–Tudora Arnaut’a–
Benim çocukluğumda tanrı yoktu, Tanrı’nın kitapları yoktu, Elçileri yoktu… Benim bildiğim bir tek Hızır vardı.
Çocukluğumun geçtiği Toros’ların bir kolu olan Binboğalar’ın dağ köyünde, 105 yaşında ölen Şago(Şahgül) nenem:
“Yetiş carımıza ya Hızır!” diyerek kükredi mi, dağ , taş inlerdi.
Hızır,Sakaltutan Beli’nde tipiye tutulmuş, boğulmak üzere olan gelinle damadın kurtarıcısıydı.
Kocası Seferberlikten dönmemiş yedi çocuklu kadın, sabahleyin tarlaya gittiğinde bir de bakardı ki, gece Hızır imdadına yetişmiş, ekini biçerek düzgün desteler halinde bırakmış.
Yaşlı, ölümcül hastanın başında ,” Ya Hızır, süründürme bu adamı, ya kurtar, ya canını al!” dediklerinde uzun sürmez, adam ya ölür, ya sağalırdı.
Hızır, çocukluk yaşamımızın, günlük oyunlarımızın içindeydi.“Hızır çarpsın ki!” diyerek yemin ederdik. Köye o omzunda heybesiyle, uzun beyaz sakallı, bıyıklı tanımadığımız bir adam gelse birbirimize kaş, göz işareti yaparak, “Dikkat et, bu adam dilenci donuna girmiş Hızır olabilir” derdik.
***
Kara Zöhre, dağda odun toplarken bir ağacın köküne sarılıyor, çekiyor, çekiyor kökü topraktan çıkaramıyor:
“Yetiş yardımıma ya Hızır!” diye bağırıyor. Sesi duyan Hızır çıkıp geliyor:
“Ne var Kara Zöhre, bir yerine nışadır sürülmüş gibi niye bağırıyorsun yine?”
“Ya Hızır, şu kökü topraktan çıkaramadım, yardım et bana!”
Hızır, kökü topraktan söküp Kara Zöhre’nin eline verirken:
“ Al bunu münasip bir yerine sok, bir daha da böyle lüzumsuz işler için beni çağırma!” diyor.
***
Her yıl ,Ocak ayının son haftası ile Şubat ayının ilk haftası Hızır günleridir.
Binboğa köylerinde bu süre içinde herkes üç gün oruç tutar. Orucun son günün akşamı kimse su içmez…
Evlerde parçaları tüm köylüye yetecek sayıda kömbe pişirilir, komşulara dağıtılır.
Akşamdan, evin insan elinin değmeyeceği bir köşesine un elenerek bırakılır. Gece Hızır’ın gelerek o una bir “nışan “ bırakması beklenir.Eğer, Hızır bir eve gece uğrar da o evin elenmiş ununa çubuğuyla şöyle bir dokunursa o yıl o evde bolluk bereket olurdu.
…O yıl kış çok çetin geçmişti.Neredeyse altı aydan beri boğazımdan bir dirhem et geçmemişti.Annem, kilerde unu elerken dizinin dibine oturdum:
“Ana, Hızır gelince ne olur?”
“Boz atıyla gelir, elindeki çubukla unumuza dokunursa, evimize bolluk bereket gelir.Koyunlarımız çift kuzular.Ekinimiz iyi olur.”
“Hızır unumuza dokunursa biz ne yaparız ana?”
“Ne yapacağız oğlum, kurban keseriz, tüm köye et dağıtırız.”
“O zaman ben de bol bol et yerim, he mi ana?”
“He oğlum, kurbanın ciğerlerini,böbreklerini kızartır oğluma yediririm.”
“Yok ana, ben ciğer miğer istemem, etin arka budundan isterim.”
“Tamam oğluma kurbanın arka budunu kızartır veririmsana. İş ki Hızır gelsin.Sen daha sabisin, hiçbir günahın yok. Sen dua edersen, Hızır belki dualarını kabul eder, hanemize uğrar…”
O gece ,yatağa girdikten sonra geç saatlere dek, “Ya Boz atlı Hızır, canım çok et yemek istiyor. Sen bize gelirsen babam kurban kesecek, et yiyeceğim.Ne olursun gel bize ya Hızır!” diyerek dualar ettim.
Sabaha karşı uyandığımda horozlar ötüyordu.Annem, babam, kardeşlerim uyuyorlardı.Sessizce kalktım, Hızır’ın gelip gelmediğini anlamak için kilere doğru süzüldüm. Annemin akşamdan eleyip bıraktığı una büyük bir düş kırıklığıyla baktım. Dualarım kabul görmemiş, hanemize Hızır uğramamıştı…
Alacağın olsundu Boz atlı Hızır! Gelsen ne olurdu. Şunun şurasında bir dirhem et yiyecektik…
Yatağıma dönmek üzereyken birden durdum.Beynimde şimşekler çaktı!Ocaktan aldığım bir çöple unu karıştırdıktan sonra unlu çöpü ambarın altına attım, yatağıma dönerek yorganı kafama çektim.
Küçük kardeşim yine yatağı ıslatmıştı.Sağa,sola dönüyor, uyuyamıyordum.
Az sonra annem kalktı, doğru kilere gitti. Gitmesiyle dönmesi bir oldu.Babamı dürterek uyandırdı:
“Kalo,kalo(İhtiyar) kalk hele kalk, yatmanın sırası mı, hanemize Hızır uğramış.”
