaydım” yalanlarıyla kutsanan, ister kabul edin ister reddedin, başta yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip kakıldığı, kendini  oradakilerden üstün gören kibrini, baskısını  fıtratında  varmış gibi sunan ülkeye,  topluma da egemen,   muktedir, iktidar  olduğundan leb demeden leblebilerin önüne serildiği ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama  erkek  öyle mi?yemese güçsüz kalır, çalışamaz eee para girmese bu haneye ne olur? o yüzden önce onun karnı doyuracaksın,  yemeğin en etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’la  hizmetin daimiliği de sağlanan  ayrıcalık sahibi erkekler; dede, baba, amca, dayı, abi ve sonunda  kocayla da  ilk tanışılan; içteki  iyiliğin, kötülüğün, egoist değerlerin, naif duyguların,  faşist ya da demokrat mantığın mayasının atıldığı, kişiyi bu dünyada diğerlerinden hem farklı hem aynı yapan, yaşanacak onlarca olumsuzluğun  başlangıç yeri olsa da kendini kötü hissettiğinde, canın yandığında kaçıp saklandığın  sığınağın, kışın rüzgar uğuldarken pencere aralarından korktuğun camından sarktığın, bağırdığın, ilk  görmenin, algılamanın, yaşamanın eşsiz kılınmasına yardım ettiği  mekanlığın getirdiği değişmeyen, özlenen bir sıcaklığı daima yanında taşıyan,  toplumun dayattığı, öğretilen, bir şekilde kabullendirilen şablonda değil gerçekten tam olarak neydi, ne yaşadım ben orda ???    uzak  güzellemelerle anılan    ayrılsak da göğüs kafesinde yaşam boyu taşınacak kişiliğin var edildiği bir hayatın kulunç altı çocukken  hep  orada yaşayacağını sandığın baba evinden  “yuvam(ız)”dan, “ evim(iz)”den bir gün  ‘gittiğim yerde eminim her şey buradan, bundan  çok  daha güzel olacak” diyerek   ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma,  evlilik gibi  sebeplerle ayrıldığında,   yaptığın değişikliğin, kısmi bağımsızlığın, özgürlüğün sarhoşluğunda önceleri  her şey yolunda gider duyumsamalarında gezinir, durursun. Bu huzur bulunduğuna inanılan “yuvamız”dan ”yuvam”a  terfili yeni mekanda can ne istenirse yapılır, istemezse  yemek   yapılmaz   kahvaltı  daha akıllıca gelir mesela, kitap okunur, yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yiyecek alışverişi de, partiler düzenlenir, arkadaşlar çağırılır ya da kimse çağrılmaz kendine göre  hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra insan “yuvamız”daymışcasına sıkılmaya başlar, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın  kapılarını açacağı özel birilerini erkekleri, kadınları katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama” birileri kafasını uzatır şöyle bir bakar geçer, birileri konuk olur bir süreliğine yine gider…bazılarının gözünün içine bakılır  bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın diye, tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememe…bilme kişiyi yorgun, bıkkın düşürür.Umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam”    “yuvamız”a dönüşürken; odalarda, duvarlarda  her yerde bir dünya kişinin ağdalı yüzleri, izleri; evin duvarlarının dili olsa bile konuşmaya isteği yokken  kendine döndüğünde bakarsın ki sende ”yuvamız”dakilerden  herhangi birisin; hayat dedikleri belki bu döngüyü döndürmektir değil mi benim kendine bile  hoyrat şairim!  Bunları niye yazdım ki şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, misyonunun, vizyonunun, karakterinin, narinliğinin    kaynağının,  doğduğundan içine, orda  bulunup , bulunmamayı  belirleme hakkının olmadığı  “yuvamız” olmasına  isyan yazdırdı belki bu satırları.Bir türlü taşralılığından ödün vermeyecek “yuvamızda” yanımızda, kıyımızda, köşemizde  sanattan, edebiyattan, okumaktan zevk alan, bilgili, kültürlü olmanın ötesinde  geniş  vizyonluklarından daha çocukken elinden tutup  Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya, Debusy’nin,  Reynaldo Hahn’nın,   klasiklerden  Beethoven’in  eserlerini  dinlemeye opera binasına,  Monet’in, Tissot’un  tablolarını  sergilendiği galerilere, duvarları Raphael, Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun  freskleriyle süslü Sistine şapelinin bulunduğu Vatikan’ı,  Rönesans’ın doğduğu Floransa’yı, Venedik’i görmesi  için seyahate götürecek  gelire de sahip Proust’un ki gibi   ebeveynler olmadığından belki de  Haldun ‘şimdi nerden aklına geldi deme, ultrason bulunmadığı zamanlarda hamile kadınlar çocuklarının  kız mı , erkek mi olacağını nasıl anlıyordu diye sordum anneme .Güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır,  benim yüzüm kızlarda  hep leke, leke oldu o yüzdem Fazıl Çil  kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek bebekler  yılan gibi alt tarata, kızlarda  tam tersi  karnın her yerinde dolaşırdı,  yaramazdınız  dedi’-‘ çok iyi yaptın canım benim öğrenmekle.Eminim hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar  Tanrı’nın sorgu sırasında soracağı sorulardandır.Öğrenmeden ölseydik cidden çok yazık olacaktı bize hem Tanrı katında  da cahil, kültürsüz tanınacaktık. Sağlıklı doğsun da  kız mı erkek mi olması önemli değil çocuğun anlayışına gelene kadar…oooo  anne, babaların, kadın erkek pek çok akrabanın “Allahım ne olursun bu sefer de  oğlan olsun, bu sefer oğlan (erkek çocuk yoksa)  olmalı.Bu  mal, mülk sahipsizdir, tarlayı sürecek, ekecek biçecek, evlenip  soyumuzu devam ettirecek bir oğlan nasip eylesin bize Allah. Arada  bir de tabii süt sağacak, peynir yağ yapacak evlenilecek kızlar doğsun ” temennili toplumda sen ! kendin,  bir gün bana demedin mi ‘son üç kardeşimin doğumunu hatırlayacak yaştaydım.Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda birer, ikişer yaş farkı var,  peş peşe üç kız çocuğu doğurduğundan babam annem doğum yaptığından yine mi  kız doğurdu diye sormuştu,  ben evet deyince çekip gitmişti, annemin yanına bile uğramadan.Kadınların o ağrı sırasında, kocasının sanki suçlu oymuşçasına kendisini suçlayacağı,  onun da kabul edeceği  ya kız doğurursam  korkularını düşünsene, ne kadar zalimler değil mi şu erkekler? Hayır Haldun! hiç öyle değilmişsin gibi bakma bana, yeri gelir senden bile en gaddar zalimlik görebilirim, şaşırmam da çünkü bu toplumun, bu erkeklerin ürünüsün sen de. Hele de beş numara Mine doğduğunda iyice morali bozulmuştu babamın zira artık tek oğlan dört kız babasıydı. Allahtan son çocuk erkek oldu da annemin  yakası  kurtuldu babamın elinden. Önce biz kızlar sonra tek erkek oğlu  kabakulak olmuştuk. Kıştı,  kar diz boyu Van’da  oğlu  hastalanınca evde hastalık olduğunu kavradı  da bir çuval portakal getirdi eve babam.Has arkadaşın Oğuz sayesinde eve getirilen  C vitamini hastalıkla mücadelenize takviye olmuştu ama ben bunu, babamın gözündeki kız çocuklarının  değersizliğinin ispatı portakal çuvalını hiç ama hiç unutmadım.’ –‘ düşün baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? demek köyde kalıp  çiftçiliğe devam etseydi  annen gibi on iki yaşında başlık parası için satacaktı seni,  kız çocuklarını. Bozulma, ne bekliyordun anlamadım ? Tek vizyonu aç kalınmayacak bir hayatı   idame ettirme olacak,  yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek, yumurtayla  karın doyurulan iki dağ arasındaki  bir köyden  geldikleri  şehirlerde şayet iş de bulmuşlarsa  bir anda  gördüklerini, istediklerini az da olsa  aldıracak üstelik de  her ay ellerine geçen maaş sayesinde   kendilerini eline buğday, yağ, peynir, bal, koyun sattığında para geçen,  kıt kanat  geçinen köylü akrabalarından  üstünde  görecek  tanışmadıkları edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini hissetmeyen  ebeveynlerimizin derdi, sorunun olabilir miydi hiç  iyi mizaçlı, donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst,  ayakları yere basan bireyler, çocuklar yetiştirmek? Anca bir iki kişinin otomobil sahibi olduğu, gözlerinin   rant paylaşma peşindeki  partileri, aç gözlü bürokratları  görmeyeceği  şehirlerde, çocuklarına    okumuş, meslek sahibi biri   avukat, öğretmen, devlette memur olmayı  aşılayacakları   hayalleri yoksullukları kadar; onca kişiyle birlikte yaşadıkları yoksul  ev damlarındansa, kendine ait  tek gözlü  bir oda; yufka ekmek değil  beyaz fırın ekmeği, ayran çorbası yerine ancak  zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında  kırk yılda bir önemli bir devlet memuru, yetkilisi ya da  aile büyüğü geldiğinde misafirliğe  ya da  kışlık kavurma yapmak için kesildiğinde yenilen  ete her gün ulaşabildiklerinden az etli bir patates, kuru fasulye  yemeği, lastik yerine kösele  bir ayakkabıydı; bir arabaya sahip olmak bile değildi.Sonra şehre alıştıkça, gördükçe yeni şeyleri, ülke de geliştikçe yavaş yavaş  hayalleri de  tek göz sobalı  evden gecekonduya ordan kaloriferli, merdaneli çamaşır makinesi bulunan  apartman katına geçiş, çalıştığı yerdeki arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın  giyindiği güzel bir elbise, çanta,  ayakkabı edinme, Yılbaşında kızarmış Hindi dolma yeme    derinliğine ulaşacak ebeveynlerimizin elindeki biz çocuklardan   senden, benden herhalde  bir  Tolstoy, Oscar Wilde,  Virginia Woolf,  Rembrandt,  Orhan Pamuk, Tezer Özlü, felsefeci Gilles Deleuze,  çıkacak değildi. Dua et  ellerinde kitap görmememize rağmen  en azından okumayı sevdik biz‘  dediklerini Haldun’un doğrular  rastlantısal olarak karşılaştığı bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını,  tadın,  müziğin irade dışı belleği,  hayal gücünü devinime geçiren; 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te seçkin sanatçıların edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren,  Dreyfus yanlısı güçlerin merkezi de olacak ünlü edebiyat salonlarının sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi   Anatol France’ın sevgilisi (Proust’u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere, France’ın  önsöz yazmasını sağlayan)  Madam De Caillavet; Geneviève Halévy  (Georges Bizet  eşi) ile Robert de Montesquiou’nun güllerin  imparatoriçesi dediği Madeleine Lemaire’in Salı, Çarşamba, Perşembe  (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri edebiyat toplantılarında onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’la; onlarca ressam Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet, Whistler, Helleu, Turner; zaman, mekan konusunda kendisini etkilemiş  felsefeci Henri Bergson’larla tanışacağı  bir gençlikti  belki de  Vatikan da Sistine Şapeli’nde  yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda Odette ile Tsippora’nın çehresi arasında  benzerlik kurdurduğu an M.Swann’ı, Odette aşık ettiği,    Madam De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine Lemaire’den  Çarşamba toplantıları düzenleyen  Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den  eşcinsel Baron de Charlus’ı;  Kontes Élisabeth Greffulhe’den  Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan  Berma’yı,  Anatole France’dan yazar Bergotte’ı,  Whistler’le  Helleu’n   adlarının anagramından Elstir’ı   yaratığı “Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu” satırlı; Tissot’un  Le  Cercle de la rue Royale’in de   kapıya yakın kişi  diye  belirttiği(Charles Haas)  M.Swann’ın   arabacısı Rem’i  Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne; bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle doluluğundan , yanlarında cep telefonu laptop, tablet  bulundurup her iki sayfa da bir Google  yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo, portre  araması  da yaptırtacak analitik zekasının ürünü Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı okuyucularının  gözünde  roman  karakterlerini   kanlı canlı  bir siluete büründüren Proust’un yaşadığı  zamandan çok sonraları,  1960’ların sonlarında daha tek tük sinema salonunun  bulunduğu, gecekondu mahallerinde  tuvalet sorunsalını çözememiş şehirlerde;  tiyatro, opera, bale, resim, heykel bireylerin dimağında soyutluğu aşamamışken, zaten de ismini duymadıkları   herhangi bir ressamın tablosunu, heykelini  görmek için müzelere gitme; operayı, baleyi merak etme,   klasik romanları okuma, Van’dan  İstanbul’a, İzmir’den  Muş’a gidilecek farklı bir şehrin, bir  ülkenin kültürünü, yaşayanlarını, doğasını, yemeklerini    tanıma  amaçlı yurt içi, yurtdışına seyahat, onca çocuğa bakma telaşlı  geçinme uğraşında  bir ev  edinme hayalinde    tek kanallı radyodan mecburen  Müzeyyen Senar, Safiye Ayla şarkıları öylesine dinleyen  ama asıl  bugün nostaljikler arasında sayılan  bütün yükünü sırtlatıp ‘yaşasan ne olur bu rezil dünyada’ dedirten bir  umutsuzluğu katmerleştiren yuvamızda her gün  Kerbela’yı  yaşatan  Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari Aşık Daimi’ den  “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler/ deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”,  ‘illa dostun bir tek gülü yareler beni beni’, “bilmem şu feleğin bende nesi var” türkülerini dinledikleri plakların ardındaki  ebeveynlerimizin zaten akılarının  ucuna değemezdi, klasik bir müziğin varlığı da. Şimdi  kendisinin,  bireylerin  değerine atıfta bulunulan hayallerine ulaşabileceği fırsatların eşitliğine, kaderini kendisinin  çizeceğine    inandırılacağı, inanacağı    duygular, düşüncelerle  büyütüleceği   toplumsal yapıda  herhangi bir konuda duyduğu kaygıyı   Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle anlatan  bir büyükanneye,  sadece kendi ülke yazarlarını değil farklı ülke yazarlarını  Puşkin’i,  Dostoyevski’yi  okuyan  anne , babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen  Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını zedelediği  gerekçesiyle aleyhine açtığı  davada sadece bir çeyrek peni tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in  Susam ve Zambaklar’nı çevirecek yabancı dile; kendisine Sara’ya, İshak’ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz.İbrahim’i andıran Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden,  Hz.