Üç yıl…üç yıl… artık bir hastaya eder gibi refakat edilecek, fani bir zemine oturtulacak hayatı; simsiyah, yıldızsız gecelere boyayacak bir haberin gelişi… alınışı…bir insanın öldüğünü duymak…öğrenmek; olmayan, şeytaniyken niyeyse inatla olduğuna inanılan, belki de sanılan büyülü, çekici, kışkırtıcı hayatın parlaklığını solduran, o tatlı uykuları…o hiç gerçekleşmeyecek oyalanılan hayalleri… geleceğe umudu; saat gece yarısını vurmadan bitiren, kırdığı parçalarıyla bütünü dağıtan, ‘ben’i geride, ölenle yaşanılan geçmişte bırakacağından bugünü, şimdiyi zora sokan…sokacak ölümün aniliği; kaybın da.Bu vahşi… bu çirkin… bu nefret edilesi…bu geride yalnızca ceset bırakan, ‘ben’deki en ücra hücreyi dahi es geçmeyip lime lime edecek hoyratlıkta, fesat; kimsenin kimseye riyakarsız, içten yoldaş, yaren, sevgili olmadığı, olmayacağı, olunmayacağı bilinmesine rağmen illa kalbi , ‘ben’i hançerleyen, ruhu, iyiliği zehirleyen deneyimi tadarak enkaza dönmekte ısrar edildiğinden, belki de zihinde var olduğundan gerçekliği sorgulanacak kadar karanlık yalnızca kavramlarda yaşayan erdemli, dostça, kardeşçe ilişkiler yaşanabilirmişçesine, varmışçasına davranmaktan vazgeçmeyen milyonlarca insanla dolu, üstüne meşakkati de kendinden menkul bu dünyada; kırıklarını kimsenin toplama zahmetine kalkışmayacağı acı…ölüm.. ihanetle parçalanan kalbin, ‘ben’in; insani değerlerin, hakların kutsadığının iddia edildiği modern toplumda, yanı başındaki kimse ona; ebeveyne, evlada, kardeşe, …, …, dahi uzak, yabancı benciliğin nirvanasındaki insanların, kimselerin duymak istemediğinden duymadığı, duymayacağı nafile, biçare cümleleri, isyanı; hayata, ölüme, acıya.Demek ki, an’da acı var; gün de… ay da… yılda da.Yaşam dediğin de; azıcık neşe, bol hüzün, keder, imkansıza; mutluluğa, iyiliğe, aşka erişme çabasının beyhudeliğinde hiçlikte sonlanacak ‘ben’i, ruhu yetmezmişçesine diğerlerini de eğlendirme için biteviye çırpınmanın; zihin niyesini anlayıp, olmayacağını kavrayana kadar da hayal edilene…istenene kavuşamamanın, iyi yaşayamamanın yıllar geçtikçe anlaşılan kaderi, tercihleri, hayatı belirleyen doğulan aile, coğrafya, hazır bulunan köken, mezhep, din benzeri olgularla, yetiştirilme koşullarını değiştirme gücüne sahipsizliğin; dalgalanmalarının altında boğulacakmış hissinden, çalkantılarından, heyezanlarından yorgun düşmüş; kopuşlarla…kaybetmelerle sarmalanmış ‘ben’i baştan çıkarıp yolunu saptırtan, eninde sonunda varılacak gözyaşlarının sığınağında ‘yalnızlığa’ henüz ulaşmamışken alınan inanılmaz…ani… yıkıcı… ölüm haberinin getirdiği yere inecek alçaklıktaki puslu bulutlarda öldüğünü öğrendiğinle, onunla birlikte kaybedilecek, yitirilecek ‘ben’; kendin; içinizdeki ölmüş parça size aittir ne de olsa; kimse bilmez; kimsenin bilmesi de ‘gerekmez’li varoluşun da çıkmazı.Üç yıl ‘meğer sen! yaşadığında ne kadar da tam; hayat da onca felaketine ne kadar da keyifliymiş, şimdi bir parçam zamansız kesilip, koparıldığından hep eksik…hep yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum da .Zaten adı, konumu, temsiliyeti fark etmez başkaları gibi, hayatın lüzumsuz efendilerine dönüşecek anne, baba, kardeş, eş, evlat, sevgili, arkadaş, yoldaş, patron, siyasetçi, lider vesaire vesaire, tanıdık tanımadık kim var kim yoksa, istisnasız, hakları varmışçasına elbette çekiştireceklerinden, nefesi keseceklerinden çekiştirenlerin elinde kalmış öğretilen bir hayattı benimki de; yaşanmışlıklarla öğrendiğimi, bildiğimi sandığım, inandığım her şey de yalan çıktığından; yaşananlar, belki ben de, koca bir yalandım… yalanmışım… ‘la dövünülen üç yıl…üç yıl… Daha ölüm haberini almadan önce öylesine de azken, hayata dair keyif aldığın ne varsa onun sonunu; son baharı…son yazı…son kışı… son güzü… son hazanı…son kahkahayı…son neşeyi… son heyecanı, hevesi…son yürek çırpıntısını… yaşadığını bilmeden geçirdiğin günden sonra, yokluğunda yaşanacak beşinci mevsimde değil henüz sen yaşıyorken, hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların üzerinde Cüneyt; Munzur’un kıyısında gerilla günlüklerine dalmış Lorina’yla, Bejna; deli deli esen poyraza vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan gözümün içine baka baka arakladığın arkasını düzeltmelerimle karaladığım müsvedde A4 kağıda resim yaparken ‘sen’; belki bir gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda sen9.doc uzantılı dosyada saklı roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni kaybettikten üç yıl sonra ancak…bugün açabildim.
Bugün; düşünce dostunuz otuzyedi aydının yürekleri, vahşi bir kabilenin üyesi yamyamlarca, hem de can güvenliklerini sağlamakla sorumluyken, yönetimine egemen etnik kökene, mezhebe, dine mensup olmayan azınlıktaki vatandaşlarının katlini gelenekselleştirmiş devlet yetkililerinin, herkesin gözü önünde canlı, canlı yakılarak küle dönerken; yanık kokusuna karışan göğe yükselmiş ateşin etrafında toplanmış yamyamların ürkütücülüğü, bir insan az sonra ölecekken…az sonra bir insan öldürülecekken o öldürmenin…o ölümün hazzıyla atılan alkış tempolu sloganlardaki coşkuda gizli insana sevgisizliği, farklıya tahammülsüzlüğü şefkatsizliği, vicdansızlığı; insanın insana gaddarlığını, lanetle anacağınız, bir daha asla sevmeyeceğiniz “Sivas Katliamın“ın yapıldığı Temmuz ayının ikisinde; ertesi günün, tarihi onlarca katliam, vahşetle kabarıp taştığından ölümlere, vahşete, acımasızlığa methiyeler döşemeye alışkın Türkiyelilerden ziyade, ortaçağı anımsatan insan yakma barbarlığıyla donakalmış dünyadaki insanların gözünde Türkiye’nin imajını koruduklarını sanma aptallığının beyanı “İnönü’ye büyük öfke” manşetiyle çıkacak gazetelerde “ Sivas’ katliamı kurbanı 36 kişiden 20’si için Ankara’da düzenlenen cenaze töreni siyasi bir mitinge dönüştü….” İbareleriyle yer alacak, sonsuz egemenlik için katliamlar planlayan, örgütleyen, lojistik destek sağlayan, gerekliliğine inandığında sol, demokrat, sosyalist kisvesine de bürünecek, alanlarda, programında yıkacağını haykıran en marjinal partide dahil hangi parti, hangi lider iktidara gelirse gelsin kulluk edeceği, darbe müptelası militarist aklı derin devletin; tutuklandığın oniki Eylül öncesinde kullanıma koyduğu “Komünistler Moskova’ya”, “Bozkurtlar burada çakallar nerede?“, “Biz Biz Biz; Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” gibi, dört yıl sonra bindokuzyuzdoksanyedinin yirmisekiz Şubatında, olageldiği üzere yine laiklere destekleteceği darbe öncesi “ Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganlarıyla budayacakları kesimi ifşa ettirdiklerini yıllar yıllar sonra fark ettiğin, yer yer yanmış bedenlerinin içine konduğu, üstüne bayrak örtülü tabutlarının ardından Dikmen caddesinden Meclis’e doğru binlerce insanla yürüdüğün Temmuzun altısındaki cenaze töreninde; hep öyle olmaz mı? susarsın… susarsın sonra bir gün beraberinde toplumda, işyerinde, ailede, evde, mensup olduğun grupta, cemiyette, dünyada; katlanmak zorunda bırakıldığın dışlanmışlığı, uğradığın haksızlıkları, insanı küçümseyen, hor görenlere duyduğun tiksintiyi, emeğine el koymasına rağmen kölesinden sürekli minnet bekleyen efendilere, patronlara öfkeyi ‘yeter artık, dayanamıyorum, ne olacaksa olsun’la yüzlerine haykırmayı, başkaldırmayı sağlayacak bir olayın, bir sebebin insanda o güne değin söylemek isteyip söylemediklerini söyletecek cesareti buldurması gibi, acıdan inip kalkan, öfkeyle kızaran ciğerlerin, maruz kalınan ötekileştirmelerle birikmiş hıncın, gözyaşlarının; havaya kaldırılan sol yumrukta somutlaşıp ortalara dökülmesinin gurur ve şaşkınlığında, şahsında katliamın sorumluluğunun simgeleştirildiği törene katılan Başbakan yardımcısı İnönü’yü; var olmuş, olacak her sistemin yönetenleri, yandaşları ve savunucuları; lider, yazar, çizer, düşünürlerince yaratılmış; hele de gelişmemiş bir ülke, topluluksa yer edineceği kesin “ devlet…bayrak….din… Kuran..İncil… Peygamberimiz…atamız..aile bizim için kırmızı çizgidir” anlayışıyla aşılması istenmeyen hassasiyetler…gelenekler…önyargılar eliyle çoğaltılmış, nasıl ki iyiliğin, vicdanın, iyi niyetin, naifliğin, zeka ve estetiğin dışa vurumu edebiyat, resim, müzik sinema, iyilik yapma, yardım etme, herkese saygılı davranmaysa ‘yeter ki insan olsun, din, mezhep, etnik köken önemli değil’ paylaşımlarının altına yazılan “kaçak elektik kullanımı Doğu da, Güneydoğu da had safhada, bu Kürtler yok mu , her şey bedava olsun isterler”, “ Ermeni piçi” , “Türklüğünle, atanla, dininle öğün” , “dünyanın başına bela Yahudiler”li içinden çıkılmaz, keskin bir ırkçılığın belirtisi paylaşımların tek getirisini; milyonlarca insanın ölümünün, Nazi kamplarının, işkencelerin, savaşların sonunda dünyaya, insanlığa zararı görüldüğünden artık yerilecek olgu haline gelmiş nefret, kin, intikam, ihanet, kötülük duygularının dışa vurumu faşistliklerini saklamayan, besleyen grupların ifşasının, şimdiye, yarına faydasını da atlamadan; bu devirde ergenlerin elindeyken birden 65 yaşındakilerin istila alanına girmiş; kimin söylediği yazdığı muamma kalacağından, yapılan hata, yanlışlık da düzeltilmeyeceğinden, genellikle de söylemeyen, yazmayan birinin söylediği yazdığıymışçasına ona şöhret getirecek ve neden ve kim için ve kim görsün diye yapıyorlar’ la anlam verilemeyen ‘ sen benimkine, ben seninkine like atalım, o hımbıl x’inkini de dislike’layalım ’ danışıklı dövüşte Twitter, Facebook piyasasına sürülen gerçek yaşamda sadece bir aforizma kalan, kalacak aforizmalardan en bilineni her ne kadar hoşgörülü çağrı gibi görünse de farklılığı, farklıyı bir yerde toplama çabası içinde o kişiyi damgalayan farklılığı vurgulamadan da geçmediğinden gül dokunuşuyla, içten içe inciteceğinden incittiği fark edilmeyen, süslemesinde derin bir ayrımcılık, ötekileştirme taşıdığını hissettiğiniz Mevlana’ nın “ne olursan ol gel yine gel” aforizmasının; bindokuzyüzlü yıllarda , seksenlerin darbeci çizmesiyle içi dışına çıkarılacak kadar ezilmiş Tükiyelilerce ve belki Madımak oteli önünde toplanmış kişiler tarafından da, demokrasiyi getirip, yolsuzlukların hesabını soracağına inandırıldıklarından iktidara taşıdıkları liderlerin, partilerin icraatlarıyla illa ki kıracakları yine büyük umutlar, büyük coşkuyla desteklenmiş Başbakanlığını iki yüzlülüğün mabedi taşranın nerden kimden ne koparsam kardır kurnazı Demirel’in yaptığı DYP- SODEP (SHP) koalisyonu zamanlarında, 1991 yıllarında, o günlerde daha yeni yeni kullanılmaya başlanan internet ve Messenger daki kısa mesajlaşmalarda paylaşılmış olmasının hiç bir anlam ifade etmediğinin; en derinlerine ekilmiş , ırkçı, faşizm odaklı kah bilinçli, kah bilinçsiz ama hep var olan, olacak cahilliğe tutunan, dünyanın en tehlikeli silahı haline gelebileceğini dört gün önce kanıtlanmış aynı havayı soluduğunuza, aynı toprakta yaşadığınıza utandığınız yamyamcı kalabalığın; karşıtı kalabalıkla birlikte yuhlayıp, çocukluktan şahit olunan katliamlar hep tekrarlandığından, asırdır “katil İktidar”ların tek farkı ismi olan Başbakanlarına, liderlerine göre öznesi değişen defalarca atılmış “katil …, Erim.., …, Evren, …, Demirel…, …, ” sloganını da “katil İnönü”yle tekrarlarken; dünyanın herhangi bir yerinde hiç tanışmadığınız, karşılıklı bir bardak çay içip sohbet etmediğiniz genellikle de yaşadığı yerin azınlıklarından, göçmenlerinden insanların başına getirilen felaketlere; bombalı saldırılarda, katliamlarda, faili meçhul cinayetlerde, savaşlarda, polis, erkek şiddetinde öldürülmelerine duyulan büyük üzüntünün, gösterilerle verilen tepkilerinin nedeninin; olayın mağduru taraftan, azınlıktan, düşünceden, gruptan, mezhepten, kökenden olunmasından kaynaklı, maruz kalınan öldürülmeli vahşetin sırf o aidiyet yüzünden gelip de sizi bularak tecellisiyle; ecel vakti denilen yaşlılığa varmadan hayatını kaybetme ihtimalinin, ihtimalliğini dahi kaybettiren gerçek olduğunu düşünürken katılınan tören, gösteri bitimi sonrasında mağdurlar ve o mağduriyet için sokaklara dökülen, gözyaşı döken kişiler değilmişçesine mağdurların başlarına ne geldiğini, çektiklerini; mağduriyetlerinin giderilmesine yönelik neler yapıldığını, hangi yasaların çıkarıldığını merakını, takipçiliğini miting alanında bırakarak, içindeki öfkeyi, nefreti kusmanın rahatlattığı benlikleriyle evine dönen protestocular, muhalifler gibi sende akşam -‘ daha kalabalık olur sanmıştım ama nerde ? oysa şöyle bir milyon insan toplansaydı, hep bir ağızdan haykırsalardı gericiliğe, şeriata hayır ! …eşit yurttaşlık hakkı diye bak bakalım bir daha insan öldürmeye kalkışırlar mıydı? İnönü’ye ne demeli, hiç sorumluluğu yokmuşçasına utanmadan kalkmış, gelmiş törene, suç mahalline dönen katiller gibi.