Oturduğum şehrin bir kilometre kadar dışında bir bahçem var. İçinde de, elektriği,suyu olan bir klube…İşten bunaldikca, yoruldukça oraya koşarım.-Bazı okurlar beni yine ”şıracı,şerbetçi” ilan edecek -,nane ekerim, soğan ekerim, karanfil ekerim.
Çapalar, sular, toprağa özlemimi gideririm.Çalisirken bir de türkü tuttururm ki, sormayın gitsin..
Karanfil oylum oylum
Geliyor selvi boylum
Bir de bakarım ki dudaklarımdaki melodi kendiliğinden değişmiş
Bostanlar göğermis, varsin göğersin
Söyleyin zalime durmasin gelsin…
Bilinçaltımdan kime gönderme yaparım? ”Zalim” kim? Beklediğim kim, bilemem..
Hafta sonlarında da arkadaşlarla toplanır, mangal yellendiririz…
Orta Anadolu’lu arkadaşım, çimlere sırt üstü uzanarak çalan telefonu yanıtlar:
”Bahçede, erkek erkeğeyik. Sen de gelsene Lo! Rağı içiyok…”
Kanatlar,butlar kızarırken rakı kadehlerini iki avucumuzun içine alır, ellerimizin sırtını birbirlerine değdirerek ”Cam cama değmesin,can cana değsin!” deriz.
İşte yaşam bu!
Yaşamı çok fazla idealize etmek insanda düş kırıklığı yaratır.
Çetin Altan ustanın dediği gibi, ”Hayat yaşandığı kadar vardır, gerisi lafu güzaf..”
Bahçedeki erkekler matinemizden başka, bir de aile matinelerimiz olur.
O zaman raki pek yer verilmez.
Bu matineye yeşili bol salata ile sarmısaklı cacık damgasını vurur..
Aklım, fikrim hep Türkiye’de olduğu için, mangal yellerken bile, Türkiye’de, deniz kenarındaki mangal sefalarına gider aklım.
Öğle sıcağında cılız bir ağaç, ya da uyduruk bir şemsiyenin altında, şapkalı, bıyıklı adamlar mangal yellerken .sıkı sıkıya örtünmüş kadınlar ter içinde çiğ köpte yoğurur, kısır hazırlar.
Akşama doğru, mangal sefalarından sonra havada kağıtlar, naylon poşetler uçuşur, ağızlarına kadar dolu çöp çöp sepetlerindeki kemiklere sinekler, karga sürüleri üşüşür.
Akşam serinliğinde mangalcıların şmemsiyeleri de deniz kenarına doğru kaymaya başlar.
Erkekler, hayatta bir kez olsun mayo görmemiş popolarını şalvarla, donla denize daldırırlar.
Kadınlar, sadece ayaklarını deniz suyuna daldırarak serinletmeye çalışır.
Sahil kentlerinde,35-40 derece kavrucu sıcak altında, belediye otobüslerinde, dolmuşlarda , örtüler, paltolar ve sırılsıklam ter içindeki bu kadınlara bu işkenceyi kimlerin, neden reva gördüklerini düşünürüm..
İşkence, sadece falakaya yatırılmak, coplanmak,elektriğe verilmek midir?
İnsanın kendini cehennem ateşlerine mahkum ederek acı vermesi de, vücuduna jilet atması, kendini zincirle dövmesi gibi bir tür işkence değil midir?
Bu kızlarımızın da , akşam serinliğinde, bir sahilde, saçlarını rüzgarda savurarak sevgilileriyle el ele yürümeye hakları yok mu?
”Yaşanacak başka güzellikler de var” diyerek erteledikleri böyle bir yaşamı neden kendilerine çok görürler?
Merve Kavakçı, Genel Yayın Yönetmenimiz Faruk Eskioğlu ile yaptığı söyleşide şunları söylüyor:x
“Milletvekilliliğimin kesintiye uğramasından dolayı AİHM’deki davamla ilgileniyorum. Ayrıca bir aktivist olarak da Washington’da olmanın getirdiği fırsatlardan da başörtü mağdurları adına yararlanmaya çalışıyorum… Hayatım hemen hemen bundan ibaret… ”
Gerçekten bir insanın, bir kadının yaşamı ”bundan ibaret” olabilir mi?
Merve Hanım kendi dünyasını karartmış, artık o umutsuz bir vaka..
Hiçbir inancın, hiçbir düşünce sisteminin, insanın içindeki güzelliği, yaşama sevincini yok etmeye gücü yetmemelidir….