Suçunu seven adam: Sevan Nişanyan

Geçen ay İstanbul’da, halen hapiste bulunan Sevan Nişanyan için bir dayanışma toplantısı düzenlendi. Yüksek bir katılımla yaklaşık üç saat süren bu toplantıda, Nişanyan’ı ikinci defadır mahpusluğa götüren Şirince’deki mimarlık ve inşaatçılık serüveni konuşuldu; kendisini hapisten kurtarmanın yolları arandı, ama özellikle de, halihazırdaki hapishane koşullarının iyileştirilmesi için alınabilecek önlemler tartışıldı. Aldığı ceza türüne göre normal şartlarda açık cezaevinde bulunması gerekirken, kendisine yapılan bir yanlış karşısında susmadığı için, hücre hapsi de dahil olmak üzere, en ağır eziyetlerin uygulandığı kapalı bir cezaevinde tutulmakta şu anda Nişanyan.

İlginçtir ki, toplantı boyunca çok şey anlatıldı, çok şey konuşuldu ama, Nişanyan’ın tam olarak hangi suçtan mahkûm olduğu anlaşılamadı—hem de bizzat avukatının bazı açıklamalarına rağmen. Kaçak inşaat mı? Fekki mühür mü? Tarihi esere müdahale mi? SİT alanında inşaat yapmak mı? Ayrıntı gibi görünebilir ama, bunlar mahkeme süreçlerinde epey farklı sonuçlar doğurabilir. Ancak şu kadarı açık ki, Nişanyan bu ve benzeri adi suçların birinden—kimbilir, belki de hepsinden —mahkum oldu, siyasi bir suçtan değil.

Oysa Nişanyan’ı hapse götüren ceza ‘adi’ bir suça bağlı görünse de, esas nedenin siyasi olduğuna inananlar çok. Nitekim toplantıda, sözkonusu adi suçların birer ‘kulp’tan ileri gitmediğini, hatta Türkiye’de Nişanyan’dan gayrı bu suçlardan mahkumiyet giyip de içeri giren tek bir kul bulunmadığını söyleyenler oldu. Diğer taraftan, Sevanyan’ın başına ne geldiyse Ermeniliğinden geldiğini düşünenler de az değil. Hatta bir konuşmacı, Nişanyan hadisesini Ermeni soykırımının günümüze kadar uzanan tezahürlerinden biri olarak değerlendirmekten geri durmadı.

Hiç kuşkusuz, ortada ‘siyasi’ bir hadise var ama, bazı hususları netleştirmekte de yarar var. Bir kere, Nişanyan’ın bir istisna olduğu savı doğru değil: sözü edilen ‘adi’ imar suçlarından Türkiye’de çatır çatır yargılanan ve hapse düşen pek çok insan mevcut; bunlar arasında tanıdıklarım da var ve hiçbiri Ermeni veya herhangi bir ‘azınlık’ cemaatine mensup değil. Öte yandan, mimar Korhan Gümüş’ün de dikkat çektiği gibi, bu imar suçlarını işleyip de ceza almaktan kurtulan, mevzuatın boşluklarından, bürokrasinin yolsuzluklarından yararlanmayı bilen becerikli vatandaşların hiç az olmadığını, hatta çoğunluğu oluşturduğunu da teslim etmek gerekir. Gene bizzat tanıdıklarımdan biliyorum, bu becerikli vatandaşlar arasında Ermeni asıllı müteahhit ve emlak kralları da yok değil.

Ama belli ki, Nişanyan tüm girişimciliğine rağmen, bu becerikli, işbilir vatandaş kategorisine girmiyor. Belki yaptığı tek bir evle sınırlı olsaydı, işini ayarlayabilirdi. Fakat Şirince’de yaptıkları az buz değil: restore veya tadil edilen onlarca yapı, sıfırdan inşa edilen pek çok bina, bir kocaman kule, üstüne üstlük bir de anıt ‘kaya mezarı’. Yarı virane halindeki koca bir köyü ayağa kaldırmakla eşdeğer olan bunca işi kılıfına uydurup, ‘suçlu’ durumuna düşmeden gerçekleştirmek herhalde mümkün değildir Türkiye’de.

Hoş, meselenin işin büyüklüğü veya ölçeğiyle değil, estetiği ve güzelliğiyle ilgili olduğu söylenebilir. Zira çok muhtemeldir ki, Nişanyan eğer Şirince’yi ortadan kaldırıp yerine 10’ar katlı 10 adet kazık gibi tekdüze otel veya tesis dikmek için kolları sıvasaydı, SİT ve ruhsat türü kısıtlamaları daha başından ve kökünden çözerek çok daha hızlı yol alacaktı ve üstelik bu kadar da çile çekmeyecekti. Zira Türkiye’de bürokrasi ve mevzuat, ‘hacimli’ ve ‘çirkin’ olana, ‘ufak’ ve ‘güzel’ olana direndiği gibi direnmez; küçük yatırımcı veya işletmeciyi ezdiği kadar, büyüğünü ezmez. Tabii bunda, ‘büyük’ten gelecek olan nemanın rolü de en az estetik yoksunluğu kadar belirleyicidir.

