Çiğdem Şahin’in, yazısında Fatmagül Berktay’ın adını görünce birden gözlerim parladı, “Ya, bu bizim Gül Fatma!” dedim…
Aydınlık Ankara Bürosu’nun belleğimde kalan iki güleç ismi; Fatmagül Berktay’la, Nuri Çolakoğlu idi.
Fatmagül, büroya çok seyrek gelirdi. Geldiğinde ise Nuri, onun adını ters yüz ederek, bir köylü kızını çağrıştıracak şekilde “Gül Fatma” derdi.
Benim, yakından tanıdığım, yaşamda duruşlarını kendime örnek aldığım birkaç isimden biridir “Gül Fatma”..Ciddi, ama hep gülümseyen bir yüz. Bilgili, birikimli. İlgi duyduğu alanlar kadar Türkçe dil ve yazım kuralları konusunda çoğu dil uzmanına taş çıkartacak denli yetenekli. Onun, hazırlayıp gazete çalışanlarına dağıttığı yazım kurallarıyla ilgili küçük el kitapçıklarını hala saklarım.
Ben, insanları özlerine, insani yapılarına göre değerlendiririm. Sağcılıkları, solculukları, değişen fikirlerine göre değil. Bu anlamda, Fatmagül Berktay, belleğimde hep tutarlı, “özü-sözü bir” insan olarak kaldı.
Onun profesör olduğunu duyduğumda yadırgamıştım. Akademisyenliğin asık yüzünü onunla bağdaştıramamıştım. O, benim gözümde hep gülümseyen “ Gül Fatma” olarak kalmıştı.
12 Eylülden sonra, birçokları gibi, onun da izini kaybettim.Her birimiz, dalgalara kapılmış, arada bir suyun yüzüne çıkıyor, sonra denizin derinliklerinde kayboluyorduk.
***
Her önüne gelene çamur atmaktan başka işi olmayan; hiç bir şeye olumlu bakamayan; yolu, yordamı olmayan bazı kişilerin “nasıl olsa izi kalır” düşüncesiyle Fatmagül’e de sataştıklarını görüyorum.
Fatmagül, 12 Eylül’den sonra yargılandı mı, anımsamıyorum. 12 Eylül’den sonra, sıkıyönetim duruşmalarını gazeteci olarak izlediğim Doğu Perinçek ve arkadaşlarının arasında Fatmagül’ün yüzünü anımsamıyorum. Fatmagül, nerede, ne zaman Kenan Evren’e tercümanlık yapmış, bugüne dek hiçbir yerde duymadım..
Ancak, o yıllarda, Güneş Gazetesi’nin sıkıyönetim muhabiri olarak bir çok kez röportaj yapmaya gittiğim Mamak Askeri Cezaevi’ndeki tutukluların durumunu çok iyi biliyorum.
O günlerde, 12 Eylül’cüler, tutuklulara karşı uyguladıkları psikolojik savaşın bir parçası olarak askeri cezaevlerinde “karıştır, barıştır! ” konseptini uyguluyor, sağcı r ve solcuları aynı koğuşlara doldurarak “ehlileştirilmeye” çalışıyorlardı.
Savcı Doğan Öz’ün katili İbrahim Çiftçi ile TÖB-DER( Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) Ankara Şubesi Başkanı Ali Başpınar’ı aynı hücreye koymuşlardı.
DEV-YOL Davasından yargılanan Oğuzhan Müftüoğlu ve arkadaşlarına ceza evi avlusunda zorla “Yaşa, varol harbiye!” marşını söyletiyorlardı.Söylemeyenlere verilen ceza coptu, dayaktı, işkenceydi…
Cünyet abi( Arcayürek), Güneş Gazetesi’nin Ankara Temsilcisiydi. Esenboğa Havalimanı’nı bombalamaktan idama mahkum edilen Ermeni kökenli Levon Ekmekçiyan’la gazetecilerin röportaj yapmalarına izin veriliyordu.
Gazetelerde, Levon Ekmekçiyan’ın kendini idamdan kurtulmak için Kenan Evren’e yalvarıp yakaran küçültücü ifadelerine yer veriliyordu.
Ben, röportajda, böyle ifadelere çanak tutan sorular sormadım. İki günlük röportajın ilk bölümü gazete çıktı, ikincisi yayımlanmadı. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun, röportajı “fazla insani” bulmuştu. İkinci bölüm de yayınlanırsa beni gözaltına aldıracağını bildirmiş. Cüneyt abi, beni korumak için , haberim olmadan ikinci bölümü yayından çekmişti.
Bunları, darbe ortamında cezavindeki insanların hangi koşullarda olduklarını anlatmak için yazıyorum…
Eğer, Fatmagül, o koşullarda Kenan Evren’e tercümanlık yapmışsa bile bunu yadırgamıyorum. Başka türlüsü mümkün olamazdı.Adama cop sokarlardı, cop! Sokuyorlardı da!.
Hatta, 12 Eylül generallerinden Turgut Sunalp, “Bazı kadın tutuklulara cop sokulduğu” iddialarıyla ilgili olarak, “Taş gibi Memetlerim duruken cop sokmaya ne gerek var!” demişti.
O koşullarda önemli olan, o günleri, en az zararla, hasarla atlatmak; itirafçı , ihbarcı ve dönek olmamaktı!..
Ah Gül Fatma ah, beni alıp nerelere götürdün yine!…