İsa’ya ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin üzerinde  sadece  ekmek ve şarap bulunan  dikdörtgen masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda   tempera boya kullanıldığına ilişkin  detaylara sahip  sanat eleştirmeni  aile dostlarına sahip  birinin, bir çocuğun; Marcel Proust’un hayallerinin ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı’yla başlayan, içi boş, soyut zihinde canlandırılmayan hamaset nutukları, ‘vatan, devlet uğruna…’ ölmeli  öldürmeli , ‘tek başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek’li  kahramanlık şehitlik hikayeleri, fırsat eşitsizliği altında  yaşadığı toplumun, kitlenin değersiz bir parçası olarak büyütülen hır, gürlü tahta kurulu, fare korkulu yaşantısında  Ayvalık’ta bulunan   yaz kampına görevli gönderilecek baba devlet memuru olmasaydı  on altı yaşında  değil  belki 20’li yaşlarda  denizi görecek ancak  kırk yaşlarında  bir otelde tatil yapma imkanına  kavuşacak; altmışbeş yaşına kadar   heykel göreceği bir müzeye  gitmemiş,klasik müzik nasıl bir şeydir en ufak bir fikri olmayan,  halk ozanlarının keder, dert akıtan   türküleriyle büyüyen, nerede yaşarsa yaşasın, nerede olursa olsun    tüm kadınlar gibi en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevlendirilmiş yalnızca ailenin değil sülalenin bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu… kapı önüne dökülen bir ton kömürü tek başına kürekle doldurduğu  el arabasıyla kömürlüğe boşaltacak bedava hamalı  olma da tatmin  etmediğinden, dede bir amcasının oğlunun oğlu   Apo Rıza’ya  ‘kızının evi  burada dururken sen kalk git Şükrü amcaların evine,  çok üzüldüm’le  kendisinde yatılı  kalmaya gelmediğinden hizmet etmediğinden darılan,  ‘kokla hele, mis gibi kokuyor, bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen,  işten, yorgunluktan değil  roman, gazete  okuyacak ‘ne nedir, ne değildir’ merakı için  bile vakit bulamayan Türkiyeli annelerin, Leyla’ların ardına düşmüş, ‘bakma öyle durduğuna, Nail hin oğlu hin, aklınca beni yerimden edip kendi oturacak koltuğa’ kuşkulu düşmanlıklarda kıvranan  işin kaybetmemek için üstlerine  her türlü yağcılık  da yapabilecek babaların himayesindeki   bir çocuğun  hayalleri, vizyonu, düşünce sitemi, kurgusu, dünya, gelecek algısının  birbirinden farklılığından daha doğal ne olabilir ki? O yüzden  Proust’un “uykusuz gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( diye betimlediği  tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki sahil kasabası Cabourg’da ) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı.” çağrışımına yol açan zekasını keskinleştiren, hayallerini  bileyerek sonsuz  kırları önüne sereceği  okuyucusunun  gözlerinden, dudaklarından, zihninden geçerek  benliğini yolculuğa çıkartan ” tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,…” sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı,  Venedik’i, Norman  Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını, heykelleri   çocukluğunda, gençliğinde  görmesinin etkisini küçümsemek olası bile değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70 ve  80, 90’larda  Ortadoğu’da dünyaya gelmiş nesillerin Proust’un  gençliğindeki olanaklara sahipsizliği; İbn Haldun’un zamanları aşan “doğduğun coğrafya kaderindir” tespitinin tecellisi miydi acaba Proust’u,  Rimbaud’u, Zola’yı, Balzac’ı okuyan, Claude Monet’in,  Paul Cézanne’nin, Edgar Degas’ın tablolarına    hayran, Bach, Debussy dinleyen  Fransız  yosmaları…gerçekten öyle miydi? başkalarının yerine seçtiği coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de  bir nevi kaderse eğer  bu  ikisi birden hayat  mı oluyordu, şimdi? IQ ? Onun kaderle bağlantısı ????  Kristof Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya olduğunun mu kanıtıydı ? Yoksa  coğrafyan kederindir mi demeli insan…offf sence ne demeliydik    “her yeri boyamışsın çok güzel, ama burada biraz sonbahar kalmış”  şairim !  işin içinden çıkamıyorum kader olan  ne ? coğrafya… aile…ana dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü  ne?ne??? Doğduğun yer mi kötü kader yoksa benliği gerileten kabullenilmişlikler, körü körüne bağnazlık, biat, yönetenlerin yönetim tarzlarına yansıyan zihniyetleri mi?  Dur bakalım hele bir,   biattın  İslam dininin,  Ortadoğu’nun  Müslüman   toplumlarının etle kemik  ayrılmazlığın da…bu arada bir de Lucien Fevbre’in  “coğrafya imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne düşüneceksin   sen! eyyyy  bu romanı bitiremeyecek  kadın ! söyle bana kim haklı Lucien Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Kokusunun içe sineceği doğulan  toprağın bileşimi,  konumu, iklimi,  orada yaşayanların  yapacakları işe, yiyecekleri besinlere, yaşayış tarzlarına,  psikolojilerine kadar her şeyi etkileyeceğinden  , iyiliklerini kötülüklerini, hislerini hissizliklerini de  alırsın ve bil ki ey oğul !  eğer yapıcı bir coğrafyada doğmuşsan  eylemlerinin birçoğu yapıcılık üzerine kurulur yok  savaş, ihanet, şiddet yüklü yıkıcı, her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği  bir coğrafyada  Ortadoğu’da doğmuşsan mesela,  hiçbir şey bulamasan  bu defa da kendini, benliğini   yerden yere vuracak eylemlerinin hepsi  yıkıcılık üzerine kurulur diye mi  düşündün tam da Kültür Bakanlığınca yapılan   restorasyon  çalışmasında  700 yıllık  Osmanlı Tuğrasının bulunduğu  duvarları hitli ile  yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken haberlerde; Paris’te Arc de triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi  bir yıkım  vuku bulsaydı tüm Parislilerin ‘tarihimize, değerlerimize  yapılan bu saldırının  sorumluları derhal cezalandırılsın diye ayağa kalkacağı muamma değilken’in  çağrıştırdığı bir   ülke seçime dayalı bir sisteme sahipse sorumluluk  beğenilmeyen yönetimde ısrar eden toplumdadır  onun içinde İbn Haldun’un   14. yüzyıldan çıkıp “coğrafya kaderdir” dediğini duyduğunda yaşadığı döneme, bölgeye bakarak  tespitinin   doğruluğuna  kanaat getirip  ‘buna söylenecek sözüm yok ama  bunu  alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında  üniversiteye giden  kendisini diğerlerinden bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından  Pursaklar’daki evinden  yoğun trafiğe takılmadan  İngilizce kursuna  yetişmek için  her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17’ye kadar kursta, okulda kaldıktan sonra  uzunca bir yolculukla tekrar evine dönen birinden beş adım öndeliğini  sağlayacak olanakları önüne seren  İsviçre’de doğan  aynı yaştaki  bir genç de   5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata binmek belki de yüzme için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha kreşte aldığından  Londra’ya gidip dilini geliştirecek  artan zamanlarında elektronik müzik partilerine giderken bir  yandan da mesleği ile ilgili staj yapacaktır değil mi? Bu durumda kendini geliştirmek için çalışmaktan, yorulmaktansa işine gelecek ‘ uluslararası  piyasada İsviçreli  gençle nasıl bir rekabet edebilirim?  ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek, kaderim bu coğrafya da bu kısır hayatı yaşamak’  bahanesiyle Pursaklı gencin  havlu atıp mücadeleden vaz geçmesi, kolaycılığa, bedavacılığa tutkun Ortadoğulu toplumda garipsenmeyecek hareketlerdendir. Oysa, gözleme, deneye, yeni keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki coğrafya sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının  mazerettir, bataklıkta da güzel çiçekler açtığını  tabii bir de atılan tohumun GDO’lu olmaması gerektiğini de unutmadan; Abraham Lincoln’un ‘köleliği kaldırma’ kararıyla ‘ ne yapsam da kölelikten  kurtulamayacağım’  düşüncesinde ki Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa sürüklemesiyle  oğlunu savaşta,  komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren bir Alman’na;  çizdikleri  kaderin coğrafyayla alakasızlığında,  doğrudur da; doğduğun coğrafyanın kültürüne, düşünce sistemine, geleneklerine, dinine  göre   hayatın, mizacın daha sen farkına bile varmadan  şekillendiğinden, Almanya  ya da başka herhangi bir  ülkeye göçenlerin ülkelerinde  edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını, düşünce yapılarını  aynen  devam ettirdiklerinden yola çıkarak o şekillenmeden kurtulmanın  sanıldığı kadar kolay olmadığını görsek de , bugünkü küreselleşmiş, bir ekrana sığacak, istediklerinle ilişki kuracak  kadar küçülmüş, devletlerin güçlü bireylerin  güçsüz olduğu, korunması gereken birileri varsa o devlet değil, bireyken Latince  “quis custodiet ipsos custodes? koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde   demokratik yönetimlerin  toplumsal refahı, bireyin özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak bireyi,  haklarını güçlü devlet karşısında koruması, hukukun üstünlüğünün,  yargı bağımsızlığının devreye girmediği genelliklede Ortadoğu’da hüküm süren  otoriter,  kötü  yönetimlerinse   tersine devleti, yönetenleri bireylere karşı korumalarını kabullendirdikleri hem döven, hem seven    “Allah razı olsun, Allah zeval vermesin” duaları da ettirten, ne veriyorsa onunla yetinilecek  devlet babalığı temel aldığı  dünya da  İbn Haldun’un  sözü anlamını yitiriyor.Çünkü aynı coğrafyayı paylaşan  Güney Kore,  Kuzey Kore (Güney’de  kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$ dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran Suriye’de  kişi başına düşen gelir , refah  farklılıkları  ülkenin mevcut sisteminin, yönetim anlayışının, ideolojisinin   ve yönetenlerin  kaderin  belirlenmesinde  güçlü argümanlıklarını teyit eder  ki  bir başka güçlü argümanda  Warren   Buffett ‘ın  geleceklerini garantileyen  gelir düzeyine sahip doğan zengin çocuklarını kast ettiği  “şanslı sperm kulübü üyelerin” den biri olarak Sierra Leone’de kültürü, bilgisi  sığ görüşlü  bir aile de bile doğulsa farklı çevrelerden edinilecek arkadaşlarla çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden  daha gelişmiş bir ülkede okuma şansını da elinde bulunduracağı ailenin gelir düzeyidir dememiz…… ‘mola’…’mola istiyorum hocam! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim diyorum ama çığırından çıkarıyorsun romanı;  şu an temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede ya da internet sitesinde bir köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla  dolu  makaleye döndürdün romanı   nasıl bir kurgudur bu ? Bunları  niye yazıyorsun? Bak yazmasan sen kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici  bakışınla aynı şeyi bunu  da; beni,  yazdıklarımı, romanımı önemsediğini, kötü bir duruma düşmemi  istemediğini  hissettirerek  yapıyorsun sende herkesle aynı  dayatmacı  faşist tavrı gösterdiğini fark ettirmeyerek  hem de. Tamam ben acemiyim bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun beni?Yazma zevkini kırmasan, başkalarından farklı davranıp hemen başlamasan eleştiriye…  azıcık beklesen  belki senin düşündüğünden  çok daha iyi bir yola evrilecek roman. Yarardan çok zarar her zaman ki gibi, ne yazacağımı unutturdun araya girmekle… evet…  din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken temelli  savaşların getirdiği gerilikleri daha daha iktidarda kalmak, güçlenmek  için,  iyi yönettiklerinden her şeyin şahane olduğu  yalanını durmadan yineleyerek  bireyi sanki kendisinden daha iyisi gelmez ,bulunmaz düşüncesinde oyalayarak kullanma uyanıklılığında;  büyük ağırlıkla  sorumluluğun kendisinde olacağı beceriksizliğinin, başarısızlığının, çalışmamasının, yeterince mücadele etmemesinin, korkularının, alıştığı konforu terk etmemesinin   suçunu üzerinden atmanın yolunu da yaratmasını engellediği Satre’ın  “var oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir” nitelendirdiği  kaderini doğduğu Coğrafya kılma; asıl kaderi belirleyen o coğrafyaya…o topluma egemen düzenin,  yönetenlerin desteklediği düşünce sistemidir. İşte sen ! şayet var idiyse  Tanrının kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın; yeryüzüne …, …,    Marx,  Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı, sanatçıyı  ve  kimi zaman bir çocuğun  annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma arzusu,  kimi zaman uyku, uyanıklık arasındaki muğlaklık,  kimi zaman Rönesans üslubundaki koro yerleri, kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj, çiçek izlenimlerinden kendisinin yaratığı  sınır kapısını istediği zaman açan…istediği zaman  kapatan Proust’u  gönderdiğini; Ortadoğu’da doğmanın  da  gözyaşı, keder, acı, savaş  getirdiğini daha bilmediğin,  aldığın kokular, tattığın yiyecekler, gördüğün çiçekler, böcekler, dokunduğun insanların  hayatının içinde  genel geçer bir sınırsızlıkta  ilerlediği  zamanda, günde tek bir arabanın geçtiği, geçim kaynağı koyunlara, keçilere,ineklere, tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte, (hak) yumurtaya, salatalığa, sebzeye, buğdaya karınları doyurduğundan,   çocuklardan değer verilen, itina gösterilen   dewa ma Badan’da; yaşamadıklarından  şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli  kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız çocuklarını  ‘bu benim oğlanın yalnız iki kulağı eksik eşekten, amcan oğludur, akrabandır  evlen bununla  sen aklısın idare edersin’  ilişkilerine   zorlamalı,  başkalarına göre  eften püften ama orada yaşayanların hayatını etkilediğinden  sonsuz önemde birbirini kıskanan eltilerin, yengelerin, kaynanaların,  amcaların, yeğenlerin, gelinlerin  ‘bütün gün otursun,  biz öküz gibi çalışalım neymiş, şehirde çalışıyormuş ama ot parası almaya gelince başta o koşuyor‘,  ’bütün tarlayı tek başıma tırpanladım, otları  bağ yapacağına gitmiş uyumuş dere kenarında ‘, ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağını, yanına da Hasena’yı almış konuşuyor sabahtan bu yana, hamur öyle mayalanmış ki taşıyor tekneden ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, çocuklar aç  ne gam’lı,  bazen  yanından su geçtiğinden  verimli  gördükleri arazinin kendisinde kalmasını istediklerinden paylaşamayan erkek kardeşin atışmasına dahil olup amcasını küçük  çocukların, kuzenlerinin  önünde  döven   yeğeni büyük amcanın sopayla dövdüğü  yumak halinde birbirine girişmeli saygısızlığın tavan yaptığı  kavgaların ortasında  en az yirmi otuz kişiye ekmek, yemek yapan, sofra kuran, kaldıran, elde  bulaşık yıkayan, o kadar kişinin oturabileceği sandalye, kürsü, minder  ayarlayan, yaşı  küçükleri koğuştaymışçasına bitiştik nizam  yatırmak için  yer yatağı  hazırlayan, sürekli sıcak su bulundurmak için  ele ne geçerse ocağın üstüne koyup  bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta, semaverde  (  yeniden demlenmeyip  ha bire üzerine sıcak su  eklendiğinden   çaylıktan çıkan)  çay demleyen; ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’ , ‘her tarafım kaşınıyor bak ‘ isteklerine ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo beni dövdü’ acılarına  annenin, kadınların   kayıtsız kaldığı belki de onca yetişmesi gereken iş arasında önemsiz, basit gördüklerinden ama hayır !  