Şu kadarı yeterince açıktır ki, Şirince’deki ‘meydan muharebesi’nin ağır hapisle sonuçlanmasında eğer siyasal bir etken aranacaksa, bu etkeni Nişanyan’ın Ermeniliğinde değil, doğrudan doğruya ‘dikkafalılığında’ aramak gerekir. Bilindiği gibi Nişanyan, yeminli bir bürokrasi düşmanıdır; ama sadece bürokrasiyi hedef almakla kalmayıp, genel olarak T.C. devletini ve tüm bir Cumhuriyet rejimini sorgulamış bir düşünürdür. Bu özelliğinde, kendi siyasi ve felsefi konumunu artık oralarda görmese de, geçmişte bulaştığı marksist kültürün hatırısayılır bir rolü olsa gerek.

Lâkin Nişanyan’ın sorgulayıcılığı yalnız T.C. devletine yönelik olmayıp, dinleri de kapsar; tabiatıyla, bu dinlerden yaşadığı toplumun hakim dini olan İslam da nasibini alır. Yakın zamanlarda ifade özgürlüğü bağlamında bizzat İslam peygamberi hakkında sarfettiği iğneleyici ve sıradanlaştırıcı sözlerin, onu sadece bir ‘devlet düşmanı’ olmaktan çıkarıp, aynı zamanda bir ‘din düşmanı’ haline de getirdiğini biliyoruz. Böylece, yalnız milliyetçilerin, ulusalcıların, devletçilerin değil, dincilerin de gözünde kolaylıkla bir nefret objesine dönüşebilen, bu nitelikleriyle de Türkiye’de ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranma şansı pek olmayan bir düşünürdür Nişanyan.

Nişanyan’ın bu sipsivri konumu, Şirince’de uyguladığı mimaride de fazlasıyla hissettiriyor kendini. Mimari anlayışının kendisinde elbette kışkırtıcı bir yön yoktur; tersine, yatıştırıcı, pastoral, geleneğe dönük, nostaljik boyutlarıyla dikkat çeken bir anlayıştır onunki; başka türlüsünü beklemek de pek doğru olmaz zaten. Ne var ki, mimariyi doğrudan siyasal mesajlar göndermek için kullanmakta, Nişanyan’ın hayli provokatif, üstelik çok eğlenceli bir yöntem geliştirdiğini görmek gerekir. Sözgelimi, ‘müstehcen’ bir el işaretini koca bir yapıya dönüştürmek, ya da bir yapı aracılığıyla ifade etmek: Şirince’nin ortasına diktiği ve şehvetle ‘Hodri Meydan Kulesi’ adını verdiği uzun taş yapı, tam da bu iş için yaptığı bir şeydir işte. Keza, köyün dışında kayaya oyduğu anıt mezar da böyle bir ‘nanik yapma’ ihtiyacının ürünü olsa gerek. Gerçi bu ‘nanik’, salt bürokrasi ve devlette yuvalanmış ‘cüceler’e karşı mı, yoksa daha genel, metafizik düzlemde ölüme karşı yapılan bir işaret midir, kestirmesi zor.

Bu noktada, Nişanyan’ın sıradan bir sivil itaatsizlik eylemini fazlasıyla aşan, düpedüz bir ‘başkaldırı’ mertebesine ulaşan bu gözükara ‘dikkafalılığı’nın nereden kaynaklandığı, hangi damardan beslendiği merak uyandırabilir. Hapisle sonuçlanan mahkumiyetinin Ermeniliğiyle ilgili olmadığını söyledik; peki acaba, bu ‘dikkafalılığı’nın, bu açık meydan okuma tavrının Ermeniliğiyle bir bağlantısı olabilir mi? Dikkafalılığın, hele Türkiye’de, Ermeniliğin asli bir unsuru olduğu söylenemez; tam tersine, olsa olsa kenarda durma, sesini yükseltmekten kaçınma, devletle iyi geçinme tarzındaki tavırların ve bu anlamda belirli bir ‘eziklik’ halinin Ermeniliği halihazırda daha iyi tanımladığı ileri sürülebilir. Hele bir de konu imar ve inşaat falansa! O alanda, ‘devletle iyi geçinme’, devlet katında ve belediyelerdeki iş takibini Ülkücü türü şahıs ve guruplara ihale etme noktasına bile varabilir rahatlıkla. Bunu yaptığını bildiğim bazı Ermeni asıllı müteahhitlerin, Nişanyan adını duyunca tüyleri diken diken olan ve en çok öfkelenen insanların başında gelmesi de bir rastlantı değil herhalde.