İyi oldu yuhalanması, az bile yapıldı… yahu sen başbakan yardımcısının nasıl emir vermezsin Vali’ye, Jandarma Komutanına…nasıl emrin dinlenmez, sözün, emrin geçmiyorsa o koltukta niye oturuyorsun, ne işin var ? ‘- ‘ama biz Aleviler, hep yalnızdık değil mi?Niye katılsınlar cenaze törenimize.Onlara göre ne var bu memlekette, canları yanmıyor nasılsa… hep öldürülmüyorlar.’ –‘Sosyal demokratlar ne zaman iktidara gelse hep böyle olur Aleviler, Kürtler tırpandan geçer, katliama uğrar da ne olur ?katline aşıklar gibi yine onlara oy verirler.İşte bu yüzden hep çantada keklik olduklarından hep böyle ölecek, öldürülecekler’ – ‘ kızım, kızım Sivas, koca Pir Sultanı astı, ne beklenir onlardan’ yorumları arasında ana haber bülteninde katıldıkları cenaze törenini, mitingi seyrettiklerinde televizyon ekranında evlatlarının fotoğrafını taşıyan anne görününce ‘-vah… vah, vah ananız öleydi sizin, bir değil iki yavrusu birden gitti. ‘ – ‘Yasemin ve Asuman; ne yandım ben, ne yandım bu iki kız kardeşe, Allahım kimselere verme bu acıyı’yla gözyaşlarını tutamayanların gözünde; dünde, geçmişte uğruna ölünecek bir amaç; devrim, sosyalizm, özgürlük, eşitlik ya da özellikle de komünizme karşı devlet, beka, milliyetçilik mücadelelerine ölüm yoldaş, ülküdaş kılındığından, mücadelede; kavga, çatışma, savaş, miting sırasında istenen amaç uğruna; bir yoldaşın…bir ülküdaşın öldürülerek hayatından edilmesi ‘ölen ölür kalanlarla mücadeleye devam’la normalleştirildiğinden; öylesi bir mücadelenin dışındaki ölümlerde ‘nasıl üzüldüm anlatamam, yüzü gözümün önünden gitmiyor…ne kadar da genç, güzelmiş, çok ağladım. ‘ –‘Koca bir aile yok oldu gitti; emniyet kemeri tak be adam, bu ne hız, kaç kişinin hayatına mal oldu sarhoş araba kullanman.’ –‘İnsanın başına ne geleceği, ne olacağı belli değil dün malı, mülkü, ailesi vardı bugün deprem, sel evsiz, kimsesiz, mülksüz bıraktı .’ –‘Kim bilir ne derdi vardı da intihar etti….’ –‘Bu gece hiç uyuyamadım üzüntüden, kahroldum , annesi babası…” konuşmalarına sebep;bir akrabalarının, tanıdıklarının, adını sanını bilmedikleri bir tanıdığının ya da tanımadıklarının hayatın rutini bozan deprem, sel, çığ, trafik, iş, tren, uçak kazasında, ölümcül bir hastalıkta, operasyonda, savaştaki trajik ölümünü, intiharını gazetelerde, şimdiki zamanın gözdesi sosyal medya da okudukları, birinden duydukları, TV’de izledikleri anda; hissettikleri anlık olmasa da ki bazen anlıktır, haftalık…aylık matem, üzüntü; bir iki saat bilemedin bir, iki gün çoğu zaman ölenin toprağa verilişinden sonra yerini hayatın akışı da gerektirdiğinden rutine, dinginliğe terk ettiğinde; ölen kişinin elbiseleri, ayakkabıları, kitapları, cep telefonu, tableti, yatağı, su içtiği bardağı ona dair, kullandığı her şey; açtığı buzdolabı, televizyon yaşadığı mekanda yerli yerinde duruyorken, yaşadığı yerde onunla hayatı paylaşmışları geçmişe kelepçeleyerek müebbette mahkumlayacak, en ufak bir şeyin, bir su sesinin, bir kahvenin, bir çiçeğin, bir parfüm kokusunun çağrışımıyla saldırıya geçecek anıların; dünde yaşananları, geçmişi bugüne taşımasıyla hissedilen özlemin, çaresizliğin; her gün duyulan ‘ haydi ama çık banyodan geç kaldım okula, işe, servise’ -‘kahvaltı yapmayacağım, yolda bir simit alırım’ -‘çıkıyorum ben, geç kaldım’ – ‘bugün börek yapsan… ‘ –‘akşama bir şey istiyor musun’ sesini bugünde duyamamanın; yerine getirilmesi imkansız, aklı delirtecek sıfır ihtimalli sarılma, saçını okşama, konuşma, görme, dokunma isteğinin; ömür boyu kullanılacağından bir gün “böyle yaşamaktansa, ölsen daha iyi” dedirtecek öldürmeyip süründürecek kortizonlu ilaçların tek çare olduğu, iflah olmaz otoimmün, kronik bir hastalığa dönüştüreceği birlikte yaşanılanın ölümünün … bir insanın varlığının yok oluşunun vücudu saran, hep de kanayacak açık bir yaranın dinmeyen ağrısı…acısıyla ömrü tüketmenin, yaşamanın ne demek olduğunu; hayatı alt üst eden, edecek o kahrolası ölüm evlerini ziyaret etmediğinden, rahatlarının bozulmasını da geciktireceğinden ‘ gelmek istemediyse zorlamayalım, daha çok yeni acısı, elbet geçecek. Koca Nazım bile “ en fazla bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı” dememiş miydi ? Şimdilik ellemeyelim’ telkinleriyle yaşanan faciayı…trajediyi bulunduğu yerde hapsederek dışarıya yansımasına engelleme alışkanlığıyla belki öyle görüldüğünden… öğretildiğinden… yaşandığından tahmin edemeyecek, etmeye de kalkışmayacak; bilmeyecek, bilmeyen herkes gibi sen belki bende; “katiller bulunsun, hesap sorulsun”, “ ……. unutmayacağız” sloganlarını attığını silmiş hafızaya sahiplikte, hiçbir şey olmamışçasına; belki bir gün bir yerde bahsedildiğinde, payına düştüğüne inanılan görevi yerine getirmenin huzuruyla ‘aaa evet nasıl unuturum o katliamı, cenaze törenine, protesto mitingine bende katılmıştım’ diyerek yaşla, genetiklikle ilintilisiz savaşı çıkarıp, darbeler, faili meçhul cinayetler düzenleyerek , işkence, şiddet uygulayarak kadını, çocuğu taciz ederek, iş trafik, tren kazalarını yaparak önlenebilir ölümlere meydan vererek düşürdükleri ateşle yaktıkları sıradan evleri cenaze evine dönüştüren sorumlularının bulunarak, cezalandırılmasının ardını bırakıp unutuşa terk etmeye de meyilli…hazır ve de nazır olunduğundan; olanın…yaşananın ötesine…sonrasına bakmadan ateş düşürülen cenaze evlerindekileri; orada öylece acılarıyla, anılarıyla birlikte baş başa bırakmayı yadsımayan doğal kabullenmeyle; katıldığım cenaze töreni sonrasında okuduğum; insanları etkileyerek yeniden yeniden okunmasının, kendisi ve eserleri hakkında başta Samuel Beckett , Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir’le Alain de Botton olmak üzere düzinelerce yazının kaleme alınmasının nedenlerinden biri; hayatında yer almış zamanındaki Fransa burjuvazisine, aristokrasine mensup dedikoduyu seven, tabu sayılan eşcinselliklerini gizleyen, Dreyfus davasındaki tutumları, arzuları, hazları farklı onlarca kişiden ya da bir kaçının karmasından yarattığı roman kahramanlarından her birinin, Guermantes Düşesi Mme Oriane’ de; ikibinonaltı yılının Mart ayında modacı Fortuny’nin tasarladığı, 50’ye yakın elbisesi, Paris’te Palais Galleria’da sergilenen ince belli, zarif Greffulhe Kontesi Elizabeth gibi yaşayan bir karşılığının bulunması kadar, uykuya geçişi otuzsekiz, uyanma sırasında düşündüklerini, yaşadıklarını üç sayfa da tanımlamak gibi gündelik hayatta pek çok insanın fark etmediği, dikkate almadığı belleği yönlendiren sonsuz sayıda ayrıntıyı yakalayıp; hatıraya indirgenmiş geçmiş, şimdi ve yarının iç içeliğindeki bilinç akışıyla; her an… her hisle ilgili duygusal, gerçekçi tespitlerini kelimelere döken, bugünkü yazarların yazmayı kolaylaştıran teknolojik olanakları düşünüldüğünde o koşullardaki çabasına, zekasına, yeteneğine müteşekkir kalınarak hayranlık duymamanın imkansız olacağı Marcel Proust’a ikiyüzsekseniki sayfa roman yazdırmış, aile efradının yaşadığı ilişkilerde de görüleceği üzere aşk denilen insanın kendi kendine yarattığı duygunun; genellikle kültürüne, aklına, tahsiline, mesleğinde ki başarısına, güzelliğine, gıpta edilenin boyuna posuna yakıştırılmayan, arasında fersah fersah mesafe, fark olan özelliklere sahip birinde vücut bulduğunun, bulmasının sayısız örneklerinden olacak kremasız sade kahve kıvamındaki sevgilisi- hele de takipçi sayısı kendisini kat be kat geçmiş kültür, turizm elçisi Şeyma Subaşı’nda aşkı bulacak bir Orhan Pamuk nasıl herkesi demeyelim de pek çok insanı hayal kırıklığına uğratıp , o ilişkiye anlam verilemeyecekse aynı şekilde hayatındaki kadın, erkek sevgililerden biri olan fotoğrafına uzun uzun bakanın sadece seyretmek için yanında bulunmasını isteyeceği yetenek ve yakışıklıktaki besteci Reynaldo Hanhn dururken- Alfred Agostinelli’ye duyduğu romanında böylesi bir aşık olma durumunu “Ayrıca, entelektüel ve duyarlı erkeklerin daima duyarsız ve düzeysiz kadınlara teslim olmaları, onlara bağlanmaları, sevilmedikleri ……”yle bahsetmekten kendini alamayan- tutkulu, takıntılı, uyutmayan kıskançlıkta olmasına hayret duyduracak, hayıflandıracak sevdasının; hediye ettiği uçakla seyahateyken, uçağın Akdenize düşmesi Alfred’in aniden ölmesiyle sonlanması gibi, romanında ki Albertine’nin de hediye edilen attan düşerek aniden ölmesiyle kimi zaman Marcel olarak adlandırdığı anlatıcının ağzından yaşadıklarını, özlemini, acısını damlattığı “ıstırap , insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder… teselli bulmam için bir değil, sayısız Albertine’ni unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla aynı üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım “ lı hüzünlü satırlara; görmek için can atılan ama başta ekonomik diğer nedenlerden dolayı gidilemediğinden sanal gezinme imkanı sunan teknoloji sayesinde Google da, web sitelerinde, gezi bloglarında tarihi, turistik yerlerinin fotoğraflarına bakmanız yüzünüzde sokaklarındaki havayı, rüzgarın okşayışını hissedemediğinizden, konuşmalarını anlamadığınız insanların el kol hareketlerindeki canlılığı görmediğinizden sanki hafızanın yarattığı sanal bir şeymişçesine görüntülerdeki Paris’e, Karadağlar’a, Floransa’ya hissedilen duygular kadar uzak…soğuk kayıtsızlığım; hayatı paylaştığın birinin yaşayacağı, seni, Haldun’u kaybettikten sonra benim de yaşadığım “peşinde koştuğum şey ise , Albertine’di, birlikte yaşadığımız zamandı, bilmeden izini sürdüğüm geçmişti…hatıra böyle acımasızdı işte”lerine duyarsızlığım; ‘ama abartmış’lı hadsizliğim– oysa kitabı okuduğumda anneannemi, dayımı, amcamı onca akrabayı, yol arkadaşını Aytül’ü , Metin’i, Fevzi’yi kaybetmiştim- hafızanın neredeyse her gün dönüp, dönüp geçmişe bakışının…o günleri arayışının nedenlerinden biri ola(cak)n ah o sırlar öyle değil mi Haldun? gerek en ‘o mu ? benden hiçbir şeyini saklamaz’ diye yemin edilecek kadar emin olunan saklayıp mezarına da götürse bir gün ‘kimden çekiniyorsun, öldü o, bilsem ne olur, bilmesem, seni duymaz bile haydi’yle anlatıldığında; seninle ilgili ölümün sonrası öğrendiğim, benden nasıl saklayabildiğine şaşırdığım – ‘ yok artık bilmiyorum deme tüm Türkiye biliyor gay olduğunu, Nişantaşının, Nevizadenin, Tunalı’ nın yetmedi Sakarya’nın barları anlatsın kaldırdıklarını, şu ünlü etçi de sevgilisiymiş…’- ‘ para veren herkesin yemek yiyip, yatağını paylaştığı; yeteneği olmadığından güzelliğini, vücudunu pazarlamaktan çekinmeyenlerdendi o’da, Kanal D’nin ….. yatağından geçtiği için o dizide rol aldı da adı artist, sanatçıya çıktı.Başkası söylese inanmazdım ama meşhur ….. restoranın sahibi arkadaşım anlattı, S…’yle bildiğin para karşılığında otel odasında birlikte olmuş ’ –‘ boşanacaktı, bıkmıştı’-‘ terk edecekti, gidecekti buralardan, ne kadar acı, biletini bile almıştı…’lı gerekse de bir gün mutlaka da gerçekleşecek aile üyeleri, akrabalar, dostlar arasına kara kediler, dedikodularla nifak girdiğinde, herkesin herkesle bozuşduğu da hiç görülmediğinden, ittifak yapılıp iki üç kişiyle çeteleşilenlerden birinin ki o biri de; ilişkilerinin koptuğu güne değin hakkınızda söylenenleri, dedikoduları diğerleriyle birlikte tasdikleyip aynı tavırları gösterirken sizi savunmamıştır ama içten içe onlara duyduğu açık etmediği sinsi nefretini, maruz kaldığı küçümseyici tavırların intikamını alma fırsatını da kaçırmamak adına ‘senin için söylediklerini bir bilsen’le kapattığı şemsiye yüzünden her tarafınızı ıslatan yağmur damlalarının peş peşe dökmeden, akıtmadan öncenin ritüelli -‘aaaa ne diyebilir ki benim için, anlatsana, korkma! söyle zaten konuşmuyorum…’–‘belli mi olur kardeşsiniz…akrabasınız…eski dost düşman olmaz derler, bir gün konuşursunuz o zaman da yine ben kötü olurum, yemin et öyle…’yi de tamamlandıktan sonra ‘gerçi inanamadım ama benden hiç hoşlanmazmışsın çağırma onu gelmesin dermişsin, çok çıkarcı bulurmuşsun, Başkana da bütün yazışmaları ben hazırlıyorum o oturuyor diye şikayet etmişsin beni …’ -’ ay güya sen, Leyla’yla her gece barlara, pek sıkta Tunalı’daki Cafe Bien’e takılıyor, bildiğin koca arıyormuşsunuz.Hatta olan da olmuş Cem’le..’