27 Mayıs darbesinde, daha ilkokula bile başlamamış, okuma-yazmayı evde kendi kendine sökmeye çalışan bir çocuktum.
Köyün dışında, çeşmenin başındaki iki katlı konağımıza gece atlı tütüncüler gelirdi.O yıllarda, ülkemin bir bölgesinde üretilen ham tütünün başka bir bölgesinde satılması yasaktı.Tütüncüler, uzak köylerden gelen, babamın arkadaşlarıydılar. Yolcunun karnını doyurmak, atına yem vermek aile geleneğimizdendi. Eve konuk gelen kişi eşkıya da olsa, kaçakçı da olsa, dağda gezen genç de olsa, karınları doyurulur, safa ile yolcu edilirlerdi.Bir kuş, kendini bir çalıya attığında o çalı, o kuşu korurdu. İhbar edilmezlerdi.İnsan gammazlamak, ihbarcılık geleneklerimizde yoktu. Adı“muhbir”e çıkanı yaşatmazlardı…
Tütüncüler, uğradıkları yerlerden yanlarına aldıkları eski tarihli gazetelerle gelirlerdi. Gazetelerin birinci sayfalarında, Adnan ve Menderes ve arkadaşlarının yargılanırken çekilmiş hüzünlü resimlerini görürdüm.
Babam, Alevi-Bektaşi geleneğinden gelmesine karşın o yıllarda Demokrat Parti’liydi. Beğenmediğiniz o köylü aklıyla idamları zulüm olarak görüyordu. İnsanları, at pisliğindeki arpaları seçerek yedirmeye zorlayan İsmet İnönü’nün tek parti yıllarında çok çektiklerini söylüyordu. Truman Doktrini ile birlikte gelen Adnan Menderes ve onun devamı partilerin kime hizmet ettiklerinin henüz farkında değildi.
Yassıada’daki duruşmalardan söz açıldığında,bir şiirden mi,yoksa türküden mi alındığını bilmediğim ,” İşte fabrikada tütüyor duman/ Menderes olmasa halimiz yaman” diye başlayan bir tekerlemeyi yinelerdi.
Menderes ve arkadaşlarının dar ağacındaki resimlerinden ben de etkilenmiştim. O soğuk ipi kendi boynumdaymış gibi hissederdim.Tütün kalıplarını paketlemekte kullanılan gazete sayfası büyüklüğündeki kahverengi kağıtların üzerine idam gömleği giydirilmiş, boyunlarında ip takılmış, bazen de ipte sallanan insan resimleri çizerdim.Babam, bu resimleri konuklarına gösterdikten sonra,köşelerini hamurlayarak oturma odamızın duvarlarına asardı.
Menderes ve arkadaşlarının idam cezasını hak ettiklerine bugün de inanmıyorum.Günümüz iktidarlarının yaptıklarına, yolsuzluklarına baktığımda, Menderes ve arkadaşlarına haksızlık yapıldığını bile düşünüyorum.O idamların faturasını daha sonraki yıllarda ilkel bir intikam duygusuyla Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ödettiler..Bir yanlışı, daha büyük başka bir yanlışla gidermeye çalıştılar.Her iki idam da tarihte utanç verici kara lekeler olarak yer aldı.O idamları daha sonraki yıllarda başka idamlar izledi. Kenan Evren, 12 Eylül’ün 26. yılında, daha 16 yaşında bir çocukken yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’le ilgili kararı imzalarken bile ellerinin titremediğini söylediği günleri de gördük..
27 Mayıs ve idamlar, Türkiye’nin hiçbir sorununa çözüm getirmedi.40 yıl boyunca Süleyman Demirel gibi birini milletin başına tebelleş etmekten başka da bir işe yaramadı.
Adalet Partisi’nin kurulduğu yıllarda,köylere dek dağıtılan,Karagöz- Hacivat bozması resimlerle süslü “Hacı Emmi” adlı bir gazete ile Demirel ve AP’nin propagandası yapılırdı.
Sonra, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin “Komünizm, her görüldüğü yerde ezilmelidir” diye başlayan kitapları geldi…
Okullara Amerikan yağları,konserveleri,süt tozları geldi…
Ardından, Amerikanın çok iyi Türkçe bilen barış gönüllüleri ta köylere kadar dağıldılar. Amerika’dan, Amerika’nın dünya barışına katkılarından,Türkiye’yi çevreleyen Komünizm tehlikesinden söz ediyorlardı…
O yaşlarda, çok uzaklarda bir yerlerde Amerika adlı “ yardımsever” bir akrabamızın olduğunu sanıyordum.Arkadaşlarımla,birbirimizin bileklerini kavrayarak, yağ ve,süt paketlerinin üzerindeki resimlerdeki gibi “Amerikan tokası” yapıyorduk. Elime geçirdiğim tebeşire benzeyen taş parçalarıyla duvarlara ne anlama geldiğini bilmeden “Komünizm her görüldüğü yerde ezilmelidir” diye yazıyordum.