Gene de, Nişanyan’ın bu isyankâr duruşunun doğrudan değilse de dolaylı, girift bir şekilde Ermeniliğiyle bağlantılı olduğu düşünülebilir. Sözgelimi, bu isyankâr duruşun altında, pek çok başka saikle birlikte, kendi cemaatinin tam da bu ezikliğine karşı duyduğu güçlü bir tepkinin yattığı ileri sürülebilir. Burada spekülasyona girecek değiliz, ama biran için Ermeniliğiyle ilgili bu türden bir bağlantı gözönünde bulundurulursa, herhalde şu kadarını söylemek mümkündür: Nişanyan’ın devlete karşı meydan okuma hali, aynı zamanda, devletle ‘yapıcı’ bir diyalog kurmak ve ona derdini anlatmak isteyen, pozitif, barışcıl bir yaklaşıma karşı bir tepkiyi de ifade eder gibidir. Hrant Dink, tam da bu yaklaşımın bir virtüözüydü. Türk kamuoyuna olduğu kadar devletine de, başını hiç eğmeden, ama her fırsatta alttan alan mutedil diliyle, kendi toplumunun duygu ve taleplerini anlatmaya çalıştı. Fakat bu çabasının karşılığında ne bulduğunu biliyoruz. Derdini anlatmaya çalıştığı devlet tarafından ölümü sinsice hazırlanarak katledildiği yetmiyormuş gibi, onca mahkeme sürecine rağmen, ölümünü hazırlayanlara hâlâ ulaşılmış, dokunulmuş değil. Adaletin gün görmediği böyle bir ortamda, kavgadan uzak, en yumuşak huylu bir insanın bile ‘lânet olsun!’ deyip köprüleri atması işten değildir. Tabii bu lânet okuma hali, kendini el kol işaretleriyle ifade etme, ya da ‘nanik’ yapma gibi şekillere bürünebilir. Nişanyan’ın benzer hareketlerini de böyle bir tepkinin sonuçları olarak okumak mümkündür pekâlâ. Bu bağlamda, pekâlâ şunu da söylemek pek aykırı kaçmaz: Eğer Hrant Dink, Türkiye’deki Ermeni toplumunun bağrından çıkmış bir güvercinse, Sevan Nişanyan hiç kuşkusuz bir yırtıcı kuştur—bir atmaca, hatta belki bir kartal.

Bildiğim kadarıyla Nişanyan, Dink’ten farklı olarak, Ermeni toplumunun sorun ve taleplerine odaklanmış biri değil. Ermeni soykırımı konularına da—hiç değilse aynı ölçüde—girmişliği yok. Onu daha çok, turizmci kimliği ve Şirince’deki serüvenlerinin yanısıra, Türk diline yaptığı katkılar, Türkiye’deki siyasi rejime ilişkin analizleri ve son olarak dinler ve bilhassa İslam hakkındaki ifşaatları ile tanıyoruz. Bu özellikleri, Nişanyan’ı özgül Ermeni sorunsalından çıkarıp, daha genel bir düzlemde, Türk düşün hayatının tam ortasına yerleştiriyor. Dink, ister istemez tüm gücünü Ermeni tabusuyla uğraşmaya vermişti; Nişanyan, Ermeni meselesiyle doğrudan ilintili olmayan, ancak aynı derecede boğucu olan başka tabuları kendine hedef seçti. Bu tercihiyle, Türkiye’nin AA kulübüne girmekle kalmadı, bu kulübün en militan üyelerinden biri, hatta belki sesi çıkan tek üyesi oldu.

‘Anarşist’ ve ‘Ateist’ kelimelerinin baş harfleriyle anılagelen bu ‘kulüp’, hemen her toplumda eleştirelliğin, bireyselliğin ve özgürlük dürtüsünün en son mertebesini temsil eder. Bu uç mertebenin, siyaseten ne kadar doğru olduğu tartışılır, ancak konforlu bir konuma pek elvermediği yeterince açıktır. Genellikle eğitim düzeyi yüksek, seçkin ve tuzukuru kesimleri içeren AA çevresi, dünyanın hemen hiç bir ülkesinde siyasal bir ağırlığa sahip değildir; buna rağmen, hatta belki tam da bu nedenle, şimşekleri en çok üzerine çeken, zaman zaman en şiddetli baskı ve tacize maruz kalan insanlardan oluşur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde bu baskıya göğüs germek kolay değildir; hele bugünün konjonktüründe ciddi cesaret ister. Türkiye’nin egemen tabularından olan devlete de dine de mesafe koyan cesur ezber bozucular, put kırıcılar yok değildir elbet. Fakat çoğu zaman bunlar, bir tabuyu deşerken bir başka tabuya yaslanmaktan yahut kendilerini bir şekilde o tabunun yanında bulmaktan sakınamazlar. Her iki tabuya birden karşı durmak, yalnız siyasi değil felsefi planda da bir bakıma havada, boşlukta kalmayı göze almayı öngörür ki bu da tanım gereği, AA kulübüne mahsus bir iştir. Tabiatıyla, tüm tuzaklarıyla birlikte, işin riski de, keyfi de, onuru da bu kulüptekilere aittir.

