Soykırım, arkeoloji ve vatan savunması

Hrant Dink’in öldürülmesiyle, zaten gündemden hemen hiç düşmeyen Ermeni soykırımı konusu bir kere daha ön plana çıktı.  Fakat belki de ilk defa, konuyla ilgili çoğu Türkün bilincinde ciddi bir kırılma oldu.  Belki de ilk defa, şimdiye kadar sorulagelen soruların aslında bambaşka sorular olduğu anlaşıldı.


Bunlara hemen girmeden, biraz geriye gitmekte fayda var.


Türkiye’de 1915 olaylarıyla ilgili hakim görüşün, zaman içinde gitgide keskinleşen “soykırım” iddiaları karşısında biçim kazandığını biliyoruz.  Uzun zaman hakim görüş, bu  olaylar esnasındaki katliamların mevcudiyetini bile reddeden, tamamen “inkarcı” bir görüştü.  Bu görüşe göre, Ermeni tehciri, Büyük Savaş cehenneminde kendi devletine karşı ihanet ve ayaklanmaya kışkırtılan bir tebaanın ülkenin bekasına bir tehdit haline gelmemesi için alınmış bir tedbirden ibarettir.  Başlıca amacı, “vatan savunması”dır.  Kötü sonuçlarının nihai sorumlusu ise, emperyalist dış güçler ve onlara yataklık eden Ermenilerdir.  Tehcir esnasında kurunun yanında yaş da yanmış olabilir; ama tehcirin öncesindeki ve ertesindeki dönemler de düşünüldüğünde,  ölen ve öldürülen masum ve savunmasız insanlar arasında Ermeniler kadar Türkler de vardır.


Son yıllarda 1915 olaylarıyla ilgili gerçekler ortaya döküldükçe ve daha çok konuşuldukça, “inkarcı” görüşün kıyısında, yer yer onu da etkileyen, daha nüanslı ve yumuşak bir görüş filizlenmişti.  Bu görüşe göre,  1915 olayları ağır savaş koşulları altında karşılıklı katliamlardan meydana gelmiş bir “mukatele”dir.  Bu “mukateleci” görüşün anahtar kavramı, “insanlık trajedisi”dir.  Her iki tarafın da günah ve sevaplarının bir çeşit eşitlendiği bu trajedide, olayların mutlak ve nihai bir sorumlusu yoktur.  Biri kendi bütünlüğünü korumak, diğeri ise çöken bir devlet çatısının altından çıkıp bağımsızlığını elde etmek için, tarafların birbirini yenmekle, altetmekle kalmayıp, düpedüz yok etmeye itildiği kör bir ölüm kalım mücadelesidir bu olaylarda sözkonusu olan.


“Mukateleci” görüşün “inkarcı” görüşten temel farkı, Ermeni tezlerince seslendirilen gerçekleri ve acıları görmeye, anlamaya daha açık, daha yatkın, daha hazır olmasıdır.  Bu görüş, örneğin, olaylardaki maddi manevi Ermeni kayıplarının Türklerinkinden çok daha fazla ve derin olduğunu görmeye, kabul etmeye hazırdır.  Keza bu görüş, “vatan savunması” ile öne sürülen birçok gerekçenin arkasında, muazzam bir gasp, yağma ve servet transferi olgusunun gizlendiğini de kabule hazırdır.


Ancak, “mukateleci” görüşle “inkarcı” görüşü buluşturan önemli bir nokta vardır:  her ikisi de Ermeni tezlerinin artık büyük çoğunluğunun merkezinde bulunan “soykırım” fikrini kabul etmez, reddeder.  “Soykırım” fikri üzerine inşa edilen görüşe göre, ortada yadsınması imkansız bir maddi gerçek vardır: binlerce yıldır Anadolu’da yaşayagelen bir halk, bütün bir uygarlığıyla birlikte, birkaç yıl hatta birkaç ay içinde silinip gitmiş, adeta “buharlaşmış”tır.  Ermenilerin nüfusu, demografisi, katliamlarda kaç kişinin öldüğü, kaç kişinin kurtulduğu ve bunun gibi diğer bütün mülahaza ve tartışmalar, bu yalın gerçeğin yanında tali kalır.  1915 tehciri denen olaylar dizisi, devlet eliyle ve gücüyle tezgahlanmış bir soykırımdır.  Olaylara “mukatele” denilmesi, iki tarafın da eşit, benzer yahut kıyaslanabilir bir konumda olduğu simetrik bir durumu çağrıştırır.  Simetrik bir durumda, iki halkın birbirini boğazlamasından bahsedilebilir; oysa gerçekte olan, bir devletin—Osmanlı devletinin—kendi halkını boğazlaması-boğazlatmasıdır.  Basit bir yenme-yenilme-yenişme ilişkisinin çok ötesine giden bu boğazlamayı, herhangi bir meşru savunma stratejisi veya tehdit algılaması açıklayamaz; bunu olsa olsa “soykırım” kavramı açıklayabilir,  Bu açıdan bakıldığında, “tehcir” terimi resmi planda bir aldatmacaya, “trajedi” sözcüğü de kavramsal planda bir yanılsamaya götürür.  1915 olayları, bir kalkışmanın siyaseten bastırılmasının ve denetim altına alınmasının değil, köklü bir halkın ve uygarlığın yok edilişinin hikayesidir.  Sorumluları da vardır ve yeterince bellidir.  Bunlar, öncelikle Osmanlı devletini ele geçiren İttihatçı cunta ve bu cuntanın maşaları ve işbirlikçileridir.


Teorik olarak, Türklerin cumhuriyeti kurmakla Osmanlı geçmişlerini bazı yönleriyle reddetmiş oldukları ve böylece soykırım kamburunu taşımak durumunda olmadıkları düşünülebilir.  Ne var ki, zaman zaman dile getirilen bu “reddi miras” düşüncesi Türk kamuoyunda nedense pek yankı uyandırmamıştır.  “Soykırımcı” görüşe göre bunun başlıca nedeni, Cumhuriyet’in görünürdeki radikalliğine rağmen Osmanlı’dan tam ve gerçek bir kopuşu öngörmediğidir.  Cumhuriyet’le beraber hatta ondan da önce, İttihatçı kadroların önde gelenleri siyaset sahnesinden silinmiştir ama, düşünce ve eylem tarzları aynen kalmıştır.  Cumhuriyet’in sahiplendiği ve yücelttiği bazı kahramanlık figürleri arasında, Ermeni soykırımında dahli olanlar vardır; bunların isimleri, heykelleri bugün hala Türkiye’deki pekçok mevkii, sokağı ve caddeyi süslemektedir.


Her ikisi de soykırım tezine karşıdır ama, “mukateleci” görüş “inkarcı” görüş gibi tartışmayı daha başında kesmek yerine devam ettirme eğilimi gösterdiğinden, biz burada “inkarcı” görüşü tüm safiyeti içinde bir kenara bırakıp, öbürüne bakalım.


“Mukateleci” görüşün soykırım tezine karşı, biri kavramsal, diğeri tarihsel olmak üzere iki farklı düzlemde direndiğini görüyoruz.


Kavramsal düzlemde, tartışma konusu olan bizzat “soykırım” kavramının kendisidir.  Bilindiği gibi, frenkçedeki “jenocide”in karşılığı olan bu sözcük, ilkin 1915 olaylarından onyıllar sonraki Yahudi mezalimini anlatmak için kullanılmıştır; halen de öncelikle Yahudi mezalimiyle özdeşleştirilen bir terimdir.  Şimdi, tartışmayı tamamen hukuki plana çekmek ve orada tutmak isteyen şekilci bir görüşe göre, 2. Dünya Savaşı ertesinde, yasalara girerek hukuki bir statü kazanmasından itibaren “soykırım” kavramının geriye dönük olarak kullanılması mümkün değildir.  Böyle bir argüman, bazı Türk hukukçu ve diplomatların da önerdiği gibi, potansiyel tazminat taleplerini savuşturmak üzere 1915 olaylarının bir soykırım olarak nitelenmesine karşı açılabilecek uluslararası bir davada belki anlamlı olabilir, ama dünya kamuoyunun vicdanında hiçbir etki bırakmayacağı açıktır.  Gerek sosyolojik gerek etik planda, “soykırım” kavramı kendi has modeli olan Yahudi mezalimiyle sınırlı kalamaz; bu mezalimden sonraki dönemlere olduğu gibi, önceki devirlere de uygulanabilir.  Saddam’ın Kürtleri, Sırpların da Boşnakları ve Arnavutları boğazlaması nasıl birer soykırım sayılıyorsa, Ermenilerin Osmanlı komitacıları ve çetecilerince kesilmesi de en az o kadar bir soykırım sayılabilir.


Ancak “soykırım” kavramını zaman ve mekana yaymanın ölçüsünü bulmak kolay değildir; kavramı kıskançlıkla tekelinde tutma arzusu da, buradaki zorluğun ironik bir tezahürü sayılabilir:  Ermenilerin 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelemesine Yahudilerin öfkelenmesi, ya da, diğer taraftan, Boşnakların, Arnavutların, Kürtlerin ve diğerlerinin aynı kavrama dört elle sarılmalarını da bizzat Ermenilerin hiç hoş karşılamaması, hayli sık görülen durumlardır.


Tabiatıyla, sorunun kaynağı, kavramın tanımında yatmaktadır.  “Soykırım” denince, akla gayrı ihtiyari büyük çapta katliamlar ve vahşet tabloları gelir.  Sanki bu katliamlar ne kadar çok ve kanlıysa, soykırım da o kadar büyük ve o kadar soykırımdır.  Oysa soykırımı soykırım yapan, içerdiği vahşetin derecesi ve büyüklüğü değil, taşıdığı amaç ve motiftir.  Sözgelimi, aynı coğrafyayı paylaşan iki topluluktan biri, diğerini, toprak, mal mülk, servet gibi, maddi herhangi bir kazanç dürtüsü veya kaybetme korkusuyla keserse, bu bir “katliam” olur; ama aynı topluluk bu işi, yalnız paylaştıkları coğrafyada değil, yeryüzünün hiçbir yöresinde yaşam hakkı tanımamacısına, öbür topluluğun sırf rengi, ırkı veya dini için yaparsa, bu doğrudan “soykırım”a girer.  Kavram analitik olarak biraz zorlandığında, şunu söylemek mümkündür:  çok kanlı ve vahşice olaylar “soykırım” nitelemesine uymazken, benzer olayların çok daha sınırlı olanları kolaylıkla soykırım olarak nitelenebilir; dahası, içinde bulunduğu gerçekliğin bağlamına göre, tek bir kişinin bile öldürülmesi bir soykırım olabilirken, milyonlarca insanın kıyımı soykırım sayılmayabilir.  Haliyle, ırkçı saiklere dayalı her soykırım, tanım gereği o ırkın tamamını hedef aldığından, meydanı boş bulduğu ölçüde büyük vahşetleri öngörür; ama başlıca tanımlayıcı öğesi, içerdiği vahşette değil, taşıdığı ırkçılıkta aranmalıdır.


“Mukateleci” görüşün kavramsal planda “soykırım” terimine itirazı, işte bu ayrım çizgisi üzerinde odaklanır: Naziler, Yahudileri malları, mülkleri, toprakları için değil, sırf Yahudi oldukları için öldürmüştür; oysa Türklerin Ermenileri sürmesindeki ve öldürmesindeki ana saikler, son tahlilde bir toprak kavgasına dayanır, yani ırkçı ve ideolojik değil, siyasal, ekonomik ve askeri kaygıların, korkuların ve paranoyaların sonucudur.