Babam, aniden yataktan fırladı, annem “Sus!” işareti yaptı, “Ortalığı telaşa verme, çocuklar uyanmasın!”
Evimizde o yıl bir değil, iki kurban birden kesildi. Ateşin önünde, annemin pişirip önüme koyduğu etleri yiye yiye tuluk gibi oldum.Annem, etleri önüme sürerken:
“Bu yıl evimize Hızır’ın gelmesi oğlumun kısmeti. Oğlum çok dua etti,Hızır dualarını kabul etti.”
Ben, bir yandan etleri yerken bir yandan da sinsi sinsi gülüyordum.Annem, bu gülmelerime gıcıklansa da bir şeyden kuşkulanmıyordu.
…Etler dağıtıldıktan, tüm köy kurban etine doyduktan sonra bizim evin arkasındaki kayalıklara tırmandım. Yüksek bir taşın üzerine çıktıktan sonra bayır aşağı bütün köyün duyabileceği bir sesle bağırdım:
“ Duyduk duymadık demeyin, Hızır benim, Hızır benim…Hızır’ın başka işi yok da bizim eve mi gelecek. O unu çöple ben karıştırdım. Un bulaşmış çöpü de ambarın altına attım . İnanmazsanız gidin bakın! Duyduk, duymadık demeyin ha!”
Sesimi duyan köyün köpekleri birbirine karıştı. Bir gürültü, bir kıyamet.
Bir ara annemin sesi geldi kulağıma:
“ Hızır aşkına, Hızır’ını seven şunu yakalasın getirsin bana.. olan iki kısır koyunuma oldu. Gitti sürmeli koyunlarım, gitti!”
Köylüye o kadar iyiliğim dokunmuş. Kim beni tutup anneme teslim eder.Hele bir düşsünler peşime de görsünler. Yağlı etleri yemişim ki, kayaların üzerinden keklik gibi seke seke nasıl kaçıyorum..
Sonunda, babam bana arka çıktı:
“Oğlumun canı et yemek istemiş. Değil iki kısır koyun, bütün davarım, malım oğluma feda olsun! Onun sayesinde götü boklu köylülerin kursağına da bir dirhem et girdi, kötü mü oldu?”
***
Hızır’ın son gecesi, köyün yaşlıları su içmeden uyuduklarında düşlerinde askerdeki oğullarını, gurbetteki yakınlarını görürlerdi.Sabahleyin görülen düşler yorumlanırdı:
“Gece çok karışık düşler gördüm.Sabaha kadar benim askerdeki oğlandan kurtulamadım.Ateşler,dumanlar içindeydi.Kır bir ata binmiş, kapının önüne gelmiş. ‘Oğlum, içeri gir’, diyorum, girmiyor. Atın başını Binboğa’lara doğru çevirdi,, dumanlar içinde gitti, kayboldu… Yarın kasabaya gidip çocuğa bir telgraf çekeyim.Çocuğun başında mutlaka bir iş var!.Hastalandı mı, ne oldu?”
“Kalbini bozma emmim, düşte at görmek murattır.Beyaz at görseydin,Hızır yardımcın olurdu.Kır at pek hayra alamet değil.Geçen yıl bene de düşümde kırat görmüştüm, aradan üç gün geçmedi,ocaklardan ırak bizim gelinin kardaşı suda boğuldu.”
Bekar kızlar, oğlanlar tuzlu çörekler pişirir, akşam yedikten sonra su içmeden uyurlardı.Susuzluktan dilleri, damakları kurumuş gençlere, gece düşlerinde sevdikleri, ilerde evlenecekleri kişiler su verirdi.
Bacak kadar boyuma bakmadan, ben de gece tıksırıncaya kadar tuzlu çörek yedikten sonra su içmeden uyurdum. İsterdim ki, Gülbahar bana su versin.Fakat, ne Gülbahar, ne bir başkası bana su vermezdi.Haksızlığa uğramışçasına sabah erkenden neneme koşar:
“Yav nene yav, gece su içmeden uyudum, kimse bana su vermedi.”
Nenem gülerek saçımı okşardı:
“Yavrum, sen daha küçüksün de ondan. Hele biraz büyü, kızlar sana su vermek için birbiriyle yarışa girer..”. Utanırdım, Neneme söyleyemezdim ama, başka kızlar gerekli değildi;Gülbahar’dan başkasının su vermesini istemezdim..
Eğer gece düşlerinde gençlere kimse su vermemişse, umut kapıları hemen kapanmış sayılmazdı.Akşamdan artan tuzlu çörekler dışarıda çalıların ,ağaçların üzerine konur, herkes, kargaların gelip börekleri kapması beklerdi..Kargalar, çörekleri hangi yöne, hangi eve doğru götürmüşlerse o yöndeki biriyle evlenileceğine inanılır, farklı tahminler yürütülürdü:
“Kargalar, senin çöreği Keleşler’in evine doğru götürdü.Demek ki sen Fayre ile evleneceksin…”
Kargalar, bazen trafiği karıştırırdı.
“Senin çöreği Horozların evine doğru götürdü, demek ki sen de İsmigül’le evleneceksin.”
Tam o sırada bir itiraz sesi yükselirdi:
“Karga, benim çöreği de o tarafa götürdü, ne olacak şimdi.?”
Çok istememe karşın, kargalar, hiçbir zaman benim “kısmetimi” Gülbahar’lara doğru götürmediler
Her defasında tuzlu çöreğimi alarak Binboğa’lara, uzak diyarlara doğru gittiler…