Kendimde dönüşüm yapabilmem için büyük şehirlerde, olayların içinde zorlu yıllar yaşamam gerekti.Bütün ömrünü köyde geçiren,böyle dönüştürücü bir süreci yaşamayanlardan değişmelerini beklemek ne denli gerçekçi olur bilemiyorum.Kim bilir, ben de onların yaşadığı koşullarda kalsaydım, onlar gibi olur, yıllarca Demirel’in, olmadı Tayyib’in peşinden koşar dururdum belki..
.
27 Mayıs darbesi, belki Menderes’i götürdü, ama, onun devamı olan Adalet Partisi’nin ve Demirel’in yolunu açtı.
Görünürde, ülkede “ sol” dalga yükseliyordu. Ancak her defasında iktidara gelen Süleyman Demirel ve Adalet Partisi oluyordu.
Doğası gereği enternasyonalist olması gereken “sol” un ana karakteri ise “milliyetçi”ydi.Asker, devrimin vazgeçilmez halkalarından biri olarak görülüyordu. DEV-GENÇ mitinglerinde hep birlikte “Ordu gençlik el ele, Milli cephede” sloganları atıyorduk.Rahmi Saltuk, sazının teline dokunarak “Başı karlı yüce dağlar ne olur/ Asker ağam gelse yaralarım iyi olur” diye söylemeye başladı mı, salonlar inliyordu…
Tanrı uzun ömürler versin, bu günlerde 90. yaş gününü kutladığımız üstadımız Mihri Belli ‘nin MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM tezi, sivil, asker;aydın, bürokrat ve gençliğin ortak iktidarını hedef alıyordu..Bu gün, en asker karşıtımız gibi görünen Hasan Cemal, o yıllarda en darbecimizdi. Devrim Gazetesi’nde,Doğan Avcıoğlu ile birlikte askeri darbe planları yapıyordu.
Ülkenin “makus talihini” sol bir darbe ile değiştirme çabaları, 12 Mart 1971’de sağcı bir karşı darbe ile sonuçlandı.Sol darbeye o kadar çok inandırılmıştı ki, hiç birimiz,darbeden sonra bile işin vahametini fark edemiyorduk. İlhan Selçuk ağabeyimiz, bile darbeden bir gün sonra, 13 Mart tarihli “Pencere” köşesinde “Ordu kılıcını attı” diye başlık atıyordu.Daha sonra o “kılıç”, başta İlhan ağabeyimiz olmak üzere bir çok, sol, devrimci , demokratı Sansaryan Han ve Ziverbey Köşklerinde işkenceye çekti.
12 Mart askeri darbesinin lideri Memduh Tağmaç, “Siyasi gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçti” diyordu, buna izin verilmiyordu…
12 Mart’ta şapkasını alıp giden Demirel, kısa sürelerle iktidarı Ecevit’e emanet ederek soluklandıktan sonra yoluna devam ediyordu. Sağ vitrin , artık ırkçı MHP ve dinci , MNP ve MSP gibi partilerle çeşitleniyordu.
1980 öncesinde, sol’un tarlalarda ve fabrikalarda güçlendiği sanılıyor, ama iktidara gelen hep sağ oluyordu.
Oluk oluk kan akıyordu ve ülke o yıllarda çoğu üniversite öğrencisi olmak üzere beş bin değerli evladını yitiriyordu.
Ve, 12 Eylül’ün “Atatürkçü” generali Kenan Evren, “Atatürkçülük” adına yönetime el koyuyordu.
O yıllar,aynı zamanda “Soğuk Savaş”ın sürdüğü, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı, içinde Türkiye’ni de yer aldığı “Yeşil Kuşak “ adıyla İslami bir duvar örmeye çalıştığı yıllardı.