“Mukateleci” görüşe göre, özünde Yahudilere dönük Nazi katliamlarını ifade etmek için düşünülmüş olmasına rağmen, benzer koşutluklar ve gerçeklikler bulunduğu sürece, “soykırım” kavramının 1915 olaylarına veya başka olaylara teşmil edilmesine karşı prensipte bir engel yoktur; sık sık dile getirilen anakronizm eleştirisi de buna bir engel teşkil etmez.  Fakat kabul etmek gerekir ki, Birinci Dünya Savaşı Türkiyesi’nin arkaplanı, İkinci Dünya Savaşı Almanyası’nınkinden çok farklıdır.  Ermeni zanaatkar zümresinin ve burjuvazisinin Osmanlı devlet düzeni içindeki pırıltılı mevcudiyeti, katliamların bazı Batı illerini teğet geçmesi, hatta en kanlı katliamların merkezindeki “kılıçartıkları” olgusunun varlığı bile, Osmanlı toplumunda Ermenilerin, Yahudilerin Almanya’da maruz kaldıkları şekilde, her yerde ve her koşulda hedef alınmadıklarını gösteren emarelerdir. Bütün bu emareler, Osmanlı’da ırkçılığın ve dışlayıcılığın pratikte hiç olmadığını kanıtlamasa da, en azından, Almanya’daki çok daha doktriner, ideolojik ve kararlı emsaline göre daha sığ ve yeni olduğunu gösterir.


Osmanlı toplumunda ırkçılığın yokluğuna dair gelenekselleşmiş gözlem, genellikle bu toplumun “mozaik” yapısı, “hoşgörü kültürü” veya bütün bunlara bağlı olarak, görece “insancıllığı” ile açıklanmaya çalışılır.  Bu tür açıklamalarda hiçbir gerçek payı olmadığını iddia etmek ne kadar zorsa, geçmişe dönük bir sürü hayali ve nostaljik projeksiyonun bulunmadığını savunmak da o kadar zordur.  Eğer Osmanlı toplumunda ırkçılığın yokluğundan bahsedilecekse, bunun nesnel nedenlerini toplumun geleneksel yapısında ve örgütlenme tarzında aramak herhalde daha anlamlı olur.


Kimliklerin oluşturulmasında ve tahakkümünde dışlamacı ve ayrımcı bir refleks yahut içkin bir eğilim olarak ırkçılık, kuşkusuz tüm insan topluluklarında ve tarihinde varolagelmiştir, ama bir yönüyle de modern bir olgudur; ulusların, ulus-devletlerin ve genel olarak modernitenin oluşumu ve evrimiyle yakından ilintilidir.  Karşılaştırması yapılan dönemlerde, Almanya iyice sanayileşmiş ve modernleşmiş bir toplumken, Osmanlı toplumu bu süreçlerin başında veya öncesindedir.  Ayrıca, bizzat modernleşmiş Batı toplumları içindeki “Germen” farkını da unutmamak gerekir: herşey bir yana, gücünü soyutlama ve sistem kurma becerisinden alan bir farktır bu.  Yahudi soykırımını çok daha “metodik”, çok daha kapsayıcı ve birçok yönüyle emsalsiz kılan da belki biraz bu farktır.  Bu açıdan bakıldığında, Yahudi soykırımına uyabilecek bir deli gömleğinin, Ermeni kıyımı da dahil, bugüne kadar tarihte kayda geçmiş tüm kıyımlara bol geleceği açıktır.  Şu halde, Osmanlı toplumunun bir soykırıma, yani Yahudi tarzı bir kıyıma sahne olmamasını, “hoşgörü toplumu” vs. olması gibi olumlu sayılabilecek etmenlerden çok,  bu toplumun düşünme, örgütlenme ve yönetme kapasitesindeki kusur ve eksiklikler açıklar.  “Mukateleci” görüşe göre, Osmanlı’daki ırkçılığın görece yokluğunu veya sığlığını açıklayan da, bu olumsuz fakat daha nesnel etkenlerdir.  Kısacası, “soykırım” kavramının Osmanlı gerçekliğine ilişkin doğru bir tasvire elvermemesinin nedeni, öncelikle Osmanlı toplumunun ve devlet düzeninin geri kalmışlığında yatar.


