hiç sevmeye terkedildin mi?
kan akışı azalır, zihin yavaşlar,
hayat; solunum cihazına bağlı bir hastanın
yoğun bakım ünitesindeki odasına benzer…
sevmek; o saatten sonra -mişli geçmiş zamanın
koparacağı gürültüye aldırmaz.
kendine hiç de yakışmayan bir çekingenlikle
en derinine en batığına tutunur..
unutmak üzerine her tür çırpınış,
başına buyruk bir avarelik mesaisidir…
belki bir gün belki beş yıl ne kadar süreceği bilinmez,
bir gece vakti yüreğini karıncalar basıverir…
iyileşmek gibi.. yanakların kızarır…
bu ulvi fiil,
içine düştüğü o andan itibaren
kalbi atan bir varlık bir cenin gibi
upuzun bir cümlenin nihayet kendini tükettiği yerde
ellerine doğuverir…
yüreğinden gürül gürül taşan o hummalı muamma
artık ömrün boyunca yanıbaşında gezinecektir…
bazen kendinden, bazen bir kişiden, bazen bir durumdan,
bazen içine gömüldüğün karmaşadan her kaçma isteğinde
bir yol tabelası gibi çıkar durur önüne..
sevmek bir son değildir..
sevmek bir başlangıçtır..
ona başlanır..
bir gece ansızın…birdenbire..
Oğuz Atay ın ‘Korkuyu Beklerken’de sevmeyi anlattığı o uzun paragraf,
aklının kıyılarından burkula burkula gelir, tam da buraya çöreklenir.. acaba…
“acaba, ağaçtan, ottan ya da uçamayan böceklerden filan bir yerden sevmeğe başlamış mıydım?
bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? çünkü sevmek yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi
kolay bir iş değildi. ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? bir kitaba yeniden başlamak gibi,
sevmeye başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde” /Oğuz Atay.
-di’li -miş’li zamanların şimdinin içine üşüşmesi,
geçmişe kifayetsiz bir bakış fırlatıp,
yeniden başlamanın önsözü belki de…
bu güne kadar hiç öğrenmemişsin gibi alfabeyi, yeniden keşfe çıkartır a-b-c’yi…
belki de sevmeye başladığında anlıyorsun geçmişin yetersizliğini…
sevgisiz geçen zamanın o dehşet boşluğunu, biri doldurduğunda anlıyorsun…
belki sana sevmeyi hatırlattığı için başlıyorsun birine.. sevmek gibi geliyor biri …
ne merhametli şey şu sevmek
alır bağrına basar yalnızlığı bile..
o yalnızlık ki yanardağın ağzında lavları kucaklamak gibi..
‘yandım ulan’ diyemezsin de
kızarsın sevdiğine, bir gün senden önce ölürse diye…
bir insan bir insanın öleceğine kızar mı.. kızar…
ölmek teslim olmaktır gitmeye..
ne daha cennet olabilir ki ve ne daha cehennem…
kendi boşluğundan çıkıp karşındakinin boşluğuna dokunmadıkça
o derin dehlize dalmadıkça
şeyleri tanımlamak ne manasız bir çaba…
mesela neyini seviyorsun dediklerinde sustuğun dil nece?
‘her şeyini seviyorum ne bileyim’ dedirten o erenler seli …
şeylerin bütünü..
bütünü oluşturan şeylerin tarifsiz hali…
‘gitmek’ barındırır mı içinde sevgi… sanmam…
gitmenin araçları vardır
uçağa atlarsın trene atlarsın yüzersin olmadı…
sevmekten nasıl gidilir?…
olsa olsa biraz hüzne terkedilmiştir.
bir gün karşılaştığında anlarsın
belki de bu güne kadar hiç kimse seni gerçekten sevmemiştir.