Tabii ‘AA Kulübü’ dediğimiz şey, bir metafordan ibaret. Dünyada varlığından bahsetmek mümkünse de, belki Şirince hariç, Türkiye’de mevcut olduğu veya olabileceği şüpheli. Ama olacaksa, Nişanyan’ın bu kulübün başını çekeceği ya da şimdiden fiilen çektiği, besbelli. Bu çok özgül anlamda da, Türkiye’de yalnız Ermeni asıllıların değil, tüm bir Türk aydın sınıfının onurunu temsil ettiği söylenebilir. Kırpıla kırpıla ülkenin ufacık, ‘marjinal’ bir unsuru haline gelmiş olmasına rağmen, Ermeni toplumunun hayatiyetini korumakta hâlâ nasıl direndiğini gösteren ilginç bir durum. Ege’nin bir dağ köyünde, Türk entelijensiyasının onurunu kurtaran bir adam, hem de ne tesadüf, bir Ermeni! “Türk intelijensiyasının onurunu kurtarmak bu adama mı kaldı!” diye alınan ya da öfkelenen çıkarsa, hatırlatmak gerekir ki ‘bu adamın’ kıymeti harbiyesi, düşüncesinin ağırlığından veya külliyatının hacminden ziyade, tabular karşısındaki konumlanışında yatmaktadır.

Ancak, dik duruşu ve eleştirelliğinden bahsederken, Nişanyan’ı hapse götüren uzun süreçte gözden kaçırılmaması gereken bir husus var. Yukarıda da değindiğim gibi, Nişanyan’ın fikirleri nedeniyle hapiste olduğu, hüküm giydiği ‘adi’ suçların onu içeri atmak için kullanılan birer ‘kulp’tan ibaret olduğu algısı hayli yaygın. Yani genel algı şu ki, Nişanyan fikirleriyle ortalıkta dolaşan bir huzursuzluk kaynağıyken, o kaynağı kurutmak üzere bir kulp bulunuyor ve bir hapis cezası çıkarılıyor. Nişanyan’ın devlet için bundan böyle artan şekilde bir huzursuzluk kaynağı olacağı muhakkak, ama sanırım işin başlangıcı farklı. Fi tarihinde, Amerika’da cinayet başta olmak üzere en ağır cürümleri işleyen Mafya liderlerini suçüstü yapıp bir türlü enseleyemeyen emniyet yetkililerinin, çaresiz kalınca sonunda onları vergi kaçakçılığı gibi bir suçtan kodese tıktıkları iyi bilinen bir hikâyedir. Vergi kaçakçılığı ciddi bir suç ama, bu hikâyede tam bir ‘kulp’ vazifesi görüyor. Oysa Nişanyan’a verilen ceza, işlemiş olduğu cürümlerden aranıp, hedeflenip de bir türlü suçüstü yapılamayan birine giydirilen göstermelik bir suça benzemiyor. Görünen o ki, Nişanyan o suçu seve seve işledi ve o suçtan içeride, başka bir şeyden değil. Kendisi de bir açıklamasında kendini aynı suçu işleyenlerden hiç ayırmadığını belirtiyor zaten. Arabayı atın önüne koymamak lazım. Nişanyan’ın ‘cürümleri’, o suçun üstüne sonradan gelen ayrı bir konu.

Bir insanın, basit bir imar suçunu ‘seve seve’ işlemesi için, ‘doğuştan suç eğilimli’ olması gerekmiyor. Doğuştan bir bürokrasi veya devlet düşmanı olması da gerekmiyor. Ama Türkiye’de hukuk ve yasalar, yok yere bir ‘suçlu yaratma’ makinası gibi çalıştığı için, pek çok insanın en masum, en gerekli, en meşru bir işe giriştiğinde bile kendini suçlu durumda bulması neredeyse kaçınılmaz bir kader gibidir. Nişanyan da bu kaderi paylaşanlardan biridir; onun tek farkı, ekstra bedeller ödemeyi göze alarak, bu kaderi ibretlik bir gösteriye dönüştürmüş olmasıdır.

Aslına bakılırsa, belki biraz aykırı kaçacak ama, Rakel Dink’in ‘bir bebekten bir katil yarattılar’ meyanındaki ünlü sözü, mecazi anlamda, Nişanyan’ın durumunu da anlatan bir sözdür. Şirince serüvenini Nişanyan’la başından sonuna kadar paylaşan (ve halen vasisi sıfatıyla onun adına konuşma yetkisi de olan) eski eşi Müjde Tömbekici’nin açıklamalarına kulak verilirse, gerçekten de, uysal bir vatandaştan nasıl kararlı ve azılı bir ‘imar suçlusu’ yaratıldığını görmemek zordur. Tömbekici, Şirince’deki ilk günlerinden bahsederken, oturdukları evde bir sundurmayı yenileme izni için bile devlet kapısında nasıl iki yıl beklemek zorunda kaldıklarından yakınır. Anlattıklarından, şöyle bir süreci tahmin etmek güç değil: Basit bir sundurma yenilemesinden başlayarak, daha kapsamlı onarım ve restorasyon çalışmaları için ruhsat almak üzere, Nişanyanlar önceleri bıkmadan usanmadan ilgili idari birimlerin kapısını aşındırırlar, kanunen ne yapmak gerekiyorsa yapmaya çalışırlar, fakat hiç bir sonuç alamazlar. Çalmadık kapı kalmayınca, erkek Nişanyan sert tepkiler vermeye başlar; kadın Nişanyan’ın onu frenleme çabaları ise pek işe yaramaz. Sonunda Sevan Nişanyan, izin-ruhsat beklemekten tamamen ümidini kesip, kolları sıvar, kafasındaki projeleri ardı ardına gerçekleştirmeye koyulur. Artık ipleri koparmış, deyim yerindeyse, zıvanadan çıkmıştır; o kadar ki, mahkemelerden gelen tebligatları açıp okumaya bile lüzum görmeden yırtıp atar. Bunun sonucu olarak, şimdiye kadar aldığı mahkumiyetlerin dışında, Nişanyan’ı gelecekte daha ne kadar mahkumiyetin beklediğini kendi avukatı dahi bilmemektedir bugün. Takipsiz kalan davaların bitiminde, Nişanyan şimdi öngörülenden çok daha uzun yıllar hapis yatma tehlikesiyle karşı karşıya.