onlarda annelerinden hiç almadıklarında akıllarından geçmeyen  iyi geceler öpücüğünü annenden hiç  almadığın çocukluğunda  Marcel’in  yatmadan önce her akşam annesinden aldığı iyi geceler öpücüğünü   eve misafir (M.Swann) geldiğinde  alamamasının  hayatında kapladığı değerin  sancılı,  girdaplara  sürüklemesini; sadece evlerin etrafını sardığından  reçel yapılıp,  üzerine limon sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içildiğinden Van’ın koca koca yapraklı, mis kokulu güllerinden, Süphan dağının eteklerini kapladığından gelinciklerden lalelerden haberdar olunan, tezek kokularının arasında burna değdiğinde  onlarca güzel kokuyu yaya bırakacak  cennette  yaşanıyormuş  hissi uyandıracağından  ‘ne kadar güzelsin, offf hele de  kokun beni benden alan‘ sevgisinde  yaprakları okşanmadan, güzelliklerine  bakılmadan ilgisizce  yanlarından geçilip gidildiğinden  ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’ inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp  olmadığından  vazo da  değil  bir su bardağı ya da  şişe de odalara, salona  fresh, taze  bir hava vermesi için konulmayan bin bir çeşit çiçeğin, adının ne olduğunu  ilaç için  çocuklarına anlatmayı düşünen tek bir ebeveyn çıkmadığından  ancak belki inanmayacaklar ama onaltı,  onsekiz yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama  dewa ma Badan’da  aynısı vardı bunların demek adı sümbülmüş ‘ şaşkınlığında  sümbül,  nergis,  hanımeli, leylak, erguvanla tanışılacağından  “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan  Gilberte adını yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum”  betimlemesiyle  harflere, sözcüklere resim yaptırtıp ilk aşk tomurcuğunu  bir çiçeğin renginden alınan  ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde, ipeklere sardığı sözcüklerle anlatacak  duygulardan, benzetmelerden fersah fersah uzakta; olması  için öncelikle   gidilecek bir memleket, gidildiğinde orda bulunacak hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini de bilemeyeceğin elli teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan bireyliği yoklandıran,  varlığın önemsenmemesine alışılan;  başlangıcı birey de  yere edecek   kötülükler, iyilikler;  sonu  ‘birbirlerine  sayan, söven  sonrasında  hiç ama hiçbir şey olmamış gibi yüzlerine gülen bir riyakarlık…haydi bunlardan   dostluk, insanlık  bekle! ha ben  oldum olası akraba sevmem hepsi dedikoducu, seni parçalamaya hazır meraklı akbaba gibiler.Yedi kat yabancı  kardeşinden daha candır, daha samimidir’le  biten , genetik kodları, fikirleri aynı, yeni çevre, fikir ve bireylerin ücrasında ;  bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can,  bazen  canından bezdiren kalabalık bir  sülalede bulunma, yaşama dimağda yer edinecek özelliğinden yıllar sonra yendiğinde ya da karşılaşıldığında ortaya çıkan  tat ve kokunun peşinden sürüklenerek yaz tatillerini  geçirdiği Combary gibi  seni  ev damına, Badan’a götürecek  çağrışımı tetikleyecek çaya batırılan bir parça madlenli kek (kurabiye )  türü bir yiyecek yemediğinden,  başka bir şey de kimse tarafından alınmadığından, yapılmadığından, denesen de  olmayacak ‘çaya batırılan bir madlen parçasından bu kadar cümle nasıl fışkırdı’ imrenmeni  ‘Proust’ da gerçekleşmişi var zaten herkesin kayıp zamanlarını dürtecek cinsinden hem de’yle bastıracak büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı yerde  yeniden yapılmış benzer ev damında geçirdiğin; ”bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ekonomi politikasından  da etkilenmiş Türkiye’de devletinin yönetim tarzının etkisiyle yaygınlaştırılmış, babaya  sorumluluk yükletmeyen  “saldım çayıra, mevlam kayıra” çocuk yetiştirme tekniğini benimseyen ev damı kadınları ya da annenin kendileri aynı yoldan geçtiklerinden  sorun görmeyerek  üzerine  tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı gündeyseniz bal kaymak bazen  soğan, yumurta  koydukları  yufka ekmeği,   tereyağlı çöreği ( bıjıkı) ellerine tutuşturarak başlarından savdıkları ev damındaki  on, onbeş çocuğun   günün geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını merak etmemeleri çocuklar açısından da anlam ifade etmese de yine de ‘ bugün  yayla yolun da Nade kenger sakızı nasıl yapılır size göstereyim dedi. Toprağın üzerine  çer, çöp gibi kısa  çalıları, otları  yana yana dizdi sonra  kenger’in kartlaşmış kısmını ortadan  kopardı, akan süt gibi bir şeyi  dizdiği çalıların üzerine döktü,  üstünü de  yine çer çöple kapattı , burada kurusun iki gün sonra gelir alır, çiğneriz dedi. Sonra bir kayanın üzerinde sarı, siyah,  kahverengi böyle kum gibi  bir şeyi ufak  taşla kazıdı, tuluktan azıcık su döktü alın size  kına diyerek tırnağımıza  (bu esnada parmağın iki  boğum yerini gösterirdin) buraya, buraya sürdü çaputla da üstünü bağladı, ben güzel olmazsa diye hemen yıkmak istedim olmaz dedi, bekleyeceksin .Sonunda  çeşmede yıkadık.Bak ! kına gibi olmuş mu‘ keşiflerinin sevincini bozan, kıran, üzen  ‘babanlar evin önünde çay bekler, çekil önümden sonra anlatırsın’ koşturmasıyla ciddiye   almayan ‘ evlat mecburen bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim  alacak’ modunda   katlanılması gereken  nesne muamelesi, ‘ne yaptın bugün, nerelere gittin’  meraksızlığı Badan’daki yaz tatillerinin   herhangi bir lunaparktan daha eğlenceli, daha gizemli   geçirmenin   nedeniydi de.

 

Eğitimleri de ne olursa olsun hayatlarında olacak  kişilerin kendilerinden hep  hizmet beklediği ‘haydi kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu  çalar saat yaşlıların uykuyu haram ettikleri,  şafaktan   gece yarılarına fabrikada  çalışıyormuşçasına  bitmeyen  iş akışında ancak  fırsat bulurlarsa  ‘eere  ne olmuş,  biri de dese yazıktır bu kadına öldü açlıktan…Hanım insaf et de bana   bir  çalkama (ayran) yap , ben ekmek alırım’la   yemek yerken, kırtlama  çay içerken çocuklarıyla  ilgilenecek  yazgılarının eziyet, zahmet, fakirlik çekmek, horlanmakla,  birilerine  kurbanlıkla ve değişmeyen  mansplainingle  eşitlendiğini  öğreneceğin ilk yer  dewa ma Badan, Xasıma olacaktı.O yüzden işte, çocuklarıyla ilgilenmesini erteleten  bitirmesi gereken işlere öncelik verilmesi istendiğinden kızı Saime ölürken yorgunluktan uyumasını  anlayabildiğin acıdığın   teyzenin, süt sağacak kadınların peşine takılıp mala gitmek; oturduğu görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun’ acımasında zayıf mı zayıf, kızıl saçlarıyla diğer köylü kadınlardan farklı görünen elinde  bakır,  alüminyumdan   bakraç,  sırtında deri tulum ( meşk)la yola revan Fikriye’nin; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün arasında ev damına ait  keçileri, koyunları tanımasının hayretinde   ‘çene, çenei, şu kulağı yırtık sarı bızek var ya  o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir), korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka koşturulan  keçiyi, koyunu dudaklarını büzerek çıkardığı  ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ lerle   bacağından tutup önüne çektikten sonra  kalçasına  sevecen  şaplağını indirerek ‘sakin, sakin ol… güzel kızım’la sağdığında bakraçta köpüren süte bakmayı; ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini   haklı çıkaran  saman, ot yığınlı    hayvanların  yemlerinin de  depolandığı  evin biraz ilerisindeki “kom”larda tutulan  koyunlar, keçiler gibi otlaklara,  yaylaya (ware) çıkarılmayan çobanın sabah ahırdan alıp akşama doğru köye getirdiği büyükbaşların; inek, dana, camışların (manda)nın  herhangi  bir şey yapılmasına   gerek