-’ kocan aldatmış seni hemde evli Fatma’yla, arkadaşınla’ –‘ var ya senin için öyle kurnaz öyle kurnaz ki anlatamam dedi, haydi bugün dışarıda yemek yiyelim teklifini yapıp canın ne istiyorsa yiyor, hesabı da ona kilitliyormuşsun’ –‘sen ne sanıyordun değer verip seni sevdiğini mi, arkandan idare ediyorum maddi olarak yardımına ihtiyacım var yoksa ne diye çekeyim o manyağı derdi senin için’ -‘biliyor musun kendisi onca erkekle yattı, kaktı kimselerin ruhu duymadı ben de tersine önüme gelene anlattım o tiyatrocu çocuğu bile, ne oldu adım orospuya çıktı benim…’lerle; Marcel’in de Albetine’in ölümü sonrası çamaşırcı kızlarla ilişkisini öğrendiği ‘Ahhh o sırı’ dahi önemsememem; ölmeden önce nerelere gittiği ( gidilir de ), ne yaptığı, ne yediği, içtiği, ne giyindiği, ne konuştuğu, son sözünün ne olduğu zihni sürekli meşgul edip meraka yol açarken, ölüme neden müsebbibin şimdi ne yaptığına, nerde yaşadığına, akıbetinin ne olduğuna dair soruların cevabı; Ortadoğu’da, Türkiye’de neredeyse bütün diktatörlerin, katliam planlayanların, yapanların cezalandırılmasını geciktiren… engellen; 17 yaşında Erdal Eren’i astırtan Evren’i elleri yağda, balda, kaymakta 90 yaşına kadar yaşatan ilahi adaletin adaletsizliği de artık beklenmediğinden, hayatın en kötü günü olduğundan habersiz ölüm günün her yıl yıldönümü yaklaştığında geçmiş günleri ve o günü sanki o günmüşçesine aynı tazelikte yeniden başlatan, yaşatan makineli bir tüfekten atılıyormuşçasına acıtan hatıraların, söndürdüğü kalbin, ‘ben’in iyileşemeyeceğini ; “iyileşen”nin sen değil “zaman”lığını, acıyı yaşayan biri ancak böyle bir şiir yazabilirle sığındığım B.Keskin’in “Ben hangi kelimeyi nereye koysam/ Bir sonbahar konaklar sesimde./Ben hangi kelimeyle girsem akşama/ Ben hangi kelimeyle nereye gitsem/ Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma….” mısralarındaki gerçekliği de algılayamamam, çocuklukta… gençlikte…orta yaşlılıkta tanık olduğum 1977’nin 1 Mayıs, Çorum, K.Maraş, Malatya, Madımak , Roboski dahil onlarca katliam, cinayetle ya da başka bir nedenle insanların hayatının kaybı nedeniyle Alevi, Kürt, azınlık olmanın değil insan olmanın gereği duyulması gereken… duyduğum, yaşadığım büyük üzüntüye…çöküşe rağmen ; ölümün keskin bıçaklığını, empatiden öteliğini; evlatlarını, eşlerini, babalarını, annelerini, sevdiklerini kaybedenlerin kalplerindeki diplere yerleşen derin acıyı, kor alevi, Albertine Kayıp’ı okuduğum, Madımak katliamında hayatını kaybedenlerin de cenaze törenine katıldığım o günlerde değil de çok sonları kavramamın nedeni meğer daha doğmadığından aklımın ucundan geçmesinin imkansızlığında, gün gelecek de katliamın yapıldığı o lanet…o zalim…o ihanetçi Temmuzun ikisinde; Can…Can ! seni, öncesinde de Haldun’u ve de … kaybetmediğimdenmiş.
Garipliğinin yanında acıtan şeyse; onca kitap alışverişine, yazarlarıyla ilgili konuşmanıza rağmen Haldun’la Proust hakkında hiç sohbet etmediğinin ayrımına da vardıracak kaybedişten…kaybedişlerden sonra; Arkadaş da dahil D&R’da mahalledeki, Kızılay Konur sokaktaki Dost, İmge kitapevlerinde bulamayınca mecburen ‘kadere razı’ tipler gibi boş verip, Swann’ların Tarafı’yla başlayan Yakalanan Zamanla biten yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde serisini tamamladıktan epeyce sonra bir gün yine Dost kitapevinde bulduğun, beşinci sıradaki Mahpus’u “ aaa Royale sokağı kulübünün balkonunu gösteren Tissot tablosunda ayakta duran kişi olduğunu açıkladığı Swann (söz konusu tabloyu anında Google da arayıp, merakla Swann’a tekar tekrar bakıp, her detayı da aklına yazmıştın), Bergotte ölmüş… düşes Mme Guermantes’ın giysilerine hayran Albertine’i metres tutmuş …. ” nidalarıyla bitirdikten sonra okunması gerektiğini anlayıp Albertine Kayıp’ı tekrar okuduğunda “Ah ! bir daha asla bir ormana adım atmayacak, ağaçların arasında gezinmeyecektim”le, ölümün sonrası gittiğimiz parklara, seninle gezindiğimiz yerlere sensiz gidemeyeceğimi söylememi anormal…suçlu hissettiren tuhaflıkla karşılayan; vefat edenin yakınlarının arkasından ( bir zamanlar yirmibir yaşındaki oğlunu kaybetmiş Elmas için benim de yanımda) söylenen ‘ yazık kafayı yedi sonunda’ tespitini benim için de diyecek yakınlarımda, arkadaşlarımda, insanlarda varlığını bildiğim baskın duygu, düşünce; evinde bir elde kahve, şarap, viski maç, Survivor , Yasak Elma, Bay Yanlış izlemek, Facebook, Twitter, Instagram’da like almak için yatağını, şortunu, göğsünü, saçını, kalçasını, kaslarını, sevgilisini sergilemek dururken, depresyona düşürüp, moral bozacağına inandıklarından acısı, sorunu, derdi, tasası bulunanlardan uzak durma, bir araya gelmek istememe olduğundan ‘şimdi işin yoksa uğraş dur, yanlış anlamayın insan ister istemez etkileniyor, odasını, eşyalarını gördükçe üzülüyor, başıma ağrılar saplanıyor’ söylenmesiyle cenaze evlerinde geçirilen saatleri vaktinden, ömründen çalınmış faaliyet görmenin sonucu olsa bile özünde hayatın ölüm, acı, kasvetle içiçeliğini… gerçekliğini… ölümle yüzleşmeyi gençlikte, yaşlılıkta reddedişin ahret, öbür dünyaya hazırlanmak için dünyaya getirildiğine inandırılmış Müslüman Ortadoğulu toplumlarda varılmak istenen hedef cennet için yapılması gerekenlerle bağdaşması olanaksız “Sen dünya mülkündesin, öyle!” yergisinin abes kaçmayacağı tavırda; sonsuza kadar yaşayacak, ölüm hiç yokmuş’lu bir yaşama güdüsünde kendini var etmesi değil miydi özellikle de bükülmüş bel, kataraktlı göz, titreyen el, bacaklarıyla ölüme hazırlanan vücuda ‘ben’e aldırmayıp…ihanet ederek kendini genç sayan belleğin yönetiminde yine de ölüme gün sayarken, eğer hastalarsa ‘bak ! hepsini çekme bıkar birazını’ talimatını vermeyi unutmadıkları evlatları maaşlarını çekmesin diye bankamatik, banka gişeleri önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alan yaşlıların; eşlerinden, evlatlarından daha daha düşkün oldukları paralarını avuçlarında pincik pincik saymaları, bildiğin yastık, çarşaf altına saklamaları -‘sende bozuk var mı ? bir kuruş lazım ekmek alacağım, ben emekli bir memurum biraz indirim yap’lı dilenmeleri ‘- ‘çok şükür a, o birkaç kuruş var bankada’ yla sevinirken -‘aybaşına kadar bir tek bu yüz lira var, ona göre‘yle canlarının istediği meyveyi, sebzeyi almayıp BİM, A101, Yunus gibi diğerlerine göre daha ucuz marketlerin indirimlerinin, kampanyalarının müdavimliğinde para biriktirmeye çalışarak seksen, doksan yaşındalığı umursamayıp ne yapacaklarsa ‘ Cuma günü üç çelik tencere 200 TL’den satılacakmış bana bir set ayırsan be kızım ! be oğlum ‘ -‘ krediler ucuzlamış çekip bir ev alsak’ – ‘yazlığa pergüle yaptırsak’, – ‘elden ayaktan düşsek kim bakar biraz harcamaları kısalım’ planlamalarından da geri kalmamaları; öyle davranmaları belki büyük sahteliği, aldatıcılığı yaş geçtikçe anlaşılacak vicdan ve merhametten yoksun “dostluğun”, “kardeşliğin”, ”evlada sahipliğin” hatta insanlığın sadece kavramlıkta varlığını görmelerindendi. İşte ben bunları daha tam idrak ettirtecek olayları yaşamamışken sadece içgüdülerim , sezgilerim öyle istediğinden seni kaybettiğim o sancılı günlerde “gerçek acıyı çekmeyenler tarafından yazılan makaleleri okumaya tahammülü olmayan “ Marcel gibi, acıyı yaşamadıklarından- suçlamakta ne kadar doğru bilemesem de cenaze evlerinde çoğu kez suratlarına sahtelik akan üzgün bir emoji yerleştirmiş otururlarken gördükleri elem, acı karşısında ’Allahım çok şükür’le yakınlarının ölmemişliğine sevinmeyi akıllarından geçirdiklerinden- hissettiklerimi, yıkık ruhumu, anıların gün boyu resmi geçit yaptığı kederli dünyamı anlamaya çabalamaktansa ‘ahh mahvoldular ailece hele de …., onu öyle fotoğraflarına bakar, okuduğu kitapları seyreder, atletine, oyuncaklarına sarılır görmek beni çok üzüyor, bir şey değil bu kadar üzülmekle bir yerime bir şey olacak, yarından sonra ben bir süre gitmeyeceğim, hem bu gidişle ….’yle “deliriyor” kategorisine terfi ettirecekleri ‘ben’im de onlardan daha çok onlarla zaman geçirmek istemediğimi, onlara katlanamadığımı düşünemeyecek olmalarına dayanamazken… hem! yanımdakilerden kim, ölüm sonrasının unutuşa da varabilecek aşamalarını akla getirdiklerini, düşündürdüklerini, yaşattıklarını somutlaştırma, betimleme güçlüğü çekmeden nesneler, eşyalar, kokular, tatların ve yemeklerin çağrıştırdığı anıları Vinteuil sonatı eşliğinde; öylesine içten; acının tek bir karesini atlamadan anlayabilir…anlatabilir… yazabilirdi ki ’yle ayrıntıların efendiliğine, büyük yazarlığına toz kondur(t)mayacağınız Proust’un satırlara döktüğü “…Albertine’in hatırasıyla ayrılmaz bir bütün oluşturdukları için, sırf ilk ve sonbaharları , kışlarıyla zaten yeterince hazin olan … hayatta olsaydı bu benzer havada,şüphesiz ….gezintiye çıkardı..Son olarak ta , bu mevsim değişlilikleri ve farklı günlerin her birinin , bana başka bir Albertine’i geri getirmesi…” hislerinin izdüşümlerini ‘O’nu, Can’ı ve Haldun’u kaybettiğimde bunları bende yaşamış, aynen böyle düşünmüştüm… Marcel’in her kadında Albertine’i görmesi gibi ben de bir an parktaki çocukta seni görmüş hatta sen sanmış , ardından senmişçesine seslenmiştim’; Haldun’la Gandhi filmini seyrettiğimiz, salonun, iki odanın pencereleri evin yanındaki parka baktığından ‘bak!parkta tek bir çocuk yok çünkü hava çok soğuk, kar yağıyor biraz ısınsın’la zor zap ettiğim senin parkta çocuk görür görmez ‘ haydi, çabuk çabuk bizde gidelim, bak çocuklar çıktılar dışarıya ‘yla mızmızlanmana fırsat vermeden ‘haydi bakalım’ üşütme diye ağzını burnunu atkı, berelerle sarıp gittiğimiz parkta yaptığımız kardan adamın gözlerine koymak için taş bulamayınca, diz boyu karın ortasında ‘ icat edeni… elime geçirsem…bıktım ya rahat yok nereye gidersen git, tuvalette bile bulunuyorsun, insanlardan kurtulamıyorsun, ayrı kalamıyorsun, bu nasıl görülmemiş bir zulümdür ’ sitemimin baş rolü ama o gün, o anların fotoğrafını çektiğimden bugün minnet duyduğum cep telefonuyla talimat verdiğimiz anneannenin buzdolabı poşetine koyduğu siyah zeytinleri penceren bize attığı, havadaki poşeti tutmak için gerisin geriye gittiğimizden düşerek içine gömüldüğümüz karlı her kış gününü; sen daracık pencere pervazında ayakta arkandan düşmeyesin diye tutan ben ‘bak! işte sel bu, su nasıl güldür güldür akıyor caddeye’ dediğimde yeni öğrendiğin hoşuna giden bir kelimeyi ya da cümleyi konuşmanın ardından hemen tekrarladığından ‘bak!güldür güldür akıyor’una gülümseyip ‘yağmur yağıyor, seller akıyor…’u söylediğimiz Nisan yağmurlarını; ‘seviyor, sevmiyor aaa sevmiyor çıktı’ kederini ‘ bu bir oyun, seviyor çıkana kadar yapılır, tekrar yap bak seviyor çıkacak’la fal baktığımız papatyaların açtığı ilkbaharları; kulağımıza küpe yaptığımız kirazların, alır almaz sokakta yemeye başladığımız dutların tezgahlarda görünmesiyle yazları; birbirinin üstüne dökülmüş sonsuz sonbahar renklerindeki yaprakları avuçlayıp bana doğru attığın videoya çektiğim Kasım aylarını sende, Haldun’da bulduran kayıp, ölüm sonrası yaşanacak sanrılarla karşılaşmanın olmazsa olmazlığındayken ben, etrafımdakiler de duymamayım diye gizli gizli mutfakta, balkonda, banyoda ‘bir psikologa mı götürsek acaba? dur dur şuralarda bir yerlerde antidepresan olacaktı onu verelim de azıcık uyusun’ konuşmalı körlükteyken; ellerinde bir bardak suyla yanıma gelip de ’aç bakalım ağzını’ komutunu verdiklerinde -‘ne bu?içmem ben bunu’ itirazıma -‘iç rahatlarsın’ kolaycılığını öne sürmelerini; ‘akşamları ‘uyamıyorum, ayrıca başım çok ağrıyor ‘ şikayetli evladına kendindeki migren semptomlarını yükleyecek öngörüdeki kız kardeşinin ‘kızım ben sana dememiş miydim uykusuzluğuna çareyi bulacağım diye.Bugün Güven hastanesi nörologlarından profesör Çiğdem hanımla konuştum, sende de benim gibi sterse bağlı migren varmış.Laroxyl yazdı 10 Mg’ müjdesine yalnız kaldığınızda -‘ böyle şey olur mu?muayene etmeden, MR çekmeden nerden biliyor çocukta migren olduğunu da ilaç yazıyor? Ne o görüşme yapıldı, ne de reçete yazdı Çiğdem hanım.Bariz yalan söyledin çocuğuna, teşhis de, tedavi de senden, ama yapma ! 