12 Eylül’e koşar adım yaklaşıldığı günlerdi.
Türkiye’de, at izinin it izine karıştığı, her gün onlarca öğrencinin, aydının, emekçinin kurşunlandığı o ortamda Muhsin Yazıcıoğlu ÜGD(Ülkücü Gençlik Derneği) genel başkanıydı.
Biz de, o zamanlar, tıpkı bu günlerdeki gibi, ideoloji adına “Parmağım kör gözüne” misali şeyler savunuyorduk.
İçinde yer aldığım gruba göre, “baş düşmanımız iki süper devlet, özellikle Sovyet Sosyal Emperyalizmi” idi…
Her sabah, Sovyet tanklarının ülkemizi işgal edeceği kâbusuyla uyanıyor, Genel Kurmay’a, Dördüncü Orduyu Rus sınırına yerleştirmeleri önerisinde bulunuyor,o günlerde an meselesi olan bir Rus işgaline karşı verilecek halk savaşına hazırlık amacıyla sığınakların derin kazılmasından, her yere tahıl depolanmasından söz ediyorduk…
Türkiyenin en uzun süreli sendika ağalarından Mustafa Başoğlu, o zaman da Sağlık – İş Sendikası genel başkanıydı. Çalıştığım gazete adıına onunla röportaj yapmaya gitmiştim. O günlerde, görüştüğümüz kişilere söyletmeye çalıştığımız iki cümleden biri mutlaka “İki süper devlet; özellikle Sovyet Sosyal Emperyalizmi” idi…
Necatibey Caddesi’ndeki sendika merkezinde, teybimi Başoğlu’nun ağzına dayamış, ancak bir türlü “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” dedirtememiştim.Baktım olmayacak, dayanamamış, sonunda kendi kendime “Şu anda Türkiye’nin baş düşmanı İki süper devlet, özellikle Sovyet Sosyal emperyalizmidir, değil mi efendim?” demiştim.
O, ezeli ve ebedi sağcı adam, yüzüme tuhaf tuhaf bakmış, “Bunu ben değil, sen söylüyorsun!” deyivermişti..
Büroya döndüm, içeriğinden pek memnun olmadığım haberimi yazdıktan sonra çıkıp eve gitmiştim.
Ertesi gün izinliydim…
Maltepe, Gençlik Caddesi, Müjde Sokağı’nda,Maltepe Parkı’nın bitişiğindeki apartmanın bodrum katında, sekiz-on bekâr öğrenci aynı evde kalıyorduk. İzin günümde, bir gün önce yazdığım haberimin nasıl çıktığına bakmak için Nokta Durağı’ndaki Kıbrıs Kitapevi’ne, gazete almaya gittim.
Kitabevinin sahibi, günlük gazeteleri kapının önündeki bir tezgahın üzerine sermişti. Gazeteyi aldım, parasını ödemek üzere içeriye doğru ilerlerken birden üzerime beş- altı kişi çullandı.
Çalıştığım gazetede, o günlerde, “Kontr- Gerilla” yayını yapılıyordu. İşlenen bir çok siyasi cinayetin, Kontr – Gerilla, MHP ve Ülkücü örgütlerle bağlantıları açığa çıkarılıyordu. MHP lideri Alpaslan Türkeş, bu ilişkiler ağını “ Ülkücülerin, devletin güvenlik kuvvetlerine yardımcı olması” şeklinde açıklıyordu.
Saldırganlar, kitabevinden içeriye dalmama fırsat bırakmadan pata küta vurmaya başladılar. Eve doğru kaçsam, kurtulmam mümkün değildi, sokak ortasında pestilimi çıkarırlardı. Baktım kurtuluş yok, ikinci bir hamle ile kendimi kitabevinin içine attım. O anda, dükkanın sahibi dışarı fırladı;
“Durun!” diye bağırdı, “durun, ben dükkanımda size adam dövdürmem!”
Adamın arkasına sığındım. Korktuğumu belli ettirmemeye calışıyordum. Ülkücüler, adamın sağından solundan dalarak bana vurmaya çalışıyorlardı. Yaşlıı adam birden gürledi:
“Durun, diyorum size! Şimdi bana Muhsin’e telefon ettirmeyin! Muhsin’e telefon edersem, başınıza gelecekleri siz düşünün!”
Ben de adamın bu arka çıkmasından sonra cesaretlendim, ”Faşistler! “diye homurdandım.
Adam, öfkeyle bana döndü, “Sus!” dedi, “sus.. Şimdi teslimederimseni onlara, ne halin varsa gör!”
Sustum.
“Muhsin” adını duyan ülkücüler de oldukları yerde çakılıp kaldılar.Muhsin, onların komutanı, ÜGD’nin genel başkanıydı.Muhsin deyince dağ, taş dururdu…
Beni bırakıp oradan uzaklaştılar.
Kitabevi sahibi, arka bölmedeki mutfağı göstererek, ”Çok korktun yeğenim, gel bir bardak su iç!” dedi.Kapıyı açmasıyla birlikte yeniden korkuyla ürperdim! Mutfağın duvarında kocaman bir Alpaslan Türkeş resmi asılıydı. Adımlarımı geri geri atmaya başladım. Adam, çekindiğimi anladı, “Korkma gel, suyunu iç, bakma sen bu çakallara, aslında Başbuğ’un bu olaylardan yok!” dedi. O da kendini öyle inandırmıştı..
O kanlı, bıçaklı günlerde MHP ve ülkücülerin hepsi silahlı, külahlı kişiler değildi. Arada, tek tük böyle kandırılmış, saf, temiz, yapılan kötülüklerden habersiz, insanlı duygularını büsbütün yitirmemiş iyi niyetli insanlar da vardı.Daha sonraları, MHP’nin yayın organı Hergün Gazetesi’nde çalışan böylesi arkadaşlarım da olmuştu. Çoğu yoksul Anadolu çocuklarıydılar. Bunlardan biri de Sevgili Burhan’dır, o çevrelerden uzaklaşmasından sonra onu en son Turkish Daily News Gazetesinde foto muhabiri olarak çalışırken anımsıyorum.
Sadece Hergün’cülerle değil, “baş düşmanımız Sovyetler Birliği’nin Türkiye’deki beşinci kolu Politika Gazetesi”nin muhabirleriyle de yağlı,ballı idim.Şu aralar ABD’de yaşayan, zaman zaman haberleştiğimiz Sedat da bunlardan biriydi.
Aykırı düşüncelerden hiç korkmadım. Bu nedenle de, çalıştığım gazetede adım
“revizyonistlerle uzlaşan” a çıkmıştı…
***
İşte, MuhsinYazıcıoğlu ismi, o saldırıdan sonra kafama yazıldı, daha sonra da birçok çetrefil işte yeniden gündeme geldi.
Muhsin Bey ve arkadaşları, 12 Eylül’den sonra MHP ve Ülkü Ocakları davasından yargılandı, o da işkence görenler arasındaydