İstanbul Opera Festivali’nden

15 milyonlık bir kentte, bir Opera binasının bile olmamasının ayıbını, ilgililere bırakıyorum. Var olan, Opera binasının ise yıllardır, adeta göz göre göre çürümeye terkedilmesi ise, ayrı bir değerlendirme konusu.

İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu yıl, 2010 yılında opera binası olmayan bir kentte, bu festivalin başlaması da, yöneticiler için ne anlam ifade ediyor acaba diye, sormaktan da hala kendimi alamıyorum.

Bu yıl Verdi yılı. 200. yıl kutlamaları çerçevesinde, her ülkede Verdi operaları, farklı sahneye koyuşlarla yeniden sahneleniyor. Bu kutlamalar çerçevesinde, bizde Aspendos Festivali’n den sonra Verdi, İstanbul’a da geldi. Verdi gibi bu yıl, aynı zaman da, Wagner yılı olarak kutlanıyor. Ancak bu konuda, geçtiğimiz yıllarda sahnelerde gördüğümüz eserler bile, ne yazık ki bu yıl sahne alamadı. Bu da bir başka eksiklik, belirtmeden geçmeyelim.

Verdi’nin, RİGOLETTO Operası, Festival’in açılışında ilk eserdi. Haliç Kongre Merkezi’ne ulaşım ve dönüş biraz sorunlu olsa da, akşam üzeri güneşin batışını, Haliç’de, TOKİ binaları ve artan beton yığını gökdelenleri görmeden, kokusu gitmiş, Haliç manzarası ile, birkaç yudum üzüm suyu içme olanağı da henüz yasaklanmadan, gün batımını izlemek ve sonra müziğin renkleri ile başbaşa kalmak, insanı mutlu ediyor.

Rigoletto’da Eralp Kıyıcı’yı dinlemek, bizim de böyle sanatçılarımız var demek için, bize olanak tanıyor ve onur veriyor. Sparafucile de ise Tuncay Kurtoğlu bir başka değerimiz. Mantova Dükü rolünde, bizden çok yurt dışında tanınan, Murat Karahan’ı dinlemek, Haliç’den Baltık kıyılarına adeta bir selam göndermek gibiydi.

Bu satırlarda paylaşmıştım. Bahar aylarında Riga’ya gittiğimde, Opera içindeki afişlerde değil, kent içindeki afişlerde de, Murat Karahan’ın resmi ile rol aldığı operaların afişleri ile karşılaşmıştım. Bizden daha çok, Riga’da tanınmış olmasından da, gurur duymakla birlikte, biraz da burukluk hissetmiştim. Cumhurbaşkanımızın, Riga’ya giderken bu sanatçımızı da heyete alması, onurlandırması, ancak bu onurlandırmanın, onu izleyerek de desteklenmesinin gerekliliğine inanıyorum. Başkent ve İstanbul’da yeni Opera binalarının kazandırılması, bu eksikliğin giderilmesi konusunda çabalarını beklemek, bu beklenti içinde olmak da istiyorum.

Gelelim Gilda rolüne. Konuk sanatçı olarak, Ekaterina Siurina ise sahnede, sesi ile ayrı bir tını zenginliği içinde bizi mest etti. Avrupa’nın değişik kentlerinde, bir çok eserde sahne alan bu soprano’yu, bu eserde izlemek ve dinlemek, bizim sanatçılarımızla aynı sahnede bütünlüğün oluşması, opera alanında geldiğimiz nokta açısından, önemli bir aşamanın belgelenmesi niteliğini taşıyordu.

Orkestrayı, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü ve Sanat Yönetmeni Rengim Gökmen yönetti. Yönetici ve sanatçı olarak sanırım, mutlu bir gün daha yaşıyordu. Başlattığı Festival, 4 yılına girereken açılış eserinde Verdi ile orkestranın başında olmak bir başka duygu olsa gerek.

Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçı ve orkestrası ve korosunun bu sahnede, Antalya’dan sonra, İstanbul’da da yer alması, Başkent’de de sanat ve opera var diye, önemli bir sınavı daha tamamlıyordu. Diğer solist ve Koro’da yer alan sanatçılar, üç saate yakın bir zaman diliminde, bizi Verdi’nin İtalyası’na götürdüler.

Ve Yekta Kara, sanatçılığı, sahneye koyduğu eserler ve yöneticiliği, başından beri bu festivalin adeta sahibi ve vazgeçilmezi, o bir Opera tutkunu ve aşığı, bu sanatın yayılmasının emekçisi. Dört yıl önce bu festival başlarken, program dergisine yazdığı bir kaç cümleyi buraya aktararak paylaşmak istiyorum.