Halihazırdaki yasalar çerçevesinde, bu vahim durumdan elbette öncelikle kendisi sorumludur. Nişanyan, bu sorumluluğu reddetmek şöyle dursun, âdeta bir misyon gibi üstlenmişe benziyor; üstelik, hapis yatma akıbetinden sakınmak yerine, neredeyse keyif alır bir hali var. Bu tavrında, daha önceki hapis dönemini verimli bir yazar olarak değerlendirebilmiş olmasının da bir rolü olsa gerek. Nazım Hikmet’in 1940’lardaki Bursa Cezaevi şartları günümüzün Türkiye hapishanelerinde artık büyük lüks oldu. Önceki döneminde Nişanyan’ın bu lüksün ne kadarına denk geldiği bilinmez; fakat bundan sonra benzer şartları bulabileceği çok şüpheli. Nitekim, avukatının çok yakında yaptığı son bir itiraza mahkemenin verdiği olumlu karara rağmen, Nişanyan’ın idarece hâlâ kapalı cezaevinde süründürülüyor olması iyiye alâmet değil. Orada değil internet gibi imkânları, kâğıt kalem bile bulması mucizedir herhalde.

Nişanyan’ın o şartlar altında başına bir şey gelirse, devletin büyük zeval altında kalacağı muhakkak. Onu en rahat şartlarda açık cezaevine nakletseler bile, hapis süresinin çok uzaması halinde, devletin gene ağır baskı altına gireceği kesin, zira konunun siyasallaşması ve bir noktadan sonra uluslararası platformlara taşınması kaçınılmaz. Yani devlet, “meselenin bu raddeye varmasından Nişanyan’ın kendisi sorumlu, idare ne yapabilir ki?” deyip, hiç bir siyasal bedel ödemeden işin içinden sıyrılamaz. ‘Devlet aklı’ diye bir şey varsa, hiç değilse bu kadarcık bir gerçeğin kavranmasını mümkün ve gerekli kılar. Bu durumda, devlet katında özellikle siyasal sorumluluk taşıyanların soruna bir çözüm arayışına girmeleri pek de şaşırtıcı olmaz.

Nitekim, yıllar öncesinden başlayarak, özellikle de Nişanyan daha ilk hapis dönemini doldurmaktayken, Şirince’de biriken problemlerin büsbütün kangrenleşmeden bir çözüme kavuşturulması doğrultusunda bazı üst makam sahiplerinden ara ara teşvik edici açıklamalar duyduğumuzu hatırlıyorum. Hatta, Nişanyan’ı girdiği kapandan çıkarmak için ilgili kamu birimlerinde çareler arandığı, ancak Nişanyan’ın ‘sabırsız’ ve ‘asabi’ tavırları yüzünden bir ilerleme kaydedilemediği, dahası, neredeyse trajikomik bir şekilde, konuyla yakından ilgili bir yetkilinin, “kendisine yardım etmeye çalışıyoruz, yol gösteriyoruz; ama adam rahat durmuyor ki kardeşim!” diye etrafa Nişanyan’dan yakındığı kulaklarımıza çalınmıştı.

Tabii bütün bunlar bir rivayet; doğru oldukları da hayli şüpheli. Ama doğru olsalar bile, bu saatten sonra benzer ‘yardım’ örneklerine rastlamak iyice zorlaşacağa benzer. Zira, Nişanyan’ın zaman içinde kamuoyundaki ‘hem suçlu, hem güçlü’ imajı epey pekişti. Yani, “hem kanun tanımaz devlet düşmanı, hem dinsiz, bir de üstelik Ermeni!” imajı. Böyle profile sahip birinin, Türkiye’de destekten çok köstek göreceği muhakkak.

Kaldı ki, en iyi şartlarda destek görmesi halinde bile, Nişanyan’ı bu cendereden çıkaracak çözümlerin nasıl bulunacağı belirsiz. Bir an için, meselenin siyasallaşmasını engellemek adına, özel konumundan ötürü kendisine devlet tarafından kararlı bir ‘pozitif ayrımcılık’ uygulandığını varsayarsak, Nişanyan’ın en azından hapishane koşullarının düzelmesini bekleyebiliriz—ki şu aşamada en hayati husustur. Ama Nişanyan’ın durumu halihazırda hukuken öyle bir arapsaçı görüntüsü veriyor ki, bürokrasi çarklarının lehine çalıştırılmasından—ya da aleyhine çalışmasının önlenmesinden—köklü bir çözüm beklemek pek gerçekçi olmaz.