“1978’de Afganistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra Amerikalılar bu ülkedeki direnişçi tüm İslamcı gruplara sınırsız yardımda bulundu. Bununla yetinmeyen ABD, 1980’li yılların ortasında Kaide örgütünü Usame bin Ladin’e kurdurdu. CIA, Pakistan ve S.Arabistan istihbarat örgütleri, Kaide’nin güçlenmesinde ve Molla Ömer ile birlikte Taliban’ın kurulmasında, bu örgütün Nisan 1996’de Kabil’de iktidara taşımasında büyük rol oynadılar. (…)
Bu arada Afganistan’da CIA kamplarında eğitim gören on binlerce ‘radikal İslamcı’ kendi ülkelerine dönerek Kaide benzeri örgütler kurdular…” (1)
12 Eylül’ün “Atatürkçü” ve “ Laik” Kenan Evren’i, radyo ve televizyonda, meydanlarda halka seslenirken Kuran’dan ayetler okuyor, babasının da büyük bir din adamı olduğunu vurguluyordu.
Yeni palazlanan PKK tehdidini önlemek için Kürt bölgelerine uçaklarla Kuran ayetleri atılıyordu.
Okullarda din dersleri zorunlu hale getiriliyordu.
Darbeden sonraki ilk seçimde,1983 yılında“Yeşil Kuşak” kendine uygun bedene de kavuşuyor, bir eli ABD’de, diğer eli İslam’da Turgut Özal iktidar oluyordu.
1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra “Yeşil kuşak” projesi işlevsiz bırakılmadı, küçük bir rötüşle “Ilımlı İslam”a dönüştürüldü.Artık, karşıda mücadele edilecek bir blok yoktu ama, “Yeşil Kuşak” için verilen emeklerin de boşa çıkarılmaması, ABD’nin İslam ülkeleri üzerindeki denetimin sürdürülmesi gerekiyordu.
Türkiye’ye, “Ilımlı İslam” içinde önemli bir rol biçilmişti.
Ancak, Turgut Özal’ın ölümünden sonra ANAP “İslami” söylemden uzaklaştı. ANAP, DYP,MHP ve CHP yapısı bu modele uymuyordu. Modele en uygun parti Refah Partisi ‘ydi. Ancak,bu parti ile lideri Necmettin Erbakan, Amerika ve ve İsrail karşıydı.Irak İşgal edilecekti, ama Bülent Ecevit ile Necmettin Erbakan, Saddam’la “al takke, ver külah” ilişkisi içindeydiler.Onlar iktidarda kaldıkları sürece Irak’ın işgali mümkün görünmüyordu.
Öyleyse, “Ilımlı İslam”a ayak uyduramayan tüm bu partilerin gitmesi, ABD ile daha uyumlu bir partinin gelmesi gerekiyordu.
Ajandada Recep Tayyip Erdoğan adı işte o zaman arandı ve bulundu.
Yapılanmanın gerçekleştirilmesi için de yeni bir süreç gerekiyordu.
İşte, 28 Şubat süreci bu koşullarda başlatıldı.
“Laiklik”ve Atatürkçülük”leri Kenan Evren kadar tartışılmaz olan 28 Şubat’ın “post modern” generalleri “temiz toplum”, “laikliği koruma” savıyla etkili oluyorlardı, ama bilerek ya da bilmeyerek “Ilımlı İslam”ın değirmenine su taşıyorlardı.
”Temiz Toplum “ için ta İsveç’lerde bile komşularımızın şaşkın bakışları arasında ışık açıp , ışık kapattık; ellerimizde tencerelerle, tavalarla sokaklara döküldük de ne oldu?
28 Şubat, adeta İslamcı bir partiyi tek başına iktidara getirmenin bir süreci gibi işledi.
Arı kovanlarına çomak sokuldu.Recep Tayyip Erdoğan, önce Ayaş’ta cezaevine mahkum olarak yatırıldı, sonra da Ankara’ya Başbakan olarak gönderildi.
“Temiz Toplum” adına tencere, tava çalarak kınadığımız çete reisleri, “Türkiye’nin kendileriyle gurur duyduğu” liderler haline getirildiler.Çeteler yurt düzeyinde yaygınlaştı.Ölen çete başlarının ruhları kutsanarak anılarına hasılat rekorları kıran (Boz) Kurtlar Vadisi filmleri yapıldı. Ruhları Irak’a gitti, oradaki Türkiye karşıtlarını hizaya getirdi.(Boz) Kurtlar Vadisi şimdi Oscar’a doğru koşuyor..
28 Şubat’la “Laik” ve “Temiz Toplum” amaçlanmıştı.Sonuç ne oldu?
Ben, bu süreçte kendimi müthiş aldatılmış hissediyor ve bunu hesabını soracak birilerini arıyorum..
____________________
(*) Yanılsama: İllizyon; göz ve bellek yanılması
(1) Hüsnü Mahalli, 7 Şubat 2006, Akşam