“Asla gözardı etmememiz gereken ise şu: Opera sanatı herkes içindir. Bizler, bu sanat dalını her yaştan ve her kesimden seyirciyle buluşturmak gibi önemli bir sorumluluk taşıyoruz. Kendi dört duvarımızı aşarak sokaktaki insana ulaşmamız, 400 yıllık geçmişi olan opera sanatının genciyle yaşlısıyla halkımızın yaşamına sokmamız, insanlık tarihinin bir çok değerli kültür mirasından herkesin payına düşeni alabilmesini sağlamak gerekiyor”

Tabi bu paya düşenin önlenmemesi ve engellenmemesi de önem kazanmağa başlıyor. Rigoletto’yu, açılış eseri olarak bu salonda izlerken ve dinlerken, bazı boş koltukları da görmek daha alacağımız çok yol olduğunu gösteriyor. Öte yandan bu salonun akustik olarak, hiç de bir opera sahnelenmesine uygun olmadığını belirtirken, buna da şükür demek istemiyoruz. Daha iyi salon istemek de hakkımız.

Açılışdan sonra, basında yer alan bazı yazıları okudum, övücü sözlerini paylaşıyorum. Ancak bir konuda, ayrı bir değerlendimemin de hoşgörü lle karşılanması dileğiyle aktarmak istiyorum. Sahneye koyuşda, belki mekanı düşünerek bu tür bir dekor gerekli görülmüş olabilir. Ancak yine de, kötü bir benzetme olacak belki ama, demir iskelelerden oluşan intibasını veren tasarımın, eserin dramatik yapısına uymadığını ve sahneye yeterince çekmediğini belirtmek istiyorum. Ne bir eleştirmen, ne de bu sanatın yaratılması ve sergilenmesi konusunda, bilgileriminde yetersizliğini, peşinen kabul ediyorum. Ancak iyi bir seyirci olmaya çalışan bir izleyici olarak, bunu belirtmeden geçemiyeceğim. Dekor sahne ile daha bir bütünleşmemizi sağlaması gerekirken, bunu ne yazık ki gerçekleştiremedi.

Bu yıl Festival programında yer alan ikinci eseri de izleme olanağı buldum. Vivaldi’nin, “Yıldırım Bayezid” Operası’nı, Kadıköy de Süreyya Operası’na izledim. Burada daha önce de, bir festival etkinliğini izlemiştim. Bu salonu, yeniden kazandıranlara, bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Bir AVM olarak daha fazla rant getirme olasılığına karşı, emek ve büyük masraflarla bu salon, Kadıköy’de, bir vaha içinde, serap olmadığını da gösteriyor. Bir gerçeklik. Yıkma, yok etme, yapmama yerine, kazandırmayı seçen insanlar ve yönetimlerde olabiliyor.

Vivaldi’nin bizi geçmişimize yönelten bu operanın, batıda sahnelenmesi, CD ve DVD kayıtlarından sonra, ülkemizde geçte olsa sahnelenmesi, hele bu festival programında da yer alması, doğru ve güzel bir seçim. İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası bu kez sahnede. Eserin yapısında, koronun olmaması eksiklik olarak algılansa da, bu salona yaraşır güzel bir sahneleme olmuş. Orkestra’yı, Paola Villa yönetirken, sahneye de Mehmet Ergüven koymuş. Timurlenk de Kaan Buldular, Yıldırım Bayezıd da Bahadır Noyan Coşgun, Asteria da Ferda Yetişir, Andronicus da Elif Tuğba Tekışık, Irene de Esen Demirci ve Idaspe de Sevim Zeranaoğlu, iyi bir takım çalışması ve bütünlük içinde, aşk, savaş ve barış üçgeninde, bizi mutlu bir son ile bir gezinti yaptırdılar.

Saraydan Kız Kaçırma gibi, bu eserin de, her Festival programı içinde yer almasının gerekliliğini düşünüyorum. Uluslararası bir Festival’de, ulusal bir konunun, uluslararası bir sanatçı tarafından opera dağarcığını kazandırılmasını paylaşılması ve eserin ülkesinde sahnelenmesi, güzel bir resimin, tını zenginliği ile paylaşılmasını sağlıyor.

Festival devam ediyor. Ancak Ankara’ya dönüyoruz. Günümüzde ki karmaşa ve gerginlikleri bir yana bırakıp, müziğin evrensel coşkusuna katılmayı da unutmamak gerekiyor.

Ankara, 1 Temmuz 2013. Pazartesi. [email protected]

719380cookie-checkİstanbul Opera Festivali’nden

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.