Tarihsel plana inildiğinde, “mukateleci” ve “soykırımcı” görüşler arasındaki tartışmanın, yürüdüğü kadarıyla, bir noktaya gelip tıkandığını görüyoruz.  Bunun başlıca nedeni, bu iki görüşün “tarih”le olan farklı ilişkileridir.  Haliyle, “mukateleci” görüşü dile getirenlerin büyük çoğunluğu Türkler, “soykırımcı” görüşü savunanlar da çoğunlukla Ermenilerdir.  Ermeniler, 1915 olaylarını kapsayan yakın tarihle birebir ilişki içindedirler; kuşaktan kuşağa aktarılan canlı bir hafızaları, ayrıca büyük hacim tutan yazılı bir külliyatları vardır.  Türkleri ise yüzyıllık kalın bir sis tabakası bu tarihten ayırmış, koparmış gibidir.  Tarih, Ermeniler için çoktan yazılmış, okunmuş, kapatılmış bir kitaptır; Türkler içinse, hala yazılmayı, doldurulmayı bekleyen boş bir defterdir.  Bunun içindir ki Türkler Ermenileri  arşivlere inmeye, Ermeniler de Türkleri vicdanlarının sesini dinlemeye davet etmektedir.  Türkler için düğümün çözümü tarihte, arkeolojidedir; Ermeniler içinse, etikte ve siyasettedir.


Sözgelimi, Ermeniler 1915 katliamlarını Osmanlı devletinin tezgahladığını, olayların bir soykırım niteliğine bürünmesini belirleyen gerçeğin de bu olduğunu ileri sürerken, Türkler “bunun delilleri nerede?  Hani belgesi?” demektedir.  Ermenilerin ortaya koyduğu belge türünden delil hiç yok değildir, ama bunların yeterliliği tartışılır; her halükarda, yeterliliklerinin Türkleri tatmin etmekten uzak olduğu aşikardır.


Ancak mesele de buradadır: belgeler, arşivler hiçbir zaman yeterli değildir.  Şükrü Hanioğlu, Selim Deringil gibi bizzat önde gelen bazı Türk tarihçilerinin de işaret ettiği gibi, arşivleri, “soykırım mıydı, değil miydi” sorusuna yanıt verecek şekilde konuşturmak imkansızdır.  Böyle bir soruya son tahlilde ancak kavramsal ve siyasal planda yanıt aranabilir.  Kuşkusuz, arşivleri didik didik taramak ve bu bağlamda “arkeoloji”nin her türlüsünü denemek hususunda yalnız Türklerin değil Ermenilerin de önünde daha yapacak çok şey vardır.  Ama teslim etmek gerekir ki, nasıl rüşvetin belgesi yoksa, rüşvetten çok daha büyük bürokrasi cürümlerinin de kaydı kuydu pek bulunmaz.  Bu bakımdan, “ne çıkarsa bahtımıza” diyerek arşivlere inme yaklaşımı, tarihe başvurmak yerine, tam tersine, tarihten kaçmak anlamına bile gelebilir.  Böyle bir yaklaşım, görünürde saygıdeğer bir tarafsız tarihçi duruşunu yansıtsa da, pratikte kendini ve başkalarını aldatmaktan öte bir sonuç vermeyebilir.  Burada problem, Türklerin tarihçilikten çoğu kez dar bir arşivciliği anladığıdır.  Bir keşif ve analiz aşamasında arşivcilik elbette gereklidir ama, daha sonraki sentez aşamalarında yetersiz kalacağı ortadadır. “Soykırım mı, değil mi” sorusuna verilecek yanıtı belirleyen, şu veya bu belgenin mevcudiyetinden çok, olayların genel tablo içindeki gelişimi, akışı ve maddi sonuçlarıdır.  Bunları dikkate almak ise kuşkusuz, arşiv çalışmalarını dışlamayan, ama bu tür çalışmalarla da yetinmeyen daha geniş perspektifli bir tarihçiliği veya tarih anlayışını gerektirir.


Yukarıda sözünü ettiğimiz görüşlerin böyle ideal bir tarihçiliğin neresinde durduğunu değerlendirmek kolay değil, burada zaten mümkün de değil.  Fakat şu kadarı herhalde söylenebilir:  Ermeniler, bu alanda Türklerden çok daha fazla yol almış durumdadır.  Eğer, “ateş düştüğü yeri yakar” veya “ateşin olmadığı yerden duman çıkmaz” gibi atasözlerinde bir doğruluk payı varsa, bu duruma da şaşırmamak gerekir.  Tabii burada “Türkler” derken, Türk kamuoyunun ortalama bir profilinden bahsediyorum.  Tuhaf olan şu ki, Türkler yalnız Ermenilerin acıları değil, bizzat kendi atalarının acıları hakkında da yeterli bilgi ve ilgiye sahip görünmemektedir.  Son dönem Osmanlı tarihiyle aralarına giren “sis tabakası” da, böyle koyu ve bütünsel bir şeydir zaten.