bıarkmadan kendiliğinden sürüden ayrılıp evin karşısındaki taş zeminli  ahıra  yönelmesini;  bazen akşama doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde tahtadan yapılı  ‘yaguk’  kullanılıncaya kadar ,bütünlüğü  bozulmadan  çıkarılmış keçi,  koyun  derisin  sıcak suyun içine batırılarak kıllarının yolunduğu,  üzerindeki tüm yağlardan arındırıldığı  epeyce  zahmetli  işlem sonrası yapılan   kızıl,  siyak renkli tuluk ( meşk)’un  tavana  bağlanan kalın halata,  bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e bağlanarak yoğurt ve soğuk su doldurulan  başından bağlandıktan,    yaguk’un   tahta kapağı kapandıktan sonra ayranın   uzun süre ileri, geri itekleyerek çalkalanma sesini duyar duymaz yataktan ya da  nerede bulunuyorsa ordan  koşarak yayık yayanın yanında biterek  ‘ben yapayım’- ‘çenei…çenei rahat durun, o kadar iş var daha, bırakın da bitireyim, oyalamayın beni,   gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine ‘yorulmam ben, sen  otur biraz’ yalvarmasına  ancak on dakika  dayanabileceğini  bildiğinden  ’tamam’ pes eden büyüklerden genellikle de Fikriye’den koparılan izinle  yayığın başına geçtiğin anda çalkalanan  ayranın  ritimli “tık, tık, tok tok”una  karışan  dere Çor’un,  Mengéli’n, köpeklerin, tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları  senfonik  konsermişçesine köyü inletirken, teknolojik devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme, yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere, betimlemelere ihtiyaç bırakmayacağı 20.inci  yüzyılda yaşayacak, dewa ma Badan’da ki  sülale ortamını, doğayı gözleyecek Proust ‘un kalabalık arasında hiçlenen benliğin  devinimini, acısını, aşkı, ölümü, umudu nasıl,  hangi  sözcükler, betimlemelerle  dile getireceğinin merakında  kim bilir  belki ‘betimlemeler, imgelemeler, sözcükler arasında debelenmeye ne gerek,  yormayayım kendimi; vereceğim  linki tıklayarak gözlerinizle görün anlatacaklarımı,  hissettiklerimi  de  arada sıra da blog’umda  yayınlayarak yazma  hevesimi tatmin ederim,  hem istediğini  fotoshoplayacağın  görsellik varken;yazında betimlemenin sonunu kutlayabiliriz der miydi  acaba? yı  düşündüren multiculture de; seçtiğin cümlelerle nasıl yapıldığını doğru  ifade  edemediğin ‘yayık’ olayını üstelik  bir tane de değil http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html  yukarıda verdiğim şu üç  linki tıklayarak  görebilirsiniz yazarak okuyucuna  anlatmayı denesem mi ?? heyezanında debelenen, şayet  yazınla uğraşanlar böyle bir yol denese ki  haklısın kitap okunan ülkeler listesinin en sonlarındaki  Türkiye’de  revaçta olacak  düşüncen ortalığın  20, 30 sayfalık romanlardan geçilmeyeceği edebiyatın cenaze namazına davetiyedir .Senin bu  tembelliğe serenatlı uyanık aklına tüküreyim fazla uzağa gitmeyin e mi evladım? devam et yazmaya; arada  sırada  yaymaya ara verilip kapağı açılan,  parmak daldırıp  ‘oldu’, ‘az kaldı, beş on dakika daha’, ‘offf bitti nihayet’le çalkalanmaktan köpük köpük  ayranın  döküldüğü,   içinde  çamaşır da kaynatılan,  yıkanmak için su da ısıtılan kara kazanların üzerinde  toplanan yağlar ( ronu teze’nin) elle topak  yapılarak  bakraçtaki  soğuk suyun içine atılmasını; sonrasında odun ateşinin  üzerine konan kara kazanda çürütülen  ayranın  beyaz tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle  kışın, yazın  yenecek çökelek (dorak) deri  tulumlara aralarında hava kalmayacak biçimde elle bastırılırken bazen  katların arasına  tereyağı da konularak  ‘hoş dorak’ yapımını  izlemek;  yer yer paslanmış, emayesi, kalayı dökülmüş  tencereye konulmuş buğday,  yemek artıklarıyla    tavuklara yem vermek, kovalamak;( gomeyi,  davuleyi ) ahırı, kümesi teftişlemek, iş yaparken  üstleri kirlenmesin diye önlerine önlükten geniş peştamal takan kadınlardan farklı hiçbir yeri kirlenmesin diye  elbisesinin  üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler gibi kolunun  yarısına kadar çekilen siyah  bez kolluklar kullanan titiz anneannenin eteğine  topladığın yumurtaları koymak bazen de toprak, saman, su karıştırarak yapılan kerpiçleri kürekle kalıplara dökmek,  uçsuz bucaksız  geniş   alana serilmiş dizi dizi  kerpiçlerin üzerinden atlamak, aralarında oluşmuş  labirentli yollarda koşmak benzeri  ucundan kıyısından tutulan onlarca faaliyetin, etkinliğin içinde saatlerin  nasıl geçtiğinin habersizliğinde; babanın yıllık izni genellikle yarısı kış altında geçirildiğinden değeri büyük  salatalığın, sebze ve meyvelerin  ancak yenildiği, başakların olgunlaşıp sarardığı  harman zamanına denk geldiğinden (ma şérére cıwéna ser) haydi harmana gidelim, dövene bineriz’ eğlencesiyle  dibe vurmak için harman alanına uğramadan akşamın edilmeyeceği çocuk zamanlarında; ufak  taş köprüyle karşı kıyısına geçilen  deré Mengelî’le arasında bir iki ağaçlık mesafede  neredeyse bitişik , iki erkeğin çimen, uzun saz, kamışları yün eğirir gibi  bükerek yaptığı kalın ot halatlarla bağlanmış arpa, buğday saplarının; samanların  üç çatallı bir sopayla  yerleştirildiği  öküz arabasında  ya da insan, at, eşek  sırtında taşınarak  istif de edildiği harman alanına dağıtılan olgunlaşmış başaklar; altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu, ezecekleri  buğdaydan ( usareden)  yemesinler diye ağızları kalın  bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın  çektiği önü hafifi kalkık tahtadan döven ( moşene ) de bir nevi arabadaymışçasına uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi Leyla onu da diğer  beş kızı gibi  on iki yaşında “kocaya” verilmesine susacak, bir kız için evlenmekten başka bir alternatif olabileceğini düşünmeyen  anneannenin ‘bahardır.Murat yükselmiş; çağıldıyor, gürlüyor, yıkıyor geçiyor.Her yer, köprüler  sel altında,  kimse geçemiyor karşıya, Turna bakmış  yükseklerden insanların acizliğine seslenmiş  Murat’a  “ suyun yükselmiş Murat, Turna’nın umrunda mı ? qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e”  siz kızların ki de Turna hesabı.Evde iş, güç mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak,  varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın, öbür gün gideceğin el, evinde senden dövende oynama istemez,  iş bekler, iş…’  öfkesine değerdi değmesine de,  altındaki başağı  sapından samanından ayırmak için durmadan dönen hayvanları  ayakta idare eden büyükler düşünmediklerinden indirmeyi,  dakikalarca dövenle dönme,  ortaya çıkan hışır, hışır ses, buğday, çimen, ot, çiçek karışımı  koku   mideyi bulandırıp başı döndürdüğünde , göz kararttığında anı kollayıp,  atıverirdin kendini otların arasına.Bir dakika!  