Yaşamım hep çelişkilerle doluydu…
En büyük çelişkimi, köyde ilkokulu bitirdikten sonra paldır küldür Ankara’nın göbeğine düştüğümde yaşamıştım.
Yenimahalle, Yunus Emre Ortaokulu’na gidiyordum.Eksik yanlarımı kapatmak için geceli, gündüzlü ders çalışıyor, her derste parmak kaldırıyordum. Sınıfta, kendimi çalışkanlığımla göstermezsem, bizim oraların deyişiyle köpekler bile üstüme işemezdi…
Tarih dersini anlatmak için tahtaya kalkmıştım. Konumuz Tarık Bin Ziyad’ın İspanya Seferi’ydi. T.Bin Ziyad, sefere giderken eşini de beraber götürmüş; onu anlatmaya çalışıyordum:
“Tarık Bin Ziyad, İspanya’ya giderkene avradını da barabar götürdü…”
Sınıfta bir kıkırdanma başladı, öğretmen:
“Susun!” dedi, “Sen devam et evladım!”
Bir teyp gibi bandı biraz geriye sararak devam ettim:
“ Tarık Bin Ziyad giderkene avradını da…”
Kıkırdanmalar gülüşmeye dönüştü:
“Giderkene avradını da!…”
Artık kahkaha atıyorlardı.
Öğretmen:
“Evladım ‘avradını’ geç, ‘avradını da barabar götürdü’ faslını geç!..” dedi.
Ders bittiğinde beni bir köşeye çekti:” Evladım, ‘barabar’ değil, ‘beraber’…’avradını’ demeyeceksin, ‘eşini’ ya da ‘ hanımını’ diyeceksin… Türkçe’ni biraz geliştir. Çok kitap oku, roman oku, şiir oku, radyo dinle!…”
Demez olaydı. Sonraki yıllarda kitap okumaktan derslerime boş verdim.Onunla da kalsa iyi. Şiirler, hikayeler yazmaya başladım. Radyo spikerlerini taklit ederek gırtlağımdaki yumuşak “g” nin etkisini azaltmaya çalıştım.
En büyük çelişkim şehir yaşantısıydı.Beton yığınlarına, araba gürültülerine alışamıyordum. Köyümün dağlarını, kuzularımı özlüyordum. O yıllarda, Şair Şemsi Belli Memleket Gazetesi’ni çıkarıyordu. Gazetede “Dağların Çocuğu” takma adıyla şiirler yazıyordu. Bu ad beni büyülemişti. Ben de, ışıldaklı şehir yaşamının ortasında bir “Dağların çocuğu” ydum. Şehir yaşamını eleştiren şiirler yazıyordum. Bunlar Memleket Gazetesi’nde yayımlanıyordu. Onlardan biri şöyleydi:
DÜMBÜK
Kızı bilmem nerde sabahlar,
Karının hayatı dans, çay
Bir de adamım diye gezer
Vay, dümbük vay!..
“Dümbük” sözü bizim yörede “pezevenk” anlamında kullanılır. Lisede, Köy Enstitüsü kökenli edebiyat öğretmenim beni çok seviyordu. Ders saatleri dışında evine de götürüyordu.Kızı, Ankara Kız Lisesi’nde öğrenciydi.
O yaşa dek hiç kız yüzü görmemiş ben gariban köy çocuğu… Sen git öğretmenin kızına aşık ol!..Yaz tatili dönüşünde kıza hediye olarak “nazar boncuğu” götür. Kız da, “Ben katır mıyım ki bana katır boncuğu hediye ediyorsun!” diyerek kaldırıp atsın… O aşk da öylece hüzünle bitsin…Sonra sen, daha lise yıllarında otur şu şiiri yaz:
SEN VE BEN
Yürü be kızım
Sen kim,
Ben kim
Sen piyano sesleriyle ninnilenmişsin,
Ben kağnı gıcırtılarıyla uyutulmuşum
Sen rujlarla, ojelerle süslenirsin
Benim anam bayramdan bayrama başına yakacak
Bir kına da bulamaz…
Sen romantik jönlerin aşkısın,
Benim düşlerimde Zeyno’lar, Fato’lar yaşar
Sen duygulu şiirlerle dolusun
Benim dünyamı ağıtlı köy türküleri kaplar.
Sen kalpten söz edersin,
Ben mideden
Sen çarparsın,
Ben yutarım.
Sen şehirli
Ben köylü
Dünyalarımız taban tabana zıt,
Birbirinden ayrı.
Sen de biliyorsun bunu
Ne diretiyorsun gari…..
O yaşlarda çelişkiyi, “köylü- kentli” çelişkisi olarak algılıyordum. Dansa, çaya gitmeye, ruja, ojeye karşıydım.Bunları şimdi yazsam, bizim Açık Gazete’nin Çiğdem ve Birsen Hanımları herhalde kafama bir sürahi soğuk su dökerlerdi…
Siyasi bilincim de yavaş yavaş gelişiyordu. Benim gibi tabanı köylü olan Arapgir’in Tepte Köyü’den Mürsel Alptekin’le birlikte bir gün okulu asmış,Siyasal Bilgiler’de üniversiteli ağabeylerimizin bir teorik toplantısına katılmış, yayıncı Muzaffer Erdost’u dinlemiştik.
Erdos’un küçük kardeşi İlhan, henüz 12 Eylül sıkıyönetiminde inzibatlar tarafından dövülerek öldürülmemişti. Muzaffer, onun da adını kendi adına ekleyerek, henüz Muzaffer İlhan Erdost olmamıştı.
O toplantıda, “Küçük Burjuvazi, Orta Burjuvazi, Büyük Burjuvazi” konularını anlatmıştı.Doğru dürüst bir şey anlamamıştık. Mürsel’le çıktık, Kurtuluş Parkı’ndan Kızılay’a doğru konuşa konuşa yürüdük.
Ankara Koleji’nin önüne geldik. Kolejin ilkokul bölümü öğrencileri bahçede oynuyorlardı. Kolej öğrencileri bizim gözümüzde zengin çocuklarıydı. Birden durdum, Mürsel’in kolundan tutarak oynayan çocukları gösterdim:
“Muzaffer Hoca’nın sözünü ettiği ‘küçük burjuvalar’ bunlar olsa gerek…” dedim…
***
Hepinize iyi bayramlar….