Adı, 12 Mart`dır, 12 Eylül’dür, fark etmez.
Deniz gibi, Mahir gibi, İbrahim gibi, Sinan gibi niceleri yiğitçe direnir.
Aslolan yaşamaktır, ama bu uğurda ölmek de vardır.
Kimi de toplar pılını, pırtısını alır başını uzak diyarlara gider.
Ya da, ülkedeki sonu gelmez kaoslar sizi bunaltır, yurt dışına bir yerlerde biraz soluklanmak için gitmişsinizdir.Bir de bakarsınız ki bir kaç ayla sınırladığınız süreniz üç yıl, beş yıl, on yıl olmuş.Hiç de öyle büyük hesaplarınız yoktu oysa…Darbe koşulları geçer geçmez dönecektiniz. Ya darbelerin etkisi etkisi ço uzun sürdü , ya da siz çok geç kaldınız.Bir de bakmışsınız ki iyi kötü çalışacak bir işiniz olmuş;çoluk çocuğa karışmışsınız, dönememişsiniz..
O zaman, kocaman bir soru yumağı gelir düğümlenir boğazınıza: Şimdi ne yapacaksınız? Geriye ciltler dolusu kitap olabilecek anılar, yaşanmışlıklar kalmıştır. Ya, yazmak için onlara sarılırsınız; ya da bulunduğunuz yerden başka gurbetlere yelken açar, düşlerinizin peşinden koşturmayı sürdürürsünüz.
Arkadaşım Faruk Eskioğlu’nun romanı ”Aşk Olsun! Adı Aşk Olsun”(*) önüme geldiğinde ben bunları düşündüm…
“İşte, içimizden biri daha gurbet şarkılarını notaya geçirebilmeyi başarabilmiş”, dedim kendi kendime.
Roman, “Ben bendim bir vakte kadar” diye başlıyor. “Ben bir zamanlar bendim sonra benlikten vazgeçip Edip oldum” diyor kitabın yazarı. “Sevgili arkadaşım Edip’in Nijerya’da kayboluşu üzerine onun yerine geçip, onun evinde onun adına yaşayan, onun masasında oturup onun kitaplarını okuyan, onun faturalarını yatırıp, onun giysilerini, terliklerini giyen, onun arkadaşlarıyla onun deyimleriyle nükte yapan biri olacağımı nereden bilebilirdim ki”
Baştan sona yitik arkadaşlıkları, yitik aşkları, yitik bir geçmişi aramakla geçen bir roman; satır aralarında kendimizi bulduğumuz bizim romanımız aynı zamanda. Düşündüm de, her birimizin yaşamında gün yüzüne çıkmış, çıkmamış,yazılmış, yazılmamış böyle kaç roman var acaba….
12 Mart dönemi olaylarda iki elini bir ayağını yitiren yakın arkadaşım İbrahim Çenet’in, protezli elleriyle bilgisayara yazıp çoğalttığı, kapağını bile kendisinin hazırladığı böyle sekiz- on kitabı var. Okuduğumda beni bin yıllar ötesindeki Anadolu uygarlıklarına götüren, İbrahim Çenet’in yakın çevresindeki beş on kişiden başka kimsenin tanımadığı romanlar, şiir kitapları.Yurt dışında sadece 68 ve 78 kuşaklarının göçerleri değil, kayıtlara geçirilememiş bir tarih de yok oluyor.
Her birimizin ta ortaokul, lise yıllarından, okul defterlerine yazdığımız, adı henüz konmamış romanlar. Birkaç arkadaş, bir araya geldiğimizde yayımlanmamış romanlarımızdan, şiirlerimizden bölümler okuruz birbirimize. Her birimizin düşü, bir gün bir yolunu bulup Faruk Eskioğlu gibi, bunları Türkiye’de yayımlatabilmek.Ülkeye gittiğimizde koltuğumuzun altında dosyalar, bilgisayar disketleri, CD’leriyle kapı kapı dolaşır, ilgilenecek bir yayınevi arar dururuz.
Faruk Eskioğlu, bu şansı yakalayabilmiş bir arkadaşımızdır.Çoğumuz, bunu başaramadan, koltuğumuzun altında artık ne işe yarayacaklarını bilemediğimiz romanlarımız, şiir kitaplarımızla umutsuzluk içinde döneriz yaşadığımız ülkelere.Ya da onlar, “ bir bakalım, biz size sonucu bildiririz” diyen yayınevlerinin tozlu raflarında yayımlanmayı beklerken unutulup gider.Telefonlara doğru dürüst yanıt alamazsınız. Ertesi yıl gittiğinizde yayınevinin yerinde de yeller esiyordur.Ya kapanmış, ya da bilinmeyen başka bir adrese taşınmıştır. Dosyanın bir kopyasını da kendinizde saklamayı akıl edememişsinizdir.Yitik çocuğunuzu arar gibi günlerce etrafınıza bakınıp durursunuz artık.
Sonra bir de bakmışsınız ki, hiç hesapta olmayan bir şey olmuş.Yakın hep yakın çevrenizde dolanıp duran beklenmedik bir kalp krizi, ya da bir beyin kanamasıyla bu kez göçüp başka diyarlara gitmişiz. Karalama defterlerinizde gün yüzüne çıkmayı bekleyen yaşamışlıklarınız, anılarınız, düşleriniz de sizinle birlikte yitip gider.
Yurt dışında böyle ne çok tanıdığı yolcu ettik son yıllarda.En son Gürhan Uçkan, ardından Kâzım..
Kâzım, tıpkı Yaşar Kemal gibi, 35- 40 yıl öncesinde sarı defterlere yazdığı notlarını heyecanla koymuştu önüme. er yer küf kokan, kararmış, Kâzım’la birlikte ne badireler atlatarak buralara dek gelmeyi başarabilmiş sarı defterler.Notlarını ince ince ayıklayacak, kızı bilgisayara geçirmesine yardım edecek, onlardan kısa öyküler çıkaracaktı.
Bu görüşmemizden kısa bir süre sonra Kâzım, çok korktuğu ameliyat masasına yatırıldı, oradan bir daha kalkamadı.Onun derdi kanserdi.
Kâzım’ın son isteği, Sinan Cemgil’lerle birlikte silah kuşanıp şarkılar söylediği Kürecik’in bir dağ köyüne gömülmekti, o da olmadı…
Bütün gençlik anıları, devrim düşleri o sarı defterlerde kaldı…
Giderayak bitirilecek ne de çok işleri vardı Kazım’ın oysa…
Size Faruk Eskioğlu’nun kitabından söz ederken nerelere gittim.
Faruk’un kitabının adı bana Can Yücel’in ,Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yazdığı ve teyzeoğlum sevgili Mazlum Çimen tarafından bestelenen “Aşk olsun sana çocuk aşk olsun” dizelerini anımsattı.
Devrim şehitlerimizi saygıyla anarken yazımı o dizelerle bitirmek istiyorum:
AŞK OLSUN SANA ÇOCUK,AŞK OLSUN
En uzun koşuysa
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez luverin namlusundan firlayarak
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun….
______________
* Aşk Olsun! Adı Aşk Olsun, Faruk Eskioğlu, Yirmidört Yayınevi, İstanbul-2007.