sadece bir tavsiye yanlış anlama asla  yazanın kurgusuna müdahale değil amacım. Okuyucunu  Google’da     “harman dövmek”  yazdıklarında karşılaşacakları  “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi hey…”, “Eskiden harman döğme gem sürme döven sürme böyleydi”  başlıklı Youtube videolarını seyretmeye yönlendirseydin  dövene dair  bunca satırı yazmayacak ???? işaretli olsan da ultra post post modern, bir yazıncılık daha mantıklı değil mi? Böylece okuyucun da kuzenin Leyla’nın ölümüne giden sürece bir an önce kavuşur. Bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin;  duyguların eşliksizliğin de süratle, çarçabuk  izlenerek tak…tak…tak  olup bitmesinden yana insanların fazlalığında bu ultra modern Alfa çağda , uzun satırlarımın sıkılmadan okunmayacağını bende biliyorum ama üzgünüm her  ayrıntının  önemli kıldığı  geçmiş belirlediğinden  geleceği; ultra Alfa okuyucuyu memnun edeceğim diye  beklentisini karşılayamam. Sen sıkılsan da devam et okumaya  Daye kurbane cane ! kim bilir,  belki ilerleyen sayfalarda kendinden de bir şeyler bulacağın  sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ve sapından, buğdayından, arpasından, çavdarından  ayrılacak kadar dövenle çiğnendiğinde kürekle, tırmıkla harman alanının ortasında  koni biçimi verilerek  toplanan, bazen ertesi güne bırakılacağından düşecek çiğden,  yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen  ‘pencereleri kapatın, ambarda, kilerde, ortada  açık bir yiyecek bırakmayın her yer  toz, toprak  dolar şimdi’ uyarısını yapan ağızlarını burunlarını leçeklerle, bezlerle  örtmüş erkekler genellikle  akşama doğru rüzgarın estiği yöne göre başakları tanelerinden, samandan ayıracak  savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya doğru inerek  başladıklarında; öksürük sesleriyle  birlikte  göğe yükselen kalın,  ince  sarı bir toz bulutu köyü karartırken , saman, toprak karışımı çer, çöp  de her yere; bostandaki meyveye, sebzeye,  kirpiklere,  saçlara, elbiselere konacaktı. Sonrasında  önce iri ardından seyrek gözlü  kalburdan  geçirerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı  ayıran kadınlara, erkeklere   güğüm, testi, bakraçtan ziyade  hafifliğinden taşıması kolay alüminyum   kovalarla  çeşmeden soğuk su taşımayla görevli çocuklar da bezlerin, naylonların  üzerine serilecek çiğliğinin  karnı ağrıtacağını bildiklerinden arakladıkları buğdayı, mısırı   yakacakları  ateş de ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacak da  kavuracaklardı. Çuvallara, tenekelere konulan buğdaylar  öküz, el arabalarında veya  sırtta taşınarak   köyün değirmenine gönderilirken,  alıkonulanlar   yıkanır, kara kazanlarda haşlanır, kalbur, bez üzerinde  kurutulur, azıcık ıslatıldıktan sonra  nasıl yapıldığına akıl sır erdiremediğin  dedenin evinde olduğu gibi  ev önünde sabit toprağa  gömülü olan ya da  olmayan ama her evde bulunan koca dibek taşında kaldıramayacağın ağırlıkta  ağaç,  taş tokmaklarla bir tenekesi  için iki kadının ayakta en az   2, 3 saat kol gücüyle  dövmesiyle elde edilen bulgur; bazen de  yapamayacaklarını bildikleri  çocukların denemelerine ses çıkarılmayan  taş değirmen (distar) de yapılırdı. Hava kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli acelelikte ta   gece yarılarına kadar sürecek bir dünya işin varlığında  etrafındaki kadınların hiç olmasa gece dinlendiğinden arıdan daha fazla çalıştığı yazda,   kimse karışmadığından akıllarına eseni yaparak, tarlaları, tepeleri, dağları taşları  gezerek, dere kıyısında oturarak   gün tamamlayan su ihtiyacını  çeşmeden, dereden karşılayıp, açlıklarını kenger, yemlik ağaçlardan elma yabani armut erik   toplayıp bastıran   ancak çok acıkmışlarsa  yanına uğradıkları koyunlardan kırpılan yünleri dere de   taşın üzerinde tokmakla yıkma gibi keyifli  işlerinde yardımlarına koştukları  ebeveynlerin;  kendilerini  geç ya da hiç fark etmeyen  ilgisizliklerinin çocuk ruhlarda yara açmaması herhalde bütün çocuklar aynı  tavırla  karşılaştıklarından bunun  yaşamlarının doğal bir parçası kabullenmeleri olduğunu  düşünmeyecek hengamede Champs Élysées’deki dükkândan satın aldığı akik bilyeleri buluştuğu Marcel’e hediye edecek Gilberte gibi roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen  zarif,  arkadaşlardan bir haber  göz önünde ip gibi arka arkaya dizilmiş  yuvalarına yiyecek stoklama  eylemindeki  karıncaları,  peteklerine girip çıkan arıları,  yıllar yıllar sonra  “insanların arasında da yalnızlık duyulur, dedi yılan….” cümlelerini okuduğunda Can’a,  gözlerinin bir o yana bir bu yana salınmasının ardından gelen “bu neydi şimdi”li  kalakalmış   yüzdeki ifadesine  bakıp  ‘Küçük Prens’i anlayan bir tane çocuk varsa kör olayım’ dediğin  onun sahip olduğu ; filmlerde sık rastlanılan yan yana uzanmış iki kişi arasında   ‘yıldızlar nasıl da parlak, bu ben şu da sensin, bak yıldız kayıyor haydi çabuk bir dilek tut’ repliğini tekrarlatacak “gülümseyen   yıldızlarını”  gözlemeyi  akla getirmeyen “kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli paragraflar  yazdırtacak ucuz bucaksızlığından renkli  hayal dünyasının kapılarını aralayarak, düşünme yetisini, dimağı  geliştirecek; senden bir önceki şehirde okuyan genç kuşak  getirinceye kadar -kapısı cam çerçeveli  küçük dolaptaki birkaç  kitabı gördüğün  Kasman (Xasıma) da  şiir yazan dedenin “baba oda”sı hariç köydeki ev damlarında   hiç görmediğin  kendilerini de okumadıklarından   okusunlar  diye  Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi,  Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali hatta Nasrettin Hoca fıkralı hiç bir kitabın  çocukların eline tutuşturulmadığı  dünde   en büyük düşmanı üvey baba, üvey anne kılan, Valdermort’u defetmeyi  planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter, Alacakaranlık (Twilight) ta  nasıl oluyorsa kan emen  ama sevimli vampirler Bella, Edward ; cadı Sabrina, Selena, Spider Man  olunmak istenen Narnia Günlükleri,  Netflix izlenerek büyülünen bugünde tahmin edemedikleri bir işsizlik, mesleksizle karşılaşacak  akıllı telefonlar, Facebook, Instagram da  yediklerini, içtiklerini görgüsüzce paylaşıp, sosyalleşmeyi de  kendileri gibi düşünen yüzlerini görmedikleri Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram  kullanıcılarıyla yazışma algıladıklarından  empatiden, acıdan ve dahi  hayatın gerçeklerinden uzak etrafındakilere acı çektirmeyi seven Z , Alfa kuşağının   Justin Bieber, Selena Gomez  için ağladıklarına bakıp  sanki Öyle Bir Geçer Zaman Ki Ali Kaptan’ın, Halil Güneşli’den farkı varmış gibi Üvey Baba’da ağlanmayı hak eden Lamia’ya ağlayanları eleştirmelerinin manasızlığında;  saman kağıda basılmış bol imla hatalı kitapların yerini almış televizyonların Lamia çilekeşliğini çektirdikleri  Küçük Emrah, Küçük  Ceylan’nın oynadığı   Üvey Baba’nın,  Küçük Besleme’nin bin beteri dramlarla dolu  Prime Time’larını kaçırmamak için tepsisine kumandasını, çay meyve,  çekirdek, kek  tabağını almış gecelikli, pijamalı, eşofmanlı kucaklarındaki  mutsuzluğu, mutluluğu tahmin edeceğinden yaşayamadıkları ama olmak istedikleri ne varsa  ne varsa aşk, zenginlik, kariyer, patron, çete reisi,  özgüven, mücadeleyi tadacakları  Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur  dizilerini,  başka evlerde yaşananları, başkalarının, yakınlarının hayatlarını  gözlemeyi, içinde olmayı sevdiklerinden Esra Erol,  Müge Anlı, Zühal Topal’ların   realite Show’larının sadık izleyicilerinin ‘ iyi ki bir defa çektiniz durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız hatrım kalır’ demeden on kere izleyecekleri  onlarca  Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin senaristlerinin  yönetmenlerinin , yapımcılarının  neyse  yazdıkları , onun da yazdıkları oydu  demeyip;  o  filmlerin, dizilerin  altına  “spoiler”  yazanların yaz tatili sonu   ilkokulda ‘bir eğitici, öğretmen bu tür  psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder  şuncağız çocuklara? Hem çocuğa kederi önceden öğretmenin ne gereği vardı, zaten kederi öğreneceği bir coğrafya karşısındayken’  ifritiyle  Kemallettin Tuğcu’ya yüklenmeleri neyin nesidir diye düşündüğün  bir neslin; özellikle taşralı  dar, orta  gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını; hayata hep hüzünlü tarafından baktıracak   “tuğcu sendromu”yla tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmalarının en… en önemlisi de  kendilerini  kötü hissettikleri  en kötü anda bile  babasını kaybedip annesiyle şehre taşınan, orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten  seneler sonra döndükleri köyün tamamen yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun  başından geçeni anlatan az önce bitirdikleri  romanı hatırlayıp  “olsun  her şey bundan da kötü olabilirdi”  kanaatkarlığına , kaderciliğine  teslimini  sağladığından,  kesinlikle, üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli   “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu için gizli gizli ağlardı” ruh halinde   camdan seyrettiği oyun oynayan  mutlu çocukları  görmeye dayanamadığından belki de konularından  acıklı isimler Öksüz Oğlan, Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim Malı …koyduğu hemen her romanının,   “çocuk acı çekmeli” ana fikrinde   temellendirerek   annesi babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi üstüne fakirlikten   acı çektirdiği  yavrucaklara üvey anne ya da babası tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan  büyünce tek satırını  değil de  her birine yüzlerce gözyaşı harcandığı  hatırlanan öğretmenler istediklerinden,  yatağa uzanıp   fotoroman gibi ard arda okumanın  etkisinde kalarak  fırça yedikleri, kavga ettikleri öz annelerinden ‘sen benim üvey annem misin? niye bana böyle kötü davranıyorsun? bohçacı kadından mı aldın…kesin ben üvey çocuğum’ şüphelenme dışında,     yetiştirildikleri evlerde büyüklerin  acımasızlıkları  gördüklerinden  ‘çocukların acımasız’lığını    destekleyecek senin  on bir  yaşında ilkokulu, beşinci sınıfı  bitirdiğin yıl  AP’den senatör  tanıdık vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın yaptığı  gecekonduya, mahallenize iki, üç  kilometre  var, yok uzaklıkta az ötenizde Ulucanlar cezaevinin avlusundaki kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde   sabaha karşı 03’de idam edilmelerini  %98 ‘inin sevineceklerine inandıkları Türkiyelilere  müjdelemek  için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin neredeyse hepsinin ortak  “ Gezmiş, İnan, Aslan idam edildi”  manşetine ‘aman Allahım olamaz asmışlar’ inanmazlığıyla bakmasına, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp  tutuklandıklarını radyodan öğrendiğinde  ‘  vah…vah ne zulüm yapacaklar kim bilir bu gençlere’  üzüntüsüne bir sebep bulmadığın yıllarda  babadan, atadan CHP’li olmakla gurur duymak ne kelime  ömrü boyunca sadıklığından  onaylamasa bile politikasını  vazgeçmeyen; hatırlamadığın ama  ‘Hakife ‘teyzenizle çay içip hemen  geliyorum, evi yeni temizledim  kirletmeyin ‘ uyarısına  eve döndüğünde kardeşlerinle bahçeden kovayla getirip salondaki halı üzerine koyduğunuz öbek öbek   topraklı cevabınıza ‘durun hele ben sizi  döveyim artık’ bağırmasıyla   eline geçirdiği sandalyeyi aldığını görünce karşısına dikilip ağlayarak ‘ben küçüğüm, beni değil  gücünün yettiğini döv’  dediğini  sana  hatırlattığında- ‘muhtemelen seni döven babam karşısındaki suskunluğuna itiraz etmişim’ diye düşündüğün- ‘işte o günden sonra ne zaman pataklamak gelse içimden senin sözün aklıma gelir , vazgeçerdim.Ama ‘yok yalan söylemeyeyim bir gün kız kardeşin sabah çıktı akşam döndü eve telefon yok, yol yok, otobüs yok geldiğinde  ‘nerdeydin’ -‘hala kızı Vaide’yle Kızılay’a indik gezdik’-‘haber verseydin istediğin yere gitseydin’le hırsımı almadığından çok değil az dövdüm’  diyen,  çocukluğunu,  ergenliğin savrulmalarını büyüttüğü çocuklarının yanında  yaşadığından ‘hiçbir çocuğum beni anne olarak görmedi, onların,çocuklarının hizmetini yapan biri oldum hep’ ukdesini yaşayan çocuk gelin  annenin, dayına ‘ bizim Luto (Lütfiye) bugün  bana  iyi de nasıl geziyor bu insan denizde’ demesin mi  hayretine  teyzenin de bir gün,  inanması zor ama gerçek ‘ ben  Deniz’ in isim olarak  bir insana takıldığını  bilmediğimden Deniz, Deniz diye duydukça  radyodan adını sanıyordum ki  denizin üzerinde dolaşıyorlar’ açıklamasını yaptığı günlerde her gün sabah,   öğle, akşam ajansında radyoda aranan “anarşistler” listesinde bir numara olarak  adı okunduğundan ve de  üniversite sınavlarına hazırlanan devrimci dayılarının  örgütleyerek  sempatizanları  yaptıkları ilkokul mezunu annenle anlamını bilemeyeceği ‘şimdi bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem, yatsın öyle anlatırım… ‘ gizliliğinde usul konuşmalarından anarşistlerden yanalıklarını,  anlayamadığın bir nedenle de askerden  korkmalarını hissettiğinden ‘bemrad  benim canımı yedin’le  kızan  annenden intikam almanın yolunun ondan daha güçlü gördüğün askerlere şikayetten  geçtiğine inanarak, sıcak havalarda  ayaklarını  camından çıkarıp  geceye, rüzgara emanet ettiğin altındaki somya yatağının  üzerine çıkıp açtığın pencereden, evinizden  bir caddeyle ayrılmış mesafedeki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine doğru ‘askerler dinleyin! annem anarşistlerin,  Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ bağırmanı duyduğunda al  al  suratla koşup seni kolundan çekerek uzaklaştırmasına karşı koymandan dolayı ter içinde kalan sonunda elinden kurtardığı  pencereyi kapattığın da ‘ kızım sen deli misin? Ya askerler duyduysa … bırak askerleri ya komşular duyduysa…’ çırpınmasını gördüğünde yaptığının çok kötü bir şey olduğunu anlayıp bu defa korkudan, üzüntüden neredeyse ağlayacak halde gelip pişmanlığın bakışlarına yerleştiğinde  hâlâ  olayın şokunda başını yumruklayarak  dolandığı odada sana dönerek söylediği   ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır sen yetiş, yardım et …‘ne yaptın gelip beni alıp götürseler kim bakar size’ cümlesinde ‘kim bakar size’ de ki eve babanın getireceği  bir üvey anne ya da  üvey baba tokadını dayak yemediğinden değil   daha bir acıtacağını sanmanın  sebebi hikmeti ; coğrafyanın hüzünden, acıdan, savaştan, yoksulluktan soyutlayarak onlara pembe bir dünya çizmek yerine sırf  hayatın her döneminde karşılaşılacak “iyiler her zaman kazanamaz, her öykü mutlu sonla bitmez”  mesajından dolayı  okunmasında  beis görmeyeceğin   Kemalettin Tuğcu’yu;  üzerinden buz sularının geçmesi için ayaklarını daldırdığın içindeki kaya gibi büyük taşların üzerinde  düşmemeye çalışarak geçtiğin   karşı kıyısında köylülerin dinlenme, gençlerin elle ya da dinamit patlatarak  balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri ormanlık  deré in’de,  deré Mengelî ‘n sesine karışacak hıçkırıklarınla  okuma zevkinden  azat edildiğin    ‘Leyla’yla öldüğü sene vedalaştık mı, ne dedik birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi bana’ sorularını   karanlıkta bırakan, o günlere ait  silik, bölük pörçük  birkaç anı; bugüne kadar getirdiğin, çocukluğundan.

 

2448850cookie-check“Sen de Barbie bebeklerine anlat benim yazdıklarımı III”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.