22 yaşında antidepresana alıştırma, yazık ediyorsun’ dediğinde her yalancı gibi niyeyse affedileceğine kesin gözüyle bakılan, insanı aldatmayı ortadan kaldırmayan ‘kimsenin canını yakmayan pembe yalan…’ bahanesine sığınarak ( ilişkilerin düzeltilmesine yardımcı olacağından üç yerde söylenmesinin…takiyyenin günah sayılmayacağı İslam da yer bulduğundan mı herkesin yalana…takiyyeye başvurması) yalan konuştuğunun bilinmesini utanma vesilesi görmeyenler kulübünün başkanı olduğundan yalancılığının yüzüne vurulmasını umursamayan yüzsüzlükte –‘ne yapsaydım her akşam, her akşam başım çok ağrıyor diyor, öyle görmeye dayanamıyorum ne yapayım’ –‘ madem kararlısın antidepresan vermeye bari pasiflora içir.Hiç olmasa bitkisel, bağımlılık yapmaz .Hem ne diye bu kadar abartıyorsun baş ağrısını, uykusuzluğunu çocuğun? Hepimiz zaman zaman bunaltan dönemlerden geçeriz , yeni döndü yurtdışından;Fransa’dan, yeni işe başladı, alışmadı daha el bebek gül bebekken herkes gibi algılanmaya, sorunları benden daha mı fazla? kanser oldum göğsüm alındı, bağırsaklarım yok …kanser olduğumu öğrendiğimde Semih bey, biliyorsun alanında çok iyi bir cerrahtır ‘ bir süreliğine kullan, şimdi anlamazsınız ama sonraları sorgularsın niye ben kanser oldum diye yardımcı olur size’ deyince ona çok güvendiğimden başladım, üç ay zor dayandım lanet Cipralex’e ! Güya akşamları uyutacaktı beni mışıl, mşıl… tersine etki, cin gibi ayaktaydım her gece, mahvoldum uykusuzluktan. Bunlara şahit senin şu yaptığın iş mi? Bu ilaçların yan etkisini de düşün’lü kadınlığın doğal içgüdüsü anneliğin gereği itirazlarımı gözlerini sigarasının dumanından ayırmadan dinlemesiyle kıçına saymayacağını anladığın; hayatın evrelerinden ergenliğe adımda kişi sorumluluklarının yeni yeni farkında varır, ilişkilerin komplikeliğini görür; içini doldurmaya başlayacağı yeni kavramlar dedikodu, ihanet, aldatma, yalan, iftira, torpil, katliam, ölümle, aşka tanışırken; sorunlarını (ders çalışma, sınav, gönül verme, arkadaşlara gezip tozma, arayı bozma, ebeveyne karşı çıkma, beğenmeme vb) çözmenin hayatla başa çıkmanın kolay yolunun yarattığı alkol etkisiyle, beynin kimyasına müdahaleyle, mutsuzluğa yol açan iletimleri azaltma işlevleri sayesinde uyuşan aklın, karşı çıkış yerine her şeyi ‘evet’letmesinden geçtiğini, bağımlılık yaptığını bile bile sırf rahatsız edilmemek, ‘veletlerle’ uğraşmamak için ‘pelte haline getirip bebekler gibi uyutan tatlı pembe hap’’ları; yasal eroinman, esrar ve uyuşturucuları; Lustral, Prozac, Efexor, Cipram, Selectra, Seoxat, Lyrica’ları; evlatlarına avuç avuç kullandırmaktan çekinmeyen; iyi bir hayat sürmenin yanında başkalarınca da değerli kılınmanın insanın servetiyle doğru orantılı olduğu Türkiye gibi ülkelerde ilaç firmaları, doktorlar arasındaki mekanik, maddi, ahlaksız ilişkiler nedeniyle kullanım alanları dışında “kız arkadaşım beni terk etti”, “annem öldü”, “kardeşim beni çok üzüyor, cep telefonumu kullanıyor” , “ babam dışarı çıkmama izin vermiyor”,” annem Whatsapp mesajlarımı okuyor”, “prostatım var”, “kocamı kıskanıyorum”, “karım mini etek giyiyor” temalı rutin problemlerde dahi doktorlar tarafından reçetelendirilen antidepresanların etkisinde, dünya yansa ‘bana yakınlarıma bir şey olmadı ya’la umurda olmayacak, ecelini bekleyen birine iki hafta sonra sevinç çığlıkları attırtarak dans ettirtecek, alıp başını giden tutulamayan sanal mutluluk içinde etrafında, bulunduğu toplumda var olan yalanı, iftirayı, yolsuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği ‘sen mi düzelteceksin, etin ne budun ne otur oturduğun yerde keyfine bak’lı adam ‘sendecilik’le kişiyi kendisi olmaktan çıkarıp apayrı bir karaktere de büründürebilen öyle ki çocuğunu hayatından edenin, katilinin yargı önüne çıkmasını istemeyecek boş vermişlikte en anormal olguyu normal, normali anormal saydırtacak mantıkta ( uyuşturucu kullanımıyla edinilen antidepresan mantık hayatı allak bullak ederek, pek çok olumsuzluğu da tetikleyeceğinden, antidepresan kullandıklarını bildiklerinizden uzaklaşmak, ilişki kurmamak insanın yaşam ve akıl sağlığı için gereklidir sonucunu doğrulayacak olaylara okumaya devam ettikçe rastlayacaksınız), detayların labirentinde kaybolan zihnin yeni şeyler keşfettiğini sanıp ‘diğer insanlarda farklı olarak şöyle mükemmel bir insanmışım meğer, o yüzden bu ilacı almam lazımmış’ lı düşüncelere de batıp çıkan zamane ebeveynlerinin; anneler ve babaların çocukları büyüdüğünde isteklerinin, arzularının dışında bir karaktere bürünüp sonrasında tıpkısının aynısı kendilerine benzediklerini gördüklerinde niye o denli şaşırdıklarını da hiç anlamadığından yanlış anlaşılmasın demeyeceğim yanlış anlayan anlasın, herhangi bir kötü olayda özellikle de bir insanın kaybında, ölümünde hemen antidepresan tavsiyesine, iğnesine başvurması, kayba maruz insanlara antidepresan içirilmesi o kişi, kişiler için endişelendiklerinden, gerçekten daha iyi olmasını…olmalarını…olmanızı istediklerinden falan değildir, iyi vakit geçirip, hayatın tadını çıkarma peşindeyken acı bir olay, bir durumla karşılaştıklarından matemin uzun sürmesi, kendilerinin de onların yanında matem tutmalarına devam etmelerini getireceğinden artık sıkılmışlardır zira depresif anne, baba, evlat, kardeş, kanka, arkadaş, amca, yeğen sevgiliye bir noktaya kadar tahammül edilir, o noktada ‘elimden geleni yaptım…geldim, gittim, sarıldım, ağladım, hizmet ettim benden bu kadar’la tahammülsüzlük kendini göstereceğinden ki belki bu da çok insani ve anlaşılır bir tepkidir de ama içindeki acıyı götürür sanılıp götüremediği de illaki bir gün anlaşılacak, kafayı kazan yapmaktan başka bir işe yaramayan ikibinli yılların popüler çerezi; patlatılmış mısırı, çitleği çevrede neredeyse kullanmayan insanın kalmadığı küçükken anneme mide ülseri için doktorun verdiği diazemden başkasını bilmezken şimdilerde ‘ay şekerim sen ne kullanıyorsun ? yaa yapma onu bırak bunu kullan, hem bu sersemletmiyor, baş ağrısı da yapmıyor, acayip rahatlıyorsun ? sabah müdürle tartıştım attım iki tane Lustral, pamuk oldum pamuk…’ lu sohbetlerin konu başlığı antidepresanı; o gün ‘aç ağzını’ komutuyla vermeye çalışanlarda midemi bulandıran şey istedikleri için duymana da aldırmadıkları ‘tamam acısını paylaşalım ama nereye kadar, artık o’ da biraz gayret etsin canım, kaç gün oldu, nihayetin de bizim de işimiz gücümüz, çoluğumuz çocuğumuz var ’ konuşmalarında ki gizli bıkkınlıkları, farklı kılıklara bürünmeye çalışmalarının yanında, ölümcül bir olayla karşılaşıldığında bir madende grizu patladığında; yaşlı bir insan kalp krizi geçirip öldüğünde ‘hayat bu ne yapalım’, ‘madenciliğin…yaşlılığın özünde, kaderinde vardır’a sığdırılmış insanı daraltan yalın bencilliklerini, acımazsız kişiliklerini sergileyenler dışındaki pek çok insan kendini olayın mağdurlarının yerine koyup, eşleştirecek bir şey bulduğundan evet gerçekten de üzülürler ama velakin ağdalı bir söz öbeğinden, safsatadan başka bir şey olmayan; nasıl bölüşüldüğü bir muamma ‘acını paylaşıyorum’u kullanmaları yok mu ! hem bir insan ‘acımın kalbimi acıtan kısmı bu, al sana, ciğeri deleni de bu, bu da sana’yla üleştirilmeyecek acısını niye paylaşılsın ki üstelik de acının boğduğu kişiyi anlamaktan uzaklıkların farkında dahi olmayanların yerine getirmek zorunda hissettikleri neden böyle bir şey hissettikleri, gerek duydukları , ilk kimin bu işi başlattığını bilmediğiniz, cidden merak ettiğiniz ‘yalnız bırakmayalım, sıraya koyalım bugün sen uğra, giderken bir şeylerde götür, tencere yemeği değil, dur dur patatesli börek sever çörek de, yarın da sen’, ‘baştan söyleyeyim ben pide yaptıracağım’ düşüncelerinin aksine; acıyı paylaşmakta aslolan kaybettiğiyle yaşanan anıları, geçmişi hatırlayarak ölmediğine inandıran canlı…gerçek ona ait nesnelere, eşyalara dokunmak, seslendiremediği belki seslendirmek de istemediği acısıyla sahibini tek başına bırakmakken o söz öbeğini duymak ! üstüne durmadan ölenle ilgili – ‘ahh düşünsene ya sakat, yıllarca komada kalsaydı. Şimdi dersin ömür boyu bakardım ama insan yükü ağırdır’ -‘ her gün onca genç şehit oluyor, ne güzel bir ölüm, Allah herkese nasip etsin, yaşını başını almıştı, bakalım biz o kadar yaşayacak mıyız’la sanki savaşı çıkarmış, katliamları siz yapmış trafik, uçak, iş kazalarına, teşhis, tedavi hatasına siz neden olmuşsunuz gibi suçlama; eğer yaşlı,anne babanız yanınızda ya da birlikte kalıyorsanız aynı evde; siz hep onların bir türlü büyümeyen çocuğu, onlarda ölünceye kadar gözünüze asla yaşlı gözükmeyeceğinden gençtense yaşlıların; sakat ya da yoğun bakımda makinelere bağlı kişilerin yaşamalarındansa ölmelerinin hayırlı, sevinilecek bir durum olduğunun tebliğindeki acımasızlık; ‘ sen ölseydin acaba rahmetli bu kadar üzülecek miydi’yle ölenle araya nifak sokma, yaşamayan birinden şüphelenme barındırdığından sinirlendiren; varsayımların sıralandığı konuşmalara ses çıkar(a)mamak var ya ! Haldun! şimdi o anlar aklıma geldiğinde, keşke diyorum keşke bende aynı şeyleri hissettiğinden senin ağabeyini gömdükten sonra verilen cenaze yemeği sırasında gösterdiğin tepkiyi gösterecek kadar cesur olsaydım da ‘defolun gidin! Yalnız, tek başıma bırakın beni, saçmalamalarınız, bir boka yaramayan tesellileriniz, yardımlarınız sizin olsun’ deseydim.Hep olduğu üzere iş işten geçtikten, güzel olan ne varsa ona geç kaldıktan sonra başıma gelen aklımla, o gün onu diyemeyen mülayimliğime öylesine kızgınım ki, bugün Haldun! etrafındakilere çıkıştığın o gün sana söylediklerimi de düşününce nasıl kötü, aptal göründüğüme şaşıp, kendimi nasıl suçladığımı da bir bilsen zira insanın ‘ keşke senin yerine ben gitseydim, ölseydim’ diyeceği yanında olmasa da varlığını bildiğinden hayatı mutlu, dayanılır kılan sadece bir ya da iki kişi vardır.