Türklere sorarsanız, Ermenilerin daha fazla bilgi sahibi olması fazla bir değer ifade etmez, çünkü bu bilgi tek taraflı ve adeta mitolojiye dönüşmüş bir bilgidir.  Bunda kuşkusuz bir gerçek payı vardır, ama şurası açık ki, Ermenilerin mitolojisini deşifre ederek dengeleyecek olan, Türklerin bilgisizliği ve ilgisizliği değildir.  Her halükarda, doğru olsun yanlış olsun, mitolojik olsun arkeolojik olsun, ilgili döneme ilişkin tarih bilgisi açısından, Türklerin Ermeniler karşısında çok dezavantajlı bir konumda oldukları su götürmez.  Bastırılmayan, dizginlenmeyen açık bir platformda,  Türklerin bir diyeceğine karşı Ermenilerin bin diyeceği vardır.


Bu dezavantajlı konumlarına rağmen, Türklerin soykırım tezlerine karşı çok yoğun bir direnç gösterdiklerini biliyoruz.  Bu Türklere, yukarıda “mukateleci” sıfatıyla betimlemeye ve kısmen de kurgulamaya çalıştığım görüş sahiplerini de katabiliriz.  Peki, bu direncin dayandığı güç nedir?  Bilgi mi?  Pek öyle olmadığını farkediyoruz, görüyoruz.


Kanımca, bu direnç Türklerin iliklerine kadar işlemiş olan çok köklü bir inanca, bir varsayıma dayanmakta.  O da şu:  Türkler ırkçı olmaz.  Türklerin tarihinde ve kültüründe ırkçılık yoktur.


Şimdi, Hrant’ın öldürülmesiyle şahit olduğumuz şey, işte bu varsayımın günışığına çıkıp ortada çırılçıplak kalmasıdır.  Cinayetin kendisi yeterince bir şoktu, ama asıl şok, cinayetin devlet ve toplum katında küçümsenmeyecek bir kitle tarafından açıkça benimsendiğini, hatta küstahça sahiplenildiğini görmekti.  Bu şokların altında kimi yorumcu, Hrant cinayetinin 1915 soykırımının bugüne taşınan bir devamı olduğunu haykırırken, kimi de, soykırımın aslında bu cinayetle başladığını söylemekten geri durmadı.  Bir kere, hem de en çarpıcı şekilde Türk toplumundaki ırkçı dürtüler ve söylemler böyle su yüzüne vurunca, çok daha fazla insanın gözünde şu gerçek iyice bariz hale geldi: “soykırım mıydı, değil miydi” sorusu aslında, geçmişe değil, günümüze, geleceğimize dair bir sorudur.  “Vatanımızı korumak için kaç kişiyi öldürmeliyiz?  Vatanımızı savunmak eğer çok büyük katliamlar gerektiriyorsa, bu katliamları nereye kadar götürebiliriz?  Bugün Türkiye’de ayaklanacak bir Ermeni topluluk yok.  Ama onların yerine Kürtler var.  Sözgelimi, ülkedeki yirmi milyon Kürt bir araya gelip de ayaklansa, vatanımızın bütünlüğünü korumak için bunların yirmi milyonunu da kesmeye (gücümüzün de yettiğini varsayarak) hazır mıyız?”  Artık anlaşıldı ki, 1915’te soykırım olup olmadığının yanıtı, arşivlerin küflü sayfalarından çok, bu ve benzeri sorulara bugün ve gelecekte verilecek cevaplarda saklıdır.


 


 

640920cookie-checkSoykırım, arkeoloji ve vatan savunması
Önceki haberSANATTAN… Politik çıkmazlar ve kültür
Sonraki haberCheney: Irak’tan onurlu ayrılmak istiyoruz
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.