Görünen o ki, Nişanyan’ı hapisten ve olası diğer mahkumiyetlerin pençesinden ancak bir af kurtarabilir. Türkiye’nin tepesinde cumhurbaşkanı yerine bir padişah ya da feodal bir pederşahi hükümdar bulunsaydı, sırf yarattığı güzelliklere bakarak, bu isyankâr kulunu affediverirdi. Lâkin hiç bir T.C. cumhurbaşkanı, biran için devletçe benimsendiği ve uygulandığı varsayılsa bile, pozitif bir ayrımcılığı resmiyete dökerek özel af yetkisini kullanmayı göze alamaz. Zaten, ölüm döşeğindeki hastalar için bile kılını kıpırdatmayan T.C. cumhurbaşkanları, af yetkilerini kullanmakta fevkalâde cimridirler. Hele bir de affedilecek hükümlü Nişanyan profilinde biriyse… Maazallah, yedi düvel üzerlerine gelse, bunu yapmaları sözkonusu değildir. Günün birinde, yerel mimari ve geleneklerin korunmasıyla ilgili olur da Nişanyan’a bir takım prestijli uluslararası ödüller verilirse, cumhurbaşkanının hiç değilse Türkiye’yi rezil olmaktan kurtarmak için bir harekette bulunması beklenebilir; ama o dahi düşük bir ihtimaldir.

Şu halde, Nişanyan’ın işi gelecekte çıkabilecek bir genel affa kalmış görünüyor. Genel af ise, şimdilik hükümetin gündeminde yok. Ancak hükümet, imar suçlarını da kapsayacak şekilde, adı konulmamış bir genel af sonucunu doğuracak belirli yasal düzenlemelere gidebilir (‘yasal düzenleme’den çok, ‘ince ayarlar’ ya da ufak ‘hukuk hileleri’ demek belki daha doğru. Bunun son bir örneği, tarihi eserlere izinsiz müdahale suçuna ilişkin 2863 sayılı yasaya geçen sene getirilen bir ‘ince ayar’ neticesinde, ciddi hapis cezalarıyla yargılanan pek çok insanın, nasıl olduğunu bile anlamadan beraat kararlarıyla karşılaşmalarıdır).

Hiç kuşku yok ki, Türkiye’de genel affın yolunu gözleyen geniş bir kesim var. Buna karşılık, bu ülkede iyice yozlaşmış bir tasarruf olduğu için, genel af fikrine itirazı hatta şiddetli alerjisi olan, muhtemelen daha da kalabalık bir kesim mevcut. Afların bugüne dek siyasi konjonktürün cilve ve anlık gereklerine göre çıkarılıp durduğu herkesin malûmu. Oysa bir genel af, popülist saiklerden bağımsız şekilde, ancak köklü yasal düzenlemeler eşliğinde çıkarılırsa anlamlı ve gerçekten yararlı olabilir. İllevelâkin, 30 yılı aşkın bir süredir 12 Eylül Anayasası’nın bile temelinden bir türlü değiştirilemediği bir ülkede, bunu beklemek abestir maalesef.

Genel afla gelen bir yasal düzenleme, elbette yasakların kalkmasını, sınırlamaların buharlaşmasını öngörmez. Özellikle Nişanyan’ın yargılanıp hüküm giydiği imar konularında, halihazırda varolandan da fazla yasağa ve daha teferruatlı sınırlamalara ihtiyaç duyulabilir. Ancak her yasak, beraberinde belirli bir sorumluluk getirir. Kamu otoritesi veya devlet, bir yasak koyarak vatandaşa neleri yapmaması gerektiğini söylerken, aynı zamanda neleri yapabileceğini de göstermek ve yapabileceklerine açıkça imkân tanımak durumundadır. Oysa bu, Türkiye’de nadiren tanık olduğumuz bir durumdur: bizde kamu yönetimi ve devlet, sık sık dile getirildiği gibi, yetkili fakat sorumsuzdur; yürüdüğü, nüfuz ettiği her yerde türlü yasaklar koyar, ardından bu yasaklar üzerine oturur, yayılır ve kımıldamaz. Tabiatıyla, koyduğu yasakların kısa sürede habire delinir hale gelmesi de bundandır.

Yasaklar üzerine bu oturma, hatta ‘yan gelip yatma’ durumu, Nişanyan’ı da girdabına çeken şu SİT alanları uygulamalarında çok net görülür. Yalnız Şirince’de değil, ülkenin hemen her yerinde bu uygulamalar şuna benzer şekilde gelişir: devlet önce, muhafazasına değer gördüğü bir doğa veya beşeri yerleşim sahasını SİT alanı ilan eder. Niteliklerine göre bunlar, ‘doğal’, ‘kentsel’ veya ‘arkeolojik’ SİT alanları olabilir. Devletin bu SİT kararları, genellikle fevkalâde isabetli ve alkışlanacak kararlardır, çünkü ilgili sahalarda kötü gidişata bir set çekme amacını taşırlar. Öncelikli amaçları, bu sahalardaki her türlü gelişimi durdurmak, bir bakıma derin dondurucuya kaldırmaktır.