Öylesi bir insanın kalple birlikte dünyayı durduran ölüm haberini almanın şoku daha atlatılamamışken otomatikman söylenen… kullanılan, bütün o peş peşe tekrarlandığından sıkıştırdığı kalbi krizle bile tanıştıracak “başın sağolsun”larda; elbette hayat devam edecek, elbette yemek yenecek, su içilecek,işe gidilecek, yemek yapılacak, yaşanacakken sanki bunlar bilinmiyormuşçasına, ölenin varlığını, hatıralarını silme teklifi “hayat devam ediyor”larda saklanmış ‘ölen öldü…siz yaşayın’ , ‘ya ölen sen olsaydın? ne şanslısın sen yaşıyorsun‘lu bencillik itiraflarının sağanağında yapmak istediği tek şey ‘ne diyorsunuz siz ? benim dünya başıma yıkılmışken, demeyin başın sağ olsun deyin ki başını vur duvarlara…demeyin ağlama deyin ki gencecik birini, ömrünü kaybettin sen de, ağla ağlayabildiğin kadar ‘ cümleleriyle bağırmakken beni neyin durdurduğunu hiç ama hiç bilmiyorum…hiççç bilemiyorum… bildiğim söylendiği anda insanı rahatsız eden acıyı hafifletmeyip katmerleşmesine, söyleyenlere öfkeye neden teselli sanılan tesellilermiş o anlarda zihinde tuhaf anlamsızlıklar…boşluklar yaratan… .Bakışlarıma bir anda yerleşen parıldamaya şaşırdıklarında senin daha birinci sınıfa başlamamıştın sabahları baban bıraktığında ya da ben gelip seni aldığımda eve girer, ayakkabılarını çıkarır çıkarmaz annenin yedek giysilerini bazen de aldığı organik meyveleri, hastaysan ilaçlarını koyduğu bana göstermek için bir şey; yap-boz, oyuncak, kitap, resim bazen de yiyecek ve de tabletini getirmemişsen antredeki beyaz yayvan sepete bıraktığın, eğer gösterecek bir şey getirmişsen önce onları göstereceğinden anneannenin odasına taşıdığımız küçük koyu mavi renkli sırt çantanın fermuarını açıp yatak örtüsünün üzerine döktükten; yatarak televizyon izleyeceğinden üzerini değiştirip ev giysilerini giydirdikten; iki üç yastıkla sırtını destekleyip yarı uzanır vaziyete getirip yalnızca TRT çocuk kanalı çıktığından ( evde bir tek odamdaki televizyona tele dünya’nın dedektörü bağlı olduğundan, son günlerinde eve geldiğinde önce benim odama gidiyorduk) bazen sevmediğin halde izlediğin anneannenin televizyonu açıp mutfağa sana kahvaltı hazırlamaya gittiğim günlerde Pavlov’un köpeği alışkanlığında sana sütlü kakao, bazen de anneannenin ta köyden bu yana her sabah içtiği, şahit olanın ‘Allah , Allah görende Varto’nun dağından değil de İngiliz kraliyet ailesine mensupsunuz sanacak’ taşlamasına giriştiği ki girişmeyenini de görmediğim sütlü çay, kendime de sade Türk kahvesi yaptığım saat onu gösterdiğinde ‘haydi gellll‘ sesini hâlâ duyduğumu söylediğimde “sanki, tıpkı hayattayken olduğu gibi, zihnimizi meşgul etmeyi sürdürür.Seyahate çıkmıştır adeta…” hissini yaşayan Marcel gibi, benim gibi günün her anını paylaştıkları birini kaybetmediklerinden delirdiğime işaret saymalarının da kahrında; ve de benden yüzkırkbeş yıl önce doğmuş bir yazarla romanlarında aynı duygularda, aynı düşüncelerde, aynı acılarda buluşmanın, aynı fırtınaları, durulmaları yaşamanın yaralayıcılığında, hakkında insanların – ‘yazık… düzeleceğine, günler geçtikçe daha kötü oluyor, ’- ‘bu gidişle aklını oynatacak’-‘yas tutma altı ayı geçti mi, profesyonel yardım alınmalıymış’ konuşmalarının nedenleri sonraları zihnini çok meşgul edince, bir insanın kaybı, ölümü ya da herhangi bir facia karşısında takınılan tavırda, yaşanılan matemde; verilen tepkide bulunan naiflik, duyarlılık, merhamet … empati, olaydan etkilenme, üzülme derecesinin ülkede insana verilen değer, saygı ve bilinç, gelenek ve göreneklerdeki incelik, eğitim ve kültür düzeyinin kalitesiyle orantılı…ilişkili olduğu kadar, kanıksatacak kadar çok ölümle haşır neşirliği de payının bulunduğunu düşündürecek onlarca olay, sözlü tarih, onlarca hikaye, roman film şeridi gibi gözlerin önünden geçip canlanınca; haksızlık, adaletsizlik barındıran bir olay, hak kaybı getirecek bir yasal düzenleme karşısında kendiliğinden sokağa dökülme, protestolarda bulunma refleksi gelişmiş ülke vatandaşlarının, insanı rahatlatacak o naif…o duyarlı… o içinde asla ve asla ‘kader’ sözcüğünün geçmediği filozofvari teselli sözcüklerine, içten sarılmalarına, kaybedileni seninle anma isteklerine, hislerine sahipliklerini nasıl beklersin; senin deyiminle bir baştan bir başa memleketi sarmış yetiştirildikleri evlerin, okulların, yaşadıkları ülkenin, toplumun naiflikten yoksun kabalığı, nobranlığı, cahilliği duygularına, davranışlarına sirayet etmiş, kanaatkar taşralığı bir türlü aşamayan daha doğrusu siyasilerin, düşünürlerin, yönetenlerin işlerine geldiğinden kentli olması istenmeyen Türkiyelilerden; durakta bekler, pazar yerinde alışverişteyken her an bombalı bir saldırıda, katliamda; balkonda oturur, parkta oynar, sokakta yürür, asker uğurlarken bir maganda kurşunuyla; trafikte yol verdin vermedin kavgasında; madende, fabrikada bir patlamada, savaşta, çatışmada, iş kazasında; selde , depremde , çığda, bir afette, bir başka ülkeye göçte, bulaşıcı bir hastalıkta;onlarca insanın, çocuğun, gencin, askerin, gerillanın ölmesi, öldürülmesiyle insanların gözü önünde hayatların bozuk para gibi kolaylıkla harcandığı daha da harcanacağı ölümün de ‘kaderiydi’yle olağanlaştırıldığı her şey olur, hiçbir şey değişmezin Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlardan. Zaten bir kış günü annenin sana anlattıkları, nezaketten, duyarlılıktan muaf Ortadoğu’da hayatı abluka altına alan öyle kolayca…öyle her an karşılaşılan çoğu önlenebilir ölümlerin “şehit oldu” , “kader”, “ne yapalım”la sıradanlaştırılmasının yüzyıllara dayandığına dair düşüncelerini iyice pekiştirmişti.
O kış yine kar yağıyordu Ankara’da, odamda yatağımda uzanmış; her kanalda her gün rastlanacak hayvanlara özellikle de aslanlara ait belgesellerin bolca yayınladığı yıllardan biriydi; bilmem ne kanalında seyrederken aslanları; yaşadığında ‘aaa rengi değişmiş’le fark ettiğin leylak rengi kumaşla döşettiğim Tunalı Buğday sokakta bir antikacıdan aldığım antika koltukta oturan anneme hani hiç ortamla, konuşulan konuyla ilgisiz, bir şey hakkında birden bir merakla nereden akla düştüyse soru sorulur ya (Freud’a göre de illaki bilinç altında gizlenmiş düşüncedir açığa çıkan) işte onun gibi televizyonun sesini kısıp anneme dönüyor ve soruyorum –‘ Sare teyzemin kaç çocuğu öldü?’ – ‘Ben iki tane biliyorum, hele bir Hasan vardı; çok güzel bir çocuktu dedesine benziyordu, saçları sapsarıydı, gözleri mavi, biz Van’dayken her sene köye gidiyorduk ya depremden önce valla yalan olmasın belki sonra da olabilir görmüştüm ondan bu kadar net hatırlıyorum yüzünü ’-‘Depremde ölmediğine göre sonradır ölümü, kaç yaşındaydı’ -‘ kocamandı’ eliyle boy gösteriyor –‘bu kadardı , tabii ya yedi sekiz yaşlarındaydı.Sene 1965, yol yok bizim oralarda her taraf dağ, taş orman. Deden ben doğduktan dört yıl sonra bir şiir kitabı yayınlamış, dayının da sana fotokopilerini gönderdiği işte o kitabında dağlarla ilgili yazdığı en az altı yedi şiiri var, o kadar çok severdi dağları. Çünkü sabah kalkınca pencereden ilk gördüğümüz yüksek dağlar, tepelerdi’ –‘ o şiir kitabını hatırladım “Bingöllerin Sesi” kalkıyorum kütüphaneden alıp geldiğim fotokopi halindeki kitabın sayfaları çeviriyorum –‘gerçekten de dağlara aşıkmış. Dinle,şiirin adı Dağlar “ Burcu, burcu kokar gider yaz faslı./Sizden mi geçmiştir Kerem’le Aslı,/ Ağlamıştır sizde aşıklar nesli,/ Öter bülbülleri kafeste besli,/ Yollarda yolcuyu ağlatan dağlar,/Garip bülbülleri dağlatan dağlar” aaa bak bu da Bingöl dağları şiiri “ Yüce Bingöl şirin yurdum./ Yaylasına çadır kurdum./Suyunu içene yok ölüm/ Cennet gibisin Bingölüm/ Aras çayı senden akar,/ Murat nehri senden çıkar, /Yüce başın göğe bakar,/Sevdim seni doya doya,….hangi dağdır senin eşin,/ “ susuyorum -‘devam etsene’ diyor annem, yatağın üzerine bırakıyorum fotokopi kitabı –‘anne ! nerden nereye geldik, Sare teyzemi anlatıyordun, kitap burada okursun sen, hem günlerdir orada duruyor, okumadın da şimdi ben getirince mi? evet dinliyorum’ –‘şimdi taksiyle yirmi dakikada gidilen Gımgım’a o şartlarda ya yürüyerek ya atla ya da öküz arabasıyla gitmenin dışında başka çare yok.Tek tük araba demezdik taksi vardı ortalarda.Kırk yılda bir köye gelen hükümette, jandarma o da.Neyse hani bir hastalık vardı boğazla alakalı kuşun bir şeyi deniyordu’ gülüyorum –‘kuşpalazı, boğmaca ’ -‘hah işte o, boğmaca, o yıl köydeki çocukları tutuyor’ -‘salgın gibi’ –‘ İbrahim enişte Hasan’ı sırtına vurup, kara bata çıka, yaya Varto’ya götürüyor’ –‘ vay canına!’-‘gördün sende, enişte çam yarması gibi uzun, babayiğit, hastaneye yetiştiriyor ama kurtarılamıyor, geç kalınmış’ –‘vah yavrum kim bilir kaç çocuk gitti öyle sahipsizlikten’-‘ sırf bizim evde bir ay içinde beş çocuk öldü kızamıktan, beş kardeş mezarlığı derdik, hepsini bir mezara yan yana gömdüler. Sene 1953’tü Mengî Cele, Ocak ayıydı net hatırlıyorum çünkü bir yıl sonra 1954 yılında babaannem öldü. ‘ –‘ hani şu..’-‘ evet o! kız ! öyle zalimdi, yıllarca babamın öldürülmesinden ‘başını sen yedin’le annemi suçladı, ölüm döşeğinde ‘ Amine, sen güldün ama gübrede yetiştin ne yazık ki değerini bilmedik.’ dedi. O sene Pironun karısı Hanesli’de bizdeydi, ben hep derim ya lojının, adircanın, ateşin önünde oturur parmaklarını böyle koparırdı, bende onun önünde oturur ‘Daye derdim senin bu parmakların niye kopuyor’ sesim de korku –‘ nasıl yani? nasıl kopuyordu’ -‘böyle’ diyor gösteriyor parmağın en uçtaki kıvrım yerini ‘böyle bu kemik buradan tak diye kopuyordu, oraları sanki ateşe düşmüş yanmış gibi simsiyahtı… simsiyahtı -‘morarmış, eğilmiş desene anne ! belli romatizmal bir hastalığı varmış’ –‘doğru diyorsun, ama o bana demişti ki Seys Sılıman (Seyit Süleyman) bana beddua etti.’ Söylenen isim kafamda pek çok anekdotu çağrıştırdığından –‘isim tanıdık geldi bana’ diyorum –‘gelir deden çok seviyormuş bu Piri derken işaret parmağını dudağına götürüp öpüyor.’Her işini ona danışırmış, her davaya girmeden önce ona sorarmış. Çok büyük inancı, büyük itikadı varmış ona. Neredeyse o ne derse onu yaparmış. Ölünce çok üzülmüş. Şiir yazmış arkasından’ sohbete ara verip dedemin Seys Sılıman için yazdığı şiire o an bakmadım ama sonra “Bahar bağlarında bülbüller öter./Dostumun hasreti içimde tüter/Mezarın üstünde sümbüller biter./Gitti bu illeri viran eyledi./Yaktı ciğerimi püryan eyledi/…Mezarında nice günler inledim./Sesini duyarım diye dinledim./Gece gündüz ona niyaz eyledim./Dostum bu illeri viran eyledi…” mısralı “Ameranlı Süleyman Uluyol, Sayın dost’ başlıklı şiiri okudum –‘İşte bu Seys Sılıman Hanesli’nin kocası annem gibi Bingöl’ün bir köyündendi.O köydeki Tekyadan (dergahtan) ayrılan dedelerden biriymiş o da, gelip bizim Ameran’a yerleşmiş.Kardeşi ölünce de karısının adı Şerife’imiş, Seys Sılıman onunla evlenmiş, Hanesli’de karşı çıkmış kocasının evlenmesine.O bana öyle anlattı ‘niye evleniyorsun’ demiş’ –‘elinden öpmek lazımmış Hanesli’nin, o berbat…o saçmalığın dibi…ensest geleneğe karşı çıkmak o devirde ne kadar cesurca bir davranış.Belki o evlilik olmasa annen de zorla evlendirilmeyecekti amcanla, peki nasıl bir bedduaymış ettiği’ –‘demiş ki ‘ dilerim kendi ceddimden parmaklarının hepsi kopar, tek tek düşerde insanlara muhtaç olursun, sakat kalırsın, o bana öyle dedi’.Nihayet annemim sık sık tekrarladığı ‘o bana öyle dedi’, ‘hiç unutmam’ cümlelerini fark ediyorum –‘Neyse , Hanesli’nin bizde kaldığı o yıl, altı çocuk ben sekiz yaşındaydım, okula başladık. Okul dediğim bir eğitmen geldi köye adı Remzi, çeşmenin yanında bir ev verildi, biz çocuklar okul diye o eve giderdik; ben, Hanım, Fikriye teyzen, Fazıla, Süleyman, Abbas…okul tam gün, sabah gidip akşama eve dönüyoruz, civar köylerden de çocuklar geliyor. Amcamın kızı Fazıla çok da güzel bir kızdı, annem de çok severdi onu. O kadar sessizdi ki tabii annesi döve döve… öyle sessiz eğitmen onu alır getirir böyle koltuğunun yanında oturturdu’ –‘niye, çok mu severdi eğitmen onu’-‘ deme ki hepimiz çok yaramazdık bir çeşit ödüldü eğitmenin yanında oturmak, akşam dönüyoruz, diz boyu kar, çeşmenin orda baktım ki…’ –‘ Anne! benim gördüğüm üzerinde dedemin adının yazılı olduğu çeşmenin suyu ne kadar güzeldi değil mi? buz gibi’ -‘ Cepanik yaylasındaki dağlardan gelir o su da, ondan’ –‘ senin bu bahsettiğin eski çeşme nerdeydi ?’ sohbet bittikten dedemin şiir kitabına göz gezdirdiğimde annemin bahsettiği Çeşme’ye ait bir şiirde görecektim “Asırlarca akıp akıp ta çoşmuş,/ Derinden derine çağlayan çeşme.Su yüreklere su vermiş koşmuş,/ Derinden derine çağlayan çeşme/….Bir fasıl koşmuştur şairle sâze, / Bir dem varmış hakka nazu-niyâza./ Ermiş hak sırrına ezelki râze./ Kaç bin kervan geçti yoldan saydın mı?/ Kocamışsın, bilmem gözler aydın mı?Kaynak mısın yoksa dağdan kaydın mı?’ annem sorumu cevaplıyordu -‘eve 200 metre uzaklıktaki yeni çeşmenin az ötesindeydi eski çeşme, beton borularla şimdiki yerine çekildi.Neyse eski çeşmenin orda baktım ki Fazıla çok ağladı dedim ki ‘niye ağlıyorsun?’ dedi ‘ başım çok ağrıyor’. Eve geldik, kapıdan içeri girer girmez ‘Daye!’ dedi ağlamaya başladı, yengem Zehra kalktı, bir tane attı… bir tokat attı dedi ki ‘seni ….’mı dövdü’ . Şimdi düşünüyorum da o kadar nefret edermiş ki annemden, bizden de. Hep suçlayacak bir şey bulmak umuduyla dolaşırmış. Fazıla ‘Daye…Daye o beni dövmedi. Benim başım çok ağrıyor ‘dedi. Yengem aldı onu odasına götürdü. O zaman üç erkek kardeş, üç aile bir evde birlikte kalıyordu. Herkese avluya açılan bir oda düşüyordu. Sabahleyin kalktık, biz çocuklar hepimiz hastayız. Kızamık tutmuşuz’ –‘kızamık olduğunuzu nasıl anladınız?’ -‘başımız ağrıyor, vücudumuz dışarı atmıştı kırmızı lekeleri. İlk gün Fazıla , ikinci gün Leyla, ben, diğerleri sonra Fazıla’nın kardeşi Süleyman, memedeki altı aylık Hüsnü Cemal, Abbas. Şimdi diyorum ki hep cahillikten öldü bütün o çol çocuk. Bizim orası dört bir yanı dağla, ormanla çevirili , dağlardan esiyor buz gibi rüzgar, tipi kış ki ne kış.Babamın da kış diye bir şiiri vardı “Şu orman ağaçları/ Soyulmuş kuşa benzer./Dumanlı yamaçları/ Korkulu düşe benzer/her tarafı bem beyaz/ Bütün ovalar dağlar/ Gök ayazdır, yer ayaz / Altı aydır halk ağlar” soğuk buz kesiyor “ Bağırdıkça karlı kışın/ Senden bezdim doya doya” denecek kış, bunlar sobaya mazgal, kalın meşeler koyuyorlar, sobalar kızıyor kızgın, kırmızı alevler gözüküyor sobanın tenekelerinden, saclarından, demirlerinden… ateşimiz var yanıyoruz, odaların içi hamam, su vermiyorlar.Soğuk su üşütür diye sıcak çay veriyorlar ateşimiz daha da çıkıyor.Benim annemin odasının bir masası var, böyle (kollarını iki yana açıyor, elinde metre varmışçasına gösteriyor) tutuyorlar bir metre, adamın birisi yapmış anneme tahtadan. Ali Usta diye biri yapmış. Bizim köyde bir tane de kirve var, Hüseyin kirve.Baktım kapı açıldı, odaya girdi Kirve, elinde Amerikan bezi böyle tuttu ölçtü ‘ –‘anladığım sizin orda metre vazifesi anneannemin masasına yüklenmiş’ gülüyor –‘ meğer Fazıla ölmüş, ben bilmiyorum.Babası amcam Ali de o zaman bu pisliklerle uğraşıyormuş Varto’ya gitmiş, 1953 de araziyi almış diyorlar ya işte o zamana denk geliyor.Sordum dedim ki Kirve ne ölçüyorsun dedi bir şey yok. Fazıla da ölmeden önce Hanesli’ye ‘Daye ,bana ninni söyle’ demiş.Hanesli’nin öyle güzel sesi vardı… öyle yumuşak…öyle içli..yavaş yavaş söylerdi, hep de dert yüklüydü klamları.Fazıla’yı iki duvara çakılmış çivilere asılı halatlardan yapılmış beşiğe koymuşlar, bizim orda o beşiklere bir de kalın ip bağlarlardı; böyle oturuyorsun o iple çekiyorsun beşiği kendine sonra bırakıyorsun öyle sallayarak ninni söylemiş Fazıla’ya, belki de beşikte sallanırken öldü bilmiyorum. Şimdi benim annemin odası evin arka, Hanım’ların da ön tarafta bakardı , Hanım görmüş’ –‘neyi görmüş, Fazıla’nın öldüğünü mü?’ –‘yok yıkarlarken görüyor. cenazesini kapıya koyup yıkıyorlar ya, onu görmüş dedi ki dört bir yan kar; “ Altı aydır şu kargalar/ Dağdan kopan kasırgalar/ Önünde yere serilir/ Karlara gömülür kalır/Altı aydır bu illerde/ Karlı dumanlı bellerde/ Nasıl yaşarlar şaşarım / Ben olsam dağlar aşarım/ Uçar giderim sahile / Karda çekilmez bu çile “ yazdığı gibi kar, altı ay çekerdik çileyi. Dedi ki Hanım; karların üzerine uzun tahta bir masa koydular, yanında kara bir kazan içindeki sudan buharlar çıkıyordu, siz bilmezsiniz bizde kilerlerde koca kepçeler vardı sütü, haşlanan buğdayı karıştırmak için. Baktım Fazıla’yı kucakta getirip o tahtanın üzerine serdiler, gözleri kapalı, elbiselerini çıkardı yenge ‘ daye , daye ‘ ağlıyor bir yandan da…ölmüş dedim Fazıla, korktum bende öleceğim diye, Hanım öyle dedi ama ben hiç bilmiyorum neyse akşam oldu ikinci günü ’ –‘bir dakika, bir dakika dur ! hiç merak etmedin, sormadın mı nerede bu Fazıla diye’ aklım almıyor çünkü her sabah birlikte yediğin, içtiğin, okula gittiğin arkadaşın aniden ortada yok, sormuyorsun kimseye, kimseler de bir şey demiyor, bir açıklama yapmıyor.Ölümü gizliyorlar ne faydası varsa sanki ölen bir tavuk…bir inekmiş gibi davranıyor , eminim o yıllarda köylüler süt verdiğinden ölen bir inek, manda, koyun, keçi için daha çok üzülmüş…daha çok ah, vah etmişlerdir’ –‘ aynen öyle, soruyorum tabii;anneme sordum bir şey yok diyor, herkes bir şey yok diyor, iki üç gün sonra ben ve Hanım yavaş yavaş ayağa kalktık ama nasıl halsiziz, Fazıla’nın kardeşi Süleyman’da beni ‘baba odasına götürün’ demiş, annemin odasına demeyeyim artık bizim eve ’baba odası ‘ diyorlardı. Getirdiler arkada böyle bir sedir var Süleyman’ı sedirin arkasında yatırdı yenge Zehra, ama kadın çok kötü, Fazıla’yı kaybetmiş ağlıyor. Benim kız kardeşim de beşik diyoruz ama bu kadar, karyola kadar büyük’ ne önemi varsa soruyorum- ‘ tahtamıydı o beşik’- ‘ tahtaydı evet, çok büyüktü çünkü Leyla 48 doğumluydu 53’de öldü, kaç yaşında altı yaşında mı ’ –‘beş’ –‘beş yaşındaydı değil mi ? kocaman kızdı , çok güzeldi bemrad, öyle uzun kirpikleri vardı ki buraya kadar elmacık kemiklerinin olduğu yeri gösteriyor , inana buraya kadar uzundu kirpikleri, sarışındı… o zaman Leyla’da orda karyolada yatıyor iki de bir anneme “ben çok hastayım daye, sen beni ne yapıyorsun” diyordu, “annem de “ben seni ne yapayım yavrum, yavrum” diyordu. Leyla orada, o da burada, ikisi aynı anda, aynı odada öldü. İkisi de aynı dakikada öldü’ –‘Süleyman kaç yaşındaydı?’-‘ Süleyman da 46’lıydı benden bir yaş küçük’ –‘ yedi yaşındaymış.’ –‘böyle parmağını (işaret parmağını ağzına götürüyor) ağzına koyardı emerdi, demek ki onda tik varmış, yazık biz de ona Sılı Musi dın’ der, kızdırırdık, Sılı Musi diye yaşlı bir adam vardı. Hiç unutmam gece öldü ikisi de, bizim yanımızda, benim yanımda öldü ikisi de’ -‘öldüklerini nasıl fark ettin sen ?’ –‘ Hiç unutmam Süleyman annesine ‘Daye, bak dedi pencerede bir tane adam var bana elma uzattı’, Leyla bir şey demedi, Leyla o kadar dedi ‘ben ölüyorum Daye‘ onu öyle duydum’ derken aktı akacak gözyaşlarına engel olmaya çalışıyor. Bugün o anları düşündüğümde neden kalkıp anneme sarılıp da onunla ağlamadığıma anlam veremiyorum yüzünü hiç görmediğim teyzemin ölümünü anlatırken bana gözleri televizyon ekranında , yandan bakmıştım annemin artık yaşlanmış , çizgilerle dolu yüzüne.Niyeyse insan annesini, babasını hep anne , baba olarak görüyor, tanıyor, öyle doğdu sanıyor. Onların evlenmeden önce başka bambaşka bir hayatları olduğunu aklına bile getirmiyor. Aradan yıllar yıllar geçiyor anne baba yaşlanınca, çocuk da orta yaşlara gelince; illaki agresif davranılıp eleştirilere boğulan anne, babayı anlamanın niye böyle şüpheci, sevgisiz, açgözlü ya da duygusal, verici, fedakar olduklarını çözüp ona göre davranmanın artık hiçbir yararının olmayacağı vakitte, yani yine iş işten geçtikten sonra bir merak düşüyor insanın içine, soruyor da soruyor, bilmek istiyor geçmişi, yaşananları.Kalkıp gözyaşlarını içine akıtan anneme sarılıp yıllar, yıllar sonra birlikte Leyla’ya ağlamadım ama küçücük bir çocuğun “ben ölüyorum anne” demesindeki o masumiyet içimi parçaladığından gözyaşlarım akıyor ben istemesem de.Annemin gözleri o sırada ekranda ceylana saldıran aslan’nın görüntüsünde takılı titreyen sesiyle ‘ bırak öyle kalsın bu dertler burada’ derken elini kalbine götürdüğünde ben de kolumla gözyaşlarımı siliyorum –‘Leyla öldü, annem o güzel sarı saçlarını ördü, bir tutam kesti bir beze sardı Sare teyzene uzattı ‘bunu sakla Sare, ben ölünce gözlerimin üstüne koy’ ses çıkarmaya korkuyorum ağladığımı anlayacak diye oysa sormak istiyorum öldüğünde koydu mu gözlerinin üstüne Leyla’nın saçlarını Sare teyzem.Sormak istediğimi tahmin etmiş olacak ki ‘öyle de oldu, kaç yıl sakladı elli , elli beş yıl…annem öldüğünde çıkarmış, hiçbir şey olmamış saçlara, gözlerinin üzerine koymuş.’ –‘ içinizde Leyla’ya kim benziyor’ –‘Kimse başka bir güzeldi o.Hiçbirimizde ona benzemedik çocuklarımız arasından da benzeyen yok. Ben orada, odada öyle bakıyorum yani bende şaşırdım birden öldü iki çocuk.Feryat figan kucağına aldı annem Leyla’yı, yengem Süleyman’ı, odanın ortasına bir döşek attılar ikisini yan yana uzattılar, küçüklerdi.Hiç unutmam, şey geldi bu Vaide’nin annesi Elif hala geldi.O iki çocuk o gece… o Elif hala yanımızda sabaha kadar oturduk. Tabii bende ağlıyorum bende; aynı ev çocuklarıydık, beraber oynuyorduk. Bir de karınlarının üzerine büyük tepsiler koydular hiç unutmam’ –‘şişmesin diye’ diyorum tekrarlıyor annem –‘şişmesin diye evet, sabahleyin onları da götürdüler etti üç ölü’ – ‘anne! tepsinin içine de bir şey ağır bir taş falan koydular mı?’ –‘yok,hayır… hayır, tepsi bakır ya ağırdı zaten. Sabahleyin onları götürünce yıkamaya o zaman ben de dışarıya çıktım. Bildim artık dediler Fazıl’a da ölmüş. Leyla’ yı Kurmanj yıkadı annemle. Leyla’nın boynu böyleydi (yana eğiyor) şöyle olmuş, Kurmanj’ın kocası geldi cenazeye baktı ‘neden Leyla’nın boynu öyle büküktür düzeltmedin’ dedi. Ondan sonra ikisini götürdüler o yukarıda beş kardeş var ya onların yanına koydular. Onları gömdüler bu sefer de hasta Abbas ağırlaştı. Zehra yengem de doğum yapmıştı altı ay önce Hüsnü Cemal diye bir kızı var memedeydi…meme emmiyordu o da öldü, ama Abbas ondan önce öldü’ –‘bu yenge Zehra kaç çocuğunu verdi kızamığa’-‘üç tane, bir ayda üç tane; Fazıla, Hüsnü Cemal, Süleyman’a kendi babasının adını koymuştu. Hiç unutmam bu Almanya’da ki ite benziyordu. Güzel çocuktu, benden bir yaş ufaktı, yedi yaşındaydı. Bunlar dedeyi bizim piri çağırdılar’ –‘niye?’ –‘dediler gel Abbas’ı Şehid-i Merge götürelim. Abbas’la Hanım kardeş, aynı oda da hasta yatıyorlar. Hanım bir gün dedi ki ben babaannemi sevmiyorum, Abbas’la hasta yatıyoruz babaanne girdi odaya elinde bıjıki dorak yani peynirli gözleme Abbas’a verdi, benim de canım çekti istedim vermedi. Kızlar insan değildi onun gözünde, oğlan torunlarını severdi onun için sevmezdim ben babaannemi. Neyse Abbas’ı kızağa koydular tamam mı? biz hep… Abbas’a bir şey olmasın diye … üç tane çocuk ölmüş, biz de çocuğuz, tabii üzülüyoruz ondan sonra kızakla götürdüler Seyidin üzerine, niyaz da pişirdiler, yanlarında götürdüler… karı yara yara,geri dönüp getirdiler Abbas’ı, Piro’nun sırtına verdiler.Piro sırtına aldı , etrafında öküz çevirdiler ahırda , dediler ki ‘ ne kadar senin hastalığın varsa, kadan belan hepsi bu öküzün üzerine gelsin.’ –‘Öküzü kurban mı ettiler ?’- ‘ Bilmiyorum, Abbas’ı içeriye aldılar, uzattılar ve Abbas öldü. Hiç unutmam; benim annem de Bingöl’den yeni gelmişti, babasıgil şey vermiş ,böyle güzel renk renk yemeni, elbiselik kumaş falan annem o yemenilerle Fazıla’nın başını süslemiş’ – ‘şimdi ben sana yoksa biz Hıristiyan mıydık?desem kızarsın, iyi de anne öleni böyle süslemek Hıristiyanlarda var’ –‘ her kılığa, her dine koydun bizi, bu da üstüne olsun.Annem Fazıla’nın başını yemeniyle sarmıştı ya amcam Varto’dan geldiğinde gömülmüştü Fazıla, düşün bir geliyor çocuklar hep ölmüş.Yan yana gömdüklerinden mezar açılınca tekrar Fazıla’yı çıkarmış, agzını, yüzünü açmış’ –‘çocuklarının öldüğünden onbeş gün sonra mı haberi oldu’ –‘ yok Fazıla o yokken ölmüştü, diğerleri öldüğünde evdeydi.O zaman Fazıla’nın yüzünü açmış babası, görmemiş ya.Annem diyordu ki sanki yeni uykudaydı.Sanki ağzını burnunu kapattığımız o yemeniye…o leçeğe buhar vermişti.’ –‘yani nefes mi almış, kim bilir ki?’ –‘Annem hep anlatırdı ama çok güzel kızdı hakikaten güzeldi, sessiz sedasız bir kızdı. İşte hepsini gömdüler orada…biz de ayaklandık ben, hanım, Hatun ablam, Lütfi’ye hepimiz hastalanmıştık.Zehra yenge, o kadar hasetti, o hep benim derdime düşmüştü ‘ -‘düşse ne olur evladını kaybettikten sonra iyi kadın delirmedi’ –‘yenge çok fena oldu, hep benle Lütfiye’yle uğraştı, ilgilendi. Nasıl sen yeğenlerini seviyordun öyle. Allah var kadının bizim üzerimizde emeği çoktu, oğlu Lütfiye’nin, kızı benim yaşımdaydı.O bizi var ya… her hafta, çocukları öldükten sonra her hafta; o kadın bizi yıkadı… saçımızı yıkıyor, iki örük yapıyordu.Nasıl sen düşkündün Can’a, kadın da bize düşkündü.Bir yıl bizimle uğraştı, en sonunda partiyi şaşırdı’ -‘ kolay değil üç çocuğu bir anda kaybetmek’ –‘ne zaman amcam annemi aldı, kadın zehir oldu anneme yapıştı ama emeği bizde çok’ –‘ kadın korkmuştur benim kocamı da elimden alır diye’ –‘kızım annemin kaynıyla zorla evlendirildiğini en iyi o biliyordu.Sonra hamile kaldı ama bu defa da sıtma geldi köye.Kinin içti. Sağlık memuru gelip köylerde geziyordu, bulaşıcıdır diyor kinin dağıtıyordu herkese içsin diye.