Sesim, sözüm, sobe…

Otuzlu yılların Ankara’sında, batılı ve çağdaş değerlerin harmanladığı zamane aydınının Anadolu bozkırlarının  o büyülü sesiyle karşılaşması anında duyduğu hayranlık ve Sivas’lı yol amelesi Ali’nin, kentin salonlarının ameliyathaneyi andıran duvarlarının arasında, pırıltılı, berrak  sesinin karşılığını aramasının dramatik buluşması…


Yol amelesi Ali, sesini bulmak için çağrıldığı Ankara salonlarında, sopranoların, tenorların ve kentli güngörmüşlerin  oluşturduğu kalabalıkların karşısında, tezenesini ve sesini yitirir…


Otuzlu yılların oluşturduğu koşulların gerçekçi bakış açısıyla, Sabahattin Ali, bu öyküyü şöyle bitirir; Ali, ne beklediğini tam da bilmeden geldiği kentten, sazını satıp yol parası yaparak geri döner. Ve sesini tozlu yol öykülerinin harmanlandığı, salkım söğüt ve uzun ince patikaların kıvrıla kıvrıla aktığı; bozkırların, tepelerin, yamaçların rüzgarına bırakır…


Doksanlardan sonra, artık dilimize iyice yerleşmiş olan ve adına metropol dediğimiz kentlerin dikey yaşamından kopup, taşraya, güneye, kuzeye, vadilere, koyaklara ve zamane gezginlerinin ezberlenmiş cümleleriyle oluşturduğu “pastoral” yaşama hızla bir ‘ters göç’ başladı. Her sohbetin arasında, her fırsatta, her kahve molasında hızla, telaşlı ve umutsuzluğun kıyısında kurulan cümlelerin tek bir  ortak yönü vardı: “ Güneye, organik tarım yapmaya gidelim!” 


Hızla, aceleyle çıkılan yolculukların sonunda, Erdek’ten İskenderun’a, Sinop’tan Anamur’a kadar kurulan yüzlerce yeni yaşama alanı, yeni düşler ve yeni sesler karşılığını arıyor. Taş değirmenler kuruluyor, altı bin yıldır aynı otla beslenen ‘gıcık’ karakeçiler, kara sığırlar yeniden damızlanıyor, sütler mayalanıyor, domatesler kurutuluyor, şaraplar fıçılara, zeytin yağları küplere yatırılıyor , laptopların,  ‘yeni nesil’ cep telefonlarının  olanaklarıyla; yeni doğan kuzuların, oğlakların, minik domateslerin, bademlerin, çileklerin, eriklerin fotoğrafları eşe dosta gönderiliyor…


Bir düş, yarına atılmış bir çığlık!  Üzerinden kapitalizm geçmiş insanların düşleri ve  çığlıkları yeniden karşılığını arıyor.


Seksenlerin ortalarına doğru, “Muhsin Bey” filminin ‘Ali Nazik’ karakterinin prototipini belirlediği  yaşama biçimi, Sivas’lı Ali’nin yaslandığı bütün değerleri alaşağı ederek, kentin  surlarına  sesinin bayrağını dikecekti. 


Sivas’lı yol amelesi Ali’nin, kentin salonlarında yitirdiği sesi, Anadolu coğrafyasında yankılanırken, modern çağın Robensonları, alaboradan   arta kalan sandıklarından çıkardıkları eski fotoğrafları tek tek ağaçlara asıyor. Köyde yoga, kasabada psikoterapi, tarlada Tai Chi, bahçede, Aloe Vera, duvarda Che Guevera, Andy Warhol, raflarda Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ ı, salonda IKEA İsveç mobilya, verendada kurutulmuş yalnızlıklar…


Yeni moda kliplerden ödünç alınmış, çokça örselenmiş, ‘Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri’ ile Cazip Bey’in gece sefaları arasına sıkıştırılmış yüz binlerce mülteci hayat, yüz binlerce  mübadil.
 
Kentin gönüllü sürgünleri,  Anadolu dağlarında sesini arıyor…


___________


Yusuf Yavuz [email protected] [email protected] 
                                         

680640cookie-checkSesim, sözüm, sobe…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.