Ne var ki, bazı doğal ve arkeolojik SİT alanlarının ‘ebediyete kadar’ birer kartpostal şeklinde korunması belki arzulanır bir şeydir ama, değişimin esas olduğu bir evrende ne kadar mümkündür, tartışılır. Hele köy gibi veya kent parçaları gibi üzerinde insan yerleşimleri bulunan SİT alanları için bunu tasavvur etmek dahi imkânsızdır—üstelik, anlamsızdır da. O bakımdan bu tür alanlar için alınan SİT kararları temelde geçici ve şartlı kararlardır: devlet, bu kararları almakla kötü bir yapılaşmayı daha iyi, daha dengeli bir yöne çekmeyi amaçlar. Kuşkusuz bu, ciddi bir planlama ve mühendislik çalışması gerektirir; böyle bir çalışma ise belirli bir hazırlık süresi ister. İmar hareketlerini dondurmayı öngören tüm yasaklar, bu süreyi kazanmak için alınan önlemlerdir. Bu sürenin ise, ilgili alanda yaşayanların haklarını gasp etmeyecek, sabırlarını taşırmayacak makul bir zaman aralığıyla sınırlı olması lâzımdır.

Şu halde bir bölgenin SİT alanı ilan edilmesi, o bölgenin ‘muhafaza altına’ alınmasının sadece ilk adımıdır; esas iş ondan sonra başlar, çünkü esas olan, SİT’le birlikte gelen yasakların uygulanabilir kılınmasıdır ki bu da, çeşitli kural ve verilerle içlerinin doldurulması demektir. Nitekim daha SİT kararları alınırken, derecelendirme yapılarak bu doldurma işlemi başlar: 1inci, 2inci ve 3üncü derece SİT’ler için farklı farklı imar normları ve kuralları belirlenir. Ama iş bununla kalmaz; ardından, 1/5000’lik, 1/1000’lik planların hazırlanması türünden daha detaylı çalışmaların gelmesi gerekir. İlgili SİT alanının niteliği ve kapsamına göre değişmekle birlikte, kamu düzeni iyi çalışan gelişmiş ülkelerde bu çalışmalar genellikle 6 ay ile 1 sene içinde tamamlanır. Kamu yönetimi hantal olan ülkelerde ise bu süre uzun yıllara hatta onyıllara yayılabilir ve çalışmalar gene de tamamlanamayabilir. Türkiye’de de durum budur (Kurulduğundan bu yana 90 yıl geçmesine rağmen, TC’nin bizzat kendi kadastrosunun ancak son bir kaç yıl zarfında tamamlanabildiği hatırlanırsa, çok da anlaşılır bir durum). Bu çalışmaların bitirilememesi ise, vatandaşa imarla ilgili en ufak bir ihtiyacı için bile ruhsat verilememesinin başlıca gerekçesini oluşturur. Çok muhtemeldir ki, Nişanyan yıllar önce bir sundurma izni için başvurduğunda da bu tür bir gerekçeyle karşılaşmıştı. Ve gene pek muhtemeldir ki, onun yerine devlet kapısına şimdi kim gitse, aynı gerekçeyle karşılaşacaktır.

Tabii şurası açıktır ki burada sözünü ettiğimiz türden çalışmalar, belirli bir maddi yatırım, bir bütçe ve yetkin kadrolar ister. Çok pozitif bir yaklaşımla meseleye bakılırsa, sözkonusu çalışmaların uzun yıllar yerinde sayması ve ilerleyememesi, bu maddi yetersizliklerle açıklanabilir. Ya da, sık sık yapıldığı gibi, gene maddiyat üzerinden gidilerek, fakat tamamen negatif bir yaklaşımla, çalışmaların devlet kapısını bir rant ve rüşvet kapısı olarak muhafaza etmek amacıyla bilhassa askıda bırakıldığı düşünülebilir. Kuşkusuz bütün bunlarda bir gerçek payı vardır, ama asıl nedeni sanırım Türkiye’de dengesi bir türlü tutturulamayan devlet-birey ilişkisinde aramak gerekiyor. Hepimizin çok iyi bildiği gibi bu ülkede devlet, işlediği ağır cürümlerin hesabını vermek şöyle dursun, imar gibi çok daha sıradan, gündelik konularda bile herhangi bir sorumluluk nosyonuyla hareket etmez. Örneğin, vatandaşının haklarını kısıtlayan bir yasak ortaya koyar ve vatandaşından da bu yasağa uymasını beklerken, karşılığında vatandaşa hizmet götürmek için bir mükellefiyet üstlendiğini görmez veya hatırlamaz. Karşılıklı görev ve sorumlulukların denkleştiği bu cinsten bir ‘toplumsal sözleşme’ kavramı, Türk hukuk sistemine girmiş olsa da, devletin işleyiş felsefesinde pek mevcut değildir. Bu şartlarda, devletin kamu yararını açık şekilde gözettiği en olumlu tasarruflarının bile, bürokrasinin insanlar üzerinde kurduğu birer baskı ve tahakküm aracına dönüşmesi çok kolaydır.