İşte o zaman 1954 yılıydı, yok yok yani 53’ün kışında onlar öldü, o çocuklar, 53’ün ilkbaharıydı. Tamam, bu kinin içti, hamileydi ya meğer ikizmiş çocuklar, ikisi de erkek, kinin yüzünden düşük yaptı. Böyle resmen…o düşmüş çocukları bende gördüm, böyle her şeyleri belliydi, ondan sonra da bu Figen oldu ’ –‘şimdi anladım Figen teyze biraz farklıydı demek kinin iz bırakmış.Zekasında gerilik vardı sanki, eee onca kinine dahi olacak değildi ya’ –‘zavallı Figen ! iki ismi vardı, amcam kızı dünyaya gelince, kız kardeşim Leyla’nın adını da koydu; Figen Leyla’-‘ Allah… Allah amcan ne biliyordu ki Leyla’yı, ne kadar tanıyordu, ne kadar ilgiliydi ki kızına adını veriyor, laf olsun işte’ –‘amcam pislik yapmasaydı…o zamanlar tabii yaptıklarını bilmiyorduk, çocuktuk, babamız yoktu.Ben onun kucağında büyüdüm…ben var ya öyle sanıyordum babamdır, anladın?’-‘doğrusu bizde dedemiz sandık yılarca.Babacan görüntüsü vardı, ne kadar çok benzerdi Hulusi Kentmen’e, bıyıkları yüzü.’-‘gerçekten de benziyordu, akşam olunca misafir odasında toplanırlardı, böyle sedirler vardı, sobanın arkasında her zaman amcam otururdu, ben de her zaman onun kucağında uyurdum.Mesela çağırırmış annemi ‘gel dermiş götür kızı’, öbür amcam da Lütfiye’yi çok seviyordu.Lütfiye amca olarak ona düşkündü, bende buna. Amcam öldüğünde düşün ben çoluk çocuk sahibiyim daha haberim yok babamın arsasını üzerine geçirdiğinden, hoş o arsa da Ermeniler yollanınca Varto’dan Hazineye intikal edilmiş ordan da ihaleye çıkarılmış. Sende gördün tapuyu, ne yazıyordu’ görmüştüm… kahrolmuştum, evinden yerinden yurdundan sürülüyorsun hiç yere…hiç yere; bin bir emekle aldığın içine ağaçlar diktiğin, duvarını ördüğün evine başkaları kendilerinmişçesine el koyuyor; bu el koyuşu “11295 metre …. Tarla ermen milletinden simo korki veladanı hovikden hazineye intikalı hasebile tapu 24,5, 1959 tarihi ve sıra no, da hazine maliye namına kayıtlı iken bu kere mezkur tarla hududu asliyesi ışbu hudutaamahdut 11295 metre murabbain mahalli bilifraz Varto ilçesi kasıman köyünden Ali oğulları M….. F’ye sekizyüz lira bedelleri satıldığından ve parası tamamen teslim vezne edildiğinden namına tescilli malmüdürlüğü ifadesiyle Varto kaymakam 6,4,1949 günü ve 59458 sayılı müzekkerısı ve tarafından……” ibareleriyle yasallaştırıp devletin resmi evrakı tapuya yazmaktan da çekinmemişler.İşte bu yüzden onlarca mazlumun ahı alındığından, lanetlendi bu topraklar…bu yüzden huzur yok… sadece mal mülk mü? Karısına kızına da göz koyuyorlar, yollarda saldırıp altınlarını, paralarını çalıyorlar. Sonra neymiş Hitler Yahudilere neler etmişmiş, soykırım uygulamışmış…bizim atalar pürü pak ya. Savaştaki başarısızlıklarının sorumluluğunu Ermeni milletinin üstüne yıkıp göçe zorlayan, uçsuz bucaksız yollarda kırıma uğratan Padişah Mehmet Reşat, Enver, Talat, Cemal paşalar değil miydi Hitler’in, Mussolini’nin feyz, örnek aldıkları.Bir an başka bir konuya dalış…geçiş yapan zihnim annemi ‘ çok ağlamış çok üzülmüştüm’ de yakalıyor ‘ amcam öldüğünde , annem de İstanbul’dan gelmişti, bizdeydi ben çok ağlayınca ‘erooo çok mu seviyordun?’ bende ‘evet anne ben amcamı çok seviyordum’ dedim, baktım o da başladı ağlamaya.Bu son zamanlarda bu pislikler…demek ki ben şimdi düşünüyorum 53’de o kış zamanı, babamın Hazineden aldığı arsayı üzerine tapu etmeye, geçirmeye gitti, öyle olmasa karda, kışta Varto’da ne işi vardı?Sonra amcamla karısı yaptıkları iyiliklerin içine sıçtılar kaşığı koyup önümüze bıraktılar.Oyyy Zehra da az yapamadı hepimize; lanet olsun ben hep derdim ki ‘ bokuyla oynasın, hakikaten bokuyla oynadı .Kız kız kız…(bu yapılır mı şaşkınlığındaki ifade yerleşiyor yüzüne) Zehra’nın annesi yle benim annem amca çocuklarıydı, annem onun teyzesi gelirdi, ayrıca babaannemin abisinin kızıydı.Kız ben onlar kadar birbirine düşman iki insan görmedim aynı Rukoş halamla ablam gibi.Babaannem senin gibi vericiydi, her şeyi verirdi köylülere bal, ekmek, un.. Zehra’da o verince çok kızardı. Yani ne bileyim aman! her şey geldi geçti ama çok güzeldi babaannem Allah için ’- anne! Hasan’ı anlatıyordun, ne oldu sonra’ –‘İşte Hasan ölüyor hastanede, enişte ölü çocuğunu yine sırtında vuruyor karı yara yara getiriyor köye’-‘ yuh ya hükümet verseymiş ya bir taksi’-‘Hükümetin derdi bitti de ölü Hasan’ı taksiyle yollayalım diyecek öyle mi kızım? Kızım…kızım kim kime o zaman, her gün onlarca çocuk ölüyor .Neyse Kurmanj’ı eniştenin annesini sen hatırlıyor musun?‘- ‘tabii hatırlıyorum, kapılarının önünde otururdu, etekliğinin içine koyduğu ekmekle yoğurdu, mastı yerdi.Ama çok yaşlıydı, yüzündeki, elindeki çizgiler kalemle çizilmiş gibi nasıl da kalındı, bir de alınmadığından gözlerini kapatan kalın siyah kaşları vardı.Adı niye Kurmanj’dı ?’ –‘ köye gelen ilk Kürt gelindi, adı Güllü’ydü Kurmanj kaldı. Eniştenin babası köye getirdiğinde hiç Zazaca bilmiyormuş ama kolay öğrenmiş’-‘ öğrenir tabii Kürtçenin bir lehçesi Zazaca’-‘ alakası yok biz Türk’üz. Zazalar Türk’tür’ bilmeyerek annemin bam teline basmıştım yine, Hasan sonrası olanları öğrenmemi engelleyecek annemin odayı terk etmesiyle sonuçlanacak çıkmaz tartışmaya girmeden kıyısından atlamayı tercih edip -‘tamam anne! sen Türk ol, ben Kürt sonrasını anlat’-‘Kurmanj çok sevdiği torunu Hasan’nın öldüğünü görünce…’-‘hep dram…hep trajedi… ölü oğlunun kaskatı kesilmiş bedenini taşımak saatlerce…karda, kışta.İyi karşısına ayı, kurt falan çıkmamış ’-‘ çıkardı da az öyle olay olmadı değil, İbi Rıskın oğlunun burnunu kopardı ayı, ormanda odun keserken’ sanki hep rastlanılacak bir olay yaşanmışçasına ayının insanın burnunu koparmasını es geçip, ara vermeden anlatmaya devam ediyor –‘ Kurmanj çok ağlamış, teyzen Sare önüne çökmüş, demiş ki ‘ niye ağlıyorsun Daye, bu kadar ağlama, bak geride dokuz torunun var, yetmiyor mu sana?’ daha aynı evde bir ayda ölen beş çocuğun, burnu ayı tarafından koparılmış kan revan bir yüzün dehşetini hazmedememişken ‘ yetmiyor mu sana dokuz çocuk’ cümlesiyle sırtımdan vuruluyorum –‘ bunları benim teyzem Xale(m) söylemiş olamaz…yapma anne!’ ilkokul da ikinci ya da üçüncü sınıftaydım, tatilde ‘babanın odasında’ sedirde yatıyorum, çok hastayım yanımda annem titriyorum, baş ağrısından gözlerimi açamıyorum sonra üstü süt kokan biri yaklaşıyor elini alnıma koyuyor ‘ kalk! diyor anneme; waye (m), wardı pay; çocuk yanıyor , kalk! dere Mengen’in kenarında kucağından indiriyor otların üzerine bırakıyor beni. Kalkamıyorum , elbiselerimi çıkarmaya çalışıyor ben debeleniyorum ‘ anne kurtar, yapmasın’ sonra elbiselerimi çıkarmaktan vazgeçiyor kucakladığı gibi çırpınan beni, suyun içine daldırıyor, donuyorum ‘kêna (m)…çenik eza vana, vındı; kızım kıpırdama dur! vındı!’ söylediklerini anlamıyorum ama çocuklara karşı kullandıklarından en çok duyduğum kelime ‘vındı’nın dur demek olduğunu biliyorum, suya her batırılıp, çıkarılışımda bacaklarımı birbirine vuruyorum.Gözlerimi açmaya kalkıştığımda güneşle parıldayan sular süzülüyor saçlarımdan, elbiselerimden dereye ama teyzem gözlerimi açmama fırsat tanımadan tekrar daldırıyor beni dereye ‘ dur! şimdi geçecek, iyileşeceksin’ annem dayanamıyor dudaklarımın morardığını görünce ‘O Ali’yi seversen bırak kızı artık, nefesi kesildi, boğulacak’la beni alıyor teyzemin ellerinden, kucaklıyor yere kadar uzunluktaki ıslanmasına aldırmadığı elbisesinin eteğiyle sarıyor beni.Annemin kucağında kendimi rahatlamış hissediyorum, bir mucize olmuş ağrıdan açamadığım gözlerim ıslak saçlarımdan damlayan dere sularının ışıltısıyla parıldamaya başlamış, baş ağrım geçmişti.Alnıma koyduğu elde anne şefkatini hissettiğim, hayatımı beni serin sulara daldırmakla kurtaran Sare teyzemin vicdanını, anneliğini, merhametini sorgulatan Hasan’nın ölümündeki tavrı karşısında doğruluyorum yataktan, annemin yüzüne bakıyorum -‘ bir anne, nasıl der bunu, nasıl bir canavarlıktır bu’ annemin burnu ayı tarafından koparılmış bir yüzü görseydim şaşkınlığıma şaşıracak bakışlarına baka kalıyorum tabii ya diye düşünüyorum bu Sare teyzemle ilgili duyduğum ilk vaka değil ki, annem de benim teyzemle ilgili olayları bildiğimden tepkime şaşırıyor olmasın.Yıllar yıllar sonra ikibinli yıllarda köye gittiğimde, odanın duvarını yaslı uzun tahta sedirin üzerinde yan yana otururken teyzemin yüzüne kuzenimin söylediklerini hatırlıyorum ‘bu annem var ya’ demişti kızgınlıkla ‘ öyle bir vicdansızmış ki’ hiç tepki vermeyen teyzeme bakıyorum –‘ niye ne yapmış ki’ –‘iki buçuk yaşında kız kardeşim varmış benim adı Saime.Çok hastaymış çokk… öyle inliyormuş ki artık neresi ağrıyorsa, öyle de ateşi varmış, babam gece kucağına almış odanın içinde gezdirmiş, boşuna çocuk ağlıyor, yanıyor. Bu da uyuyormuş, babam kucağında Saime eğilmiş ‘Sare uyan, kalk ! haydi uyan! kız çok hasta..ölüyor’ annem uyku sersemi gözlerini aralamış ‘çok uykum var’ demiş uyumaya devam etmiş.O uyurken de Saime ölmüş’ kuzenimin hızlı ve de Zazaca karışık Türkçe konuşmasından bir tek isminin geçtiği kısımları anladığından bana ‘bu ne anlatıyor’ bakışıyla bakan teyzeme dönüyorum artık kulakları da az işittiğinden bağırarak tane, tane anlatmaya çabalıyorum az biraz Türkçe bilen teyzeme kızının söylediklerini ve soruyorum ‘teyze, maymı, dayé kızın ölürken sen nasıl yatabildin?’ söyleyeceklerini anlamam için Türkçe konuşması gerektiğinden ama Türkçe kelimelere tam vakıf olamadığından yardımımla tamamladığı ‘ çene ma, o zaman en az 300 koyun, keçi, 20 inek; mal vardı evde Sabah gün ışırken kalkardım, ata atlar malları sağmaya giderdim sonra dönerdim dokuz çocuk , yemek ver, iş yap, tarlada çalışanlara azık hazırla. Öğlen ata atlar tekrar yaylaya giderdim.’ –‘ evet ben seni hep at üzerinde hatırlıyorum, bir keresinde beni de önüne almıştın, korkmuştum ben indirmiştin hemen.Rüzgar gibi giderdin atla, bir bakardım pencereden yaylaya giden yol üzerinde ki tepeyi gösteriyorum bir bakardım tepeyi çoktan aşmışsın yoksun öyle hızlıydın’ –‘severdim ata binmeyi babamda severdi .Yayla dönüşü süt kaynat, ayran çal, yoğurt ,çökelek peynir, yağ yap, ekmek için hamur yoğur.Akşam tekrar malları sağmak için düş yollara gel lojını yak ekmek yap….kızım kızım hal mı kalır insan da? köpek bile benim kadar koşturmazdı…yorulmuştum uykum vardı gözlerimi açıp kalkacak halim yoktu ama bunu şimdi kimse anlamaz’ konuşması hayal kırıklığına uğratsa da niyeyse şimdi annemden duyduklarım kadar canım yanmamıştı.O gün kalbimi sızlatan çocuğu ölürken yorgunluktan, uykusuzluktun ayağa kalkamayacak duruma düşecek kadar iş yapmak, yorulmaktı. Bu anlatılanları, yaşananları bir filmde seyretmiş ya da biri anlatmış olsaydı belki ‘yok canım, bu kadar da olmaz’ la senaryonun, kurgunun, anlatılanın gerçekliğini sorgulardım çünkü ancak bir filmin hayal öteliğinde olabilecek kadar gerçek dışı gelecekti bana yaşananlar, anlatılanlar. Şimdi annemin anlatımındaki vahşi batıyı anımsatan kareler sonrasında öyle bir yerde yetişen, annesinin kardeşi ölürken uykusuna devamına şahit kuzenime; Dikmen’ deki beş katlı asansörsüz apartmanın dördüncü katındaki evinden elinde bavuluyla çıktığında, ardından koşan kapı önünde babası tarafından zapt edilmeye çalışılan altı yaşındaki oğlunun ‘anne ! beni bırakma , beni de götür’ feryadına, figanına arkasını dönmeden, koşup sarılmadan merdivenlerden inmeyi sürdürmesine ‘ zalımın kızı…nasıl ya nasıl ciğerin parçalanmadı o figana, nasıl geri dönüp de almadın çocuğunu’ sitemi büyük haksızlıkmış.Sonraları ‘ nasıl dönseydim? Evim mi ? işim mi vardı. İlkokul mezunu bile değildim. Gel yanımıza, iş bulalım, ev tutalım, oğlunla seni yerleştirelim diye kim el uzattı bana? Bende babamın, annemin, abimin yanına sığınacaktım. Ankara’dan köye dönüyordum ve abim dedi ki ‘eğer arkanı dönersen, çocuğu almak zorunda kalırsın ama ben de seni bırakır giderim, haberin olsun.Ancak sana bakabilecek durumdayız, hem oğlanın babasının işi gücü var, devlet memuru, kendi çocuğu baksın ’ Düşün her gün küfür, hakaret, dayak ya bildiğin dayak canıma tak etmişti.Nasıl yaşasaydım o adamla, istemediler oğlumu, ne yapacaktım? İnsan çocuğunu bırakmaz hizmetçilik yapar, tek göz bir oda tutar akıllarını verenler acaba hiç hizmetçilik yaptılar mı?Acaba çaresizlik ne bildiler mi?’ Niye bugün bunları yazar, dinlerken canım daha çok yanıyor biliyor musun ?çünkü bu olaylar olur, yaşanırken daha seni, Haldun’u kaybetmemiştim yavrum! çocuklar sevdiğinden senin de seveceğini düşünüp okuduğum, tepkilerinden hoşlanmadığını anladığım ama seni kaybettikten sonra bile nedenini hâlâ çözemediğim, annesi için üzülüp gözyaşı döken “ah ne kadar nazik, ne kadar zarif, ne kadar kırılgan yaratıklar..” diye iç geçirilen badem gözlerini süzen, uzun kirpiklerini kırpıştıran asil duyguların hayvanı masal, çizgi film kahramanlarından masum “bambi”lere; aç karınlarını doyurmak için saldırıp parçaladıktan sonra mideye indiren aslanların ve de diğer hayvanların anlatıldığı belgeselleri “doğanın kanunu bu işte! yaşamak için öldürmek zorundalar ”la seyredenlerin hissizliğini aşan teyzemdeki kan donduran hissizliği…merhametsizliği “aman Allahım bu nasıl bir anne! vicdan’la eleştirirken, şahit olduklarını dinlediğimde teyzemden daha da merhametsiz insanların varlığı karşısında onca farklılığımıza Görkem’le ‘tiksindim insanlardan…uzak durmak lazım bu yaratıklardan’ düşüncesinde buluşmuştuk. ‘Kuzey Irakta operasyondaydık. Bu bacağımı (protezli sol bacağını kaldırıyor )kaybettiğim operasyonda şahit olduklarım…yaşadıklarım insanlara inancımı yıktı, geçti niye biliyor musun?Ölüm kalım çizgisinde kader birliği yaptıkların eğer öyle davrandıysa, davrandılarsa artık kimseye güvenemez, inanmazsın. Ölen arkadaşlarının kolundaki saatini, parmağındaki yüzüğünü, cüzdanındaki parasını cebe indireni görmek… bir insan öldüğünde diğerinin bunu düşünebilmesi….yapabilmesi akıl yitirtir insana.Haydi diyelim ki öldürdüğün düşmanın malı ganimetin, al koy cebine ama birlikte yarım saat önce siperde sigara içtiğin, aynı şeyler için kaygılandığın arkadaşına düşmanına yaptığının aynısını yapmak. Sanma sadece bizimkiler yapıyor, karşı taraf senin gerilla dediğin o teröristlerde yapıyor bunu. Ölülerini olduğu yerde bırakıp kaçarken üzerinde ne var, ne yok alıyor, soyuyorlar‘ Yaşamınızda bir araya gelmek istemeyeceğiniz düşünce, tavır ve kişilikte insanlarla mecburen birlikte çalışacağınız devlettin bir kurumunda, dairesinde; en az iki üç teröristi öldürdüğünü söyleyen Görkem’in anlattıklarındaki acımasızlığı aşan gaddarlık… yok yok bir toplumda gaddarlığın, açgözlülüğün, şiddetin, öldürme, dövme dürtüsünün bu kadar içselleştirilmesine… yaygınlığına neden bir şey var bilmediğimiz… bir hata…bir yanlışlık var ortada fark edilmeyen ya da yaşadığın yerin, Ülkenin evlerinin merhametsizlik, vicdansızlık akan mirası tüm bunların nedeni. Yaşadığın, gördüğün neyse bir süre sonra onu kendinde bularak farklı biçimde olsa da gördüğünün aynısı yapma, aynısı yaşatma, aynısını düşünme gerçeğinde; felsefeden, bilimden haz etmeyen, vahşice birbirini katleden Ortadoğu da yaşayan Türkiyelilerden, yakınlarından Can’ı, Haldun’u kaybedişin sonrası acılarını, seni anlamalarını beklemek… Marsa seyahatin kadar uzak bir hayalmiş çünkü kardeşi Leyla’yı dört kuzenini aynı zamanda kaybettikten sonra sanki onlar hiç yaşamamışçasına geride kalan çocuklarla oyun oynamaya devam eden annenin deyimiyle kanıksattıkları ‘ölüme hayatı katık yaptırdılar bize’. İşte o yüzden tam bir Anadolu insanı’yla övülen kim varsa onlardan çok uzaklara kaçmak istiyorum; her kapının arkasında neler döndüğünü biliyorum çünkü. İşte o yüzden asır öncesi yazdıklarında duygularını, yalnızlığını, acını bulduğun her okuyuşunda Proust gibi duyarlı, düşünceli, farklı biri yanımda olsaydı acaba ‘hayat daha mı katlanır kılınırdı’ diye düşünmeden edemediğin; hayallerini de çürüten bir insanı kaybetmenin dramındayken; antidepresanla uyuşturmayı sana iyilik yapma algılayan, algılatanları her gördüğünde ‘Ahhh Marcel ne kadar şanslıymışsın Albertine, Alfred öldüğünde, yanında bir tek hizmetini yapan uşağın Francoise’nın bulunmasından ve ne kadar şanslıymışsın; ya uşağını göndererek evde olup olmadığını kontrolden sonra saat kaçta geleceklerini ya da eve kadar gelip müsaitsen görüşmek istediklerini bir notla ileterek seni rahatsız etmeyecek saygıda, anlayıştaki sosyal çevreye sahiplikten diye düşündüğünü düşünüyordum ki tam bir görgüsüzlük addedilecek viskiyle lahmacun yeme, atletle dolanma, sosyal medya da özelini, bedenini sergileme; okumayı, gözlemi, insanı anlamayı ‘boşa geçirilen zaman’ sayan tembellikte ama Youtube ve Instagram fenomenliği uğruna tüm gün web de başka ülkelerde yayımlanan ilginç trend videolar arayıp taklit etmenin, aptalca tik tokların; kopyala, yapıştırların, fotoshopların; peşinde koşmayı faaliyet yorumlayan yaşadığımız yerleri kentleri, şehirleri ele geçirmiş; muhtemelen seninde ait olarak doğduğun, hep bir üst seviyeye geçmek için çırpınan, Tanpınar’ın deyimiyle ” oturup beklemenin yeri..” taşralılıklarını; insan harcayan tahammülsüzlüklerini şehirlilikle bağdaştıran, köy kökenli küçük burjuvazinin, orta sınıfın kentli olma uğraşında o hiç bitmeyen iç çalkantılarını…bunalımlarını… yersiz korkularını her an ortaya çıkaracakları törpüleyemedikleri çiğlikleriyle ‘ben’i ,başkalarını delik deşik ederek, işin enteresanı kendi kendilerini entelektüel tanımlayan ya da üniversite bitirmeyi cahil olmadıklarının kültürlü olduklarının koşulu görüp kendilerini diğerlerinden ve de bariz ayrım koydukları halktan farklı bir yerde konumlandıran seninde… benim de sosyal çevremi oluşturan güya seviyeli insanlardan; nasıl olup da her saniye, her saat…pek çok şeyi birlikte yaşadığın, paylaştığın hayatını dolduran anlam kazandıran birini kaybettiğinde ki itiraf et senin de yakınlarını kaybedenlere söylediğin ama Haldun’u, Can’ı ve O’nu kaybettikten sonra sana söylendiğinde nefret ettiğin; önlenebilirliği kesin ölümleri “kader bu..yapılacak bir şey yok” , “zaman her şeyin ilacı …sabır sabır” telkinli; hayatla bağdaşmayan sanallıklarla yüklü, gerçekten… var olandan…yaşanandan kopuk Thomas Bernhard’ın “ zamanımızın gerçek iblisleri” dediği psikiyatrlarla, kişisel gelişim kitaplarının uydurması, nevrotik belleklerin safrası niyesi belirsiz “hayata tutunmak lazım”larla ruhunda fırtına yaratan herkesten, fersah fersah uzakta bir dağ köyünde ya da bir deniz kenarında nehre, denize daldırdığın ayaklarının üstünden minik dalgalı serin sular akarken ya da aşağısındaki alabildiğine ağaç, çimen, gelincik kaplı tarlalarına bakacağın bir tepede rüzgarda eserken öyle tek başına doyasıya, hıçkıra hıçkıra acılarıma, kaybettiğim insanlara…kendime ağlamak…ağlamak istedim hep, etrafımdaki o samimiyetsiz kalabalığı gördükçe. Gün gelecek sana ailende dahil insanlardan kaçmak isteyecek duygular getirecek olaylar yaşayacağını bilmeden katıldığın cenaze töreninde isimleri tek tek anons edildiğinde “burada”yla andığın gençlerin, aydınların katledildiği iki Temmuzda senin de hayatını kaybedeceğini söyleseydi biri; ki o biri ‘sen kanser olacaksın, kız kardeşin evlenecek, bir çocuk dünyaya getirecek, o çocuk senin dünyan olacak ve sonra bir gün…’le gaipten haber vereceğinden ancak bir büyücü ya da medyum ya da deli olmalıydı ki sen doğmadan öyle biriyle karşılaşmıştım aslında DSP-MHP koalisyonu dönemimde MHP li bakan rant getiren koltukta kendi adamını görmek istediğinden sosyal demokrat daire başkanını ha bire görevden almasına, Danıştayın da sürekli göreve iade kararı vermesi yüzünden ‘bezdirelim de kendisi gitsin’ anlayışını devreye koyup, tüm çalışanlarıyla başkanlık Etlik’te ki eğitim tesisine sürgüne yollanınca gözlerden, baskıdan uzakta kamp hayatını işte yaşama mutluluğunda bir gün mesai arkadaşlarımızdan birinin bir arkadaşı ziyaretine geldi; turuncu sarı renkli boyası akmış kabarık saçlar, kısa boy, göbekli bir beden, sürekli etrafı, insanların yüzlerini tarayan çipil gözler, tuhafıma gitmişti; bazen size hiç bir şey yapmadığı halde birinden durduk yerde huzursuz olur ‘ne diye geldi şimdi bu çekse gitse ‘ dersiniz ya içimde bir sıkıntı benim de, laf lafı açtı, her zamanki gibi nerelisin muhabbetiyle kendisinin de alevi olduğunu belirtikten sonra “haydi bir kahve yapın da fal bakayım size” dedi doğrusu içim soğudu o an, baktırmak istemedim ama geleceğe dair merak yüzünden hangimiz fala hayır diyebilir ki hele de “ben çok iyi bakarım” denmişse. Bir zamanlar devrimciyken salakça nitelendirip, yurtta kızlar birbirlerine baktıklarında ‘ bize de bak bakalım, bugün faşistler saldıracak mı, mitinge gidebilecek miyim İzmir’e, 1 Mayıs’ı kutlayabilecek miyiz? ‘ ha bir de acaba Cansu bugün Mercedesi olan yakışıklı birine kantinde rastlayacak mı?’yla alayladığımız fal baktırmanın sonraları niyeyse ??? müptelası oluvermiştik. Masamın karşısındaki sandalyede oturuyordu, ben kollarımı yüzüme dayamış bekliyordum, ‘soğumuş’la fincanı açar açmaz ‘ sen hastasın, kansersin , bir doktora git” dedi, ölümcül ‘kanser’ kelimesiyle irkilip kollarımı indirip masaya dayarken ‘aaa daha yeni tahlil yaptırdım bir şey yok, hasta falan da değilim ‘ deli bakışlarıyla ‘ sen bilirsin ben öyle görüyorum’ dedi. Yıllar sonra kanser olduğumda eğer o gün ki sonra adını unuttuğumdan çok da aramama rağmen bulamadığım o kadının dediğini yapıp doktora gitseydim kanseri başlangıç noktasında yakalayacağımdan bugün her şey çok farklı bir yerde olacaktı, karşılaştığım pek çok olay; annen kırk yaşında ‘kemoterapi alıyorsun, sana ayıp olmaz mı, ayrılmak istiyorum evden’yla evden ayrılmak istemeyecek belki ben de anneni ‘git kendine bir hayat kur, beni düşünme’yle cesaretlendirmeyeceğimden babanla tanışmayacak sonrasında onca can sıkıcı şeyler; yaşanmayacak belki sen bile doğmayacak, belki baban başka biri olacaktı Can! ama ben de her mantıklı insanın yapacağını yapıp doktora gideceğime akşam iş dönüşü mutfakta sigara içerken anneme ‘ bizim bu aleviler var ya dillerin kemiği yok, valla çoğu da deli.İnsan her aklına geleni tartıp biçmeden niye söyler? Hiç mi düşünmez söyleyeceğim şey karşımdakini ne hale getirir diye, değil mi? Alevi bir kadın bugün bana fal baktı, tak diye sen kansersin dedi’ dediğimde -‘ Allah, Allah deli olmasa öyle şey der mi? Ne kanseri olacak sende, inanmadın değil mi’ –‘yok canım her fal bakana inansak….İşte Madımak Katliamının yapıldığı zamandan sonraki zamanlarda falcının biri ‘ iki Temmuzda çok sevdiğinin birini kaybedeceksin deseydi sinirlenip ‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz’la kahve fincanını, tarot kartlarını, suyu, taşları yüzüne fırlatacağının kesinliğinde; ölümünün üçüncü yılının ertesi günü üç Temmuz’da; yaşasaydın belki şiirlerini elinden düşürmeyeceğin, belki ‘harflere cambazlık yaptırıyor’la küçümseyip ‘ama hayata, yaşanmışlıklara dair ayrıntılara sevdalıymış Proust gibi’yle de hakkını teslimleyecek vicdana sahiplikte; aynı cinsel tercihtekileri ABD‘de, medeni ülkelerde orduya alınır, evlenirken “sapkın”lıkla, “hastalık”la itham edileceği marjinal, despot Türkiye’nin; her şeyiyle sahici, yalansız yüzünün “zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın”ın; senin gibi sıska, narin bedeninin, kırık duygularının üzerinde yük; toprak yığılacak vefatını Twitter’da okuduğumda; onlarca ‘ ahhh…ahhh’lı açık yarayla dolu yüreğimde “ahhh ince sözlü şair ahhhh…’lı yeni bir yara daha yerini alırken; kara kutun bulunmayacak olsa da sende biliyordun ki “bulamayacaklardı kara kutunu, en derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu; rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar sadece, anlamayacaklar…”lı göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde mahremiyetini saklamanın belki de öfkesini yaşarken hayatına aldıkların; kimseye tuz bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de tuz yoktu düşüncesinde; naif bünyelerin cehennemi bu dünyada; bir an önce av bulup, parçalamak için sürekli tetikteliğin aptallığından bıkmayan, bulduğu her ‘leşe’ üşüşen ‘Akbaba’lıkta; doy(urula)mayan iflah olmaz iştahtaki insan oğullarının kara kutularını ‘hiç’liği sergilemek adına ortaya saçmak lazım’ diyerek taslak romanımın rahat yatağı Sen9.word dosyasını; seni kaybettikten tam üç yıl sonra açtığım bugün; domuz gibi değilse de insan gibi iki kadeh içesim de var; bir şair öldü diye… çok mu?
Buraya kadar sil
Bugün; öldüğün gün kalacak