Türk toplumu içinde, insanların talep ve ihtiyaçlarına daha duyarlı bir devlet beklentisinin son zamanlarda giderek arttığı, hükümetlerin de bu beklentileri karşılamak için daha bir gayret sarfettikleri söylenebilir. Gene aynı konudan bir örnek vermek gerekirse, yanlış hatırlamıyorsam son Ecevit hükümeti döneminde SİT mağdurlarını gözeten bir yasa çıkmıştı. AKP döneminde, başka bir yasanın çatısı altında, bu mağduriyeti önleyecek tedbirler arttırıldı. ‘Takas kanunu’ diye bilinen bu yasaya göre, hiçbir imar hakkı verilemeyen 1. Derece’deki SİT alanlarında arazisi bulunanlar, isterlerse arazilerini başka eşdeğer hazine arazileriyle değiş tokuş etme ve böylece hapsoldukları SİT bölgesinden kurtulma olanağına sahipler. Salt mülkiyet haklarının korunmasıyla sınırlı kalmasına, üstelik maddi altyapısının yetersizliği yüzünden uygulanabilirliği de hayli sınırlı olmasına rağmen, ‘takas kanunu’, özünde vatandaş haklarını tanıyan, en azından yukarıda işaret ettiğim ‘toplumsal sözleşme’ nosyonuna uygun düşen bir adım olarak yorumlanabilir.

Ne var ki, kökü bir bakıma yüzyıllarca geriye inen alışkanlıkların kırılması kolay değil. Nitekim, ‘devlete karşı millet’ düsturuyla ortalara çıkan ve bundan hâlâ prim toplayan AKP hükümetinin bile, iktidara yerleştikçe nasıl ‘devletçi’ refleksler vermeye başladığını, kaşıkla verdiği her özgürlüğü kepçeyle nasıl geri aldığını, giderek hızlanan bir süreç içinde, an be an izlemekteyiz. Bunun konumuzla bağlantılı son bir örneği de, AKP iktidarının koruma kurullarının sayılarını ve verimliliklerini arttırma bahanesiyle, yapılarını değiştirme ve doğrudan kendi denetimine sokma çabalarıdır. Bilindiği gibi, koruma kurulları SİT’lerin oluşumunu ve akıbetini belirleyen, bağımsız mahkemeler gibi çalışan kurumlardır. Hükümetin bunlara dokunması, tüm denetimi kendinde toplama eğiliminin bir göstergesidir kuşkusuz; ve yargıya dönük müdahalelerinin bir veçhesi sayılabilir.

Önümüzdeki dönemde, hükümet olur da imarla ilgili yasal bir düzenlemeye giderse, ondan nasıl bir hayır çıkacağı meçhuldür. Burada böyle olası bir düzenlemenin girdisini çıktısını tartışacak değiliz. Ancak ister istemez bazı sorular akla geliyor. Bizi burada ilgilendiren özgül konuya dönersek, sözgelimi, bu yeni düzenlemede ruhsat vermeye yetkili birim ve kadroların sorumlulukları ne olur? Vatandaşın başvurusunu makul bir sürenin sonunda savsaklamaya devam ettikleri takdirde, bunun onlara yansıyan somut bir müeyyidesi olur mu? Verilmesi zorunlu olan ancak verilemeyen bir hizmetten doğan zarar ve mağduriyetin bedelini ödeme yükümlülüğü vatandaşa mı aittir, devlete mi? Çok benimsediği ‘milletin hizmetkârı’ sıfatına rağmen, AKP hükümetinin bu sorulara vatandaş lehine çözüm getiren bir yasayı çıkartmasını beklemek pek gerçekçi değil. Böyle bir yasa veya yasa maddesi, temel meselelerin arasında ufacık bir ayrıntı sayılabilir, ama icabında tek bir ayrıntı, Nişanyan’ın hapisten çıkmasını sağlayabilir; ya da en azından, tekrar tekrar hapse girmesini önleyebilir.

Özgürlüğüne kavuşuncaya kadar, ‘Nişanyan hadisesi’nin gündemden hemen hiç düşmeyeceği besbelli. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu hadisenin Nişanyan’ın Ermeniliği, ateizmi, anarşizmi vs. üzerinden siyasallaştırılacağı da apaçık. Fakat aslına bakılırsa, meselenin gerçek siyasal boyutu Nişanyan’ı hapse götüren ‘adi’ suçun kendisinde gizli. Çünkü bu suçu, devletin –ister Ermeni olsun, ister Kürt, ister Türk– tüm vatandaşları üzerinde sürdürdüğü baskı ve tahakkümün bir sonucu olarak okumak pekâlâ mümkün. Bu durumda, ‘siyasi’ ile ‘adi’ suçlar arasındaki alışıldık çizginin iyice belirsizleşmesi ve Nişanyan’a yüklenen suçun siyasal bir nitelik kazanması kaçınılmaz. Nişanyan’ın o suçu “çıkarsam gene işlerim” diyecek kadar sahiplenmesinde de bu gerçeğin bir payı olsa gerek. Zira insan, ancak siyasi bir suçu işlemeye bu kadar kararlı ve azimli olabilir.

Adnan Ekşigil

641230cookie-checkSuçunu seven adam: Sevan Nişanyan
Önceki haberKılıç’ın orantısız çıkışı.
Sonraki haber“Kadına yönelik şiddet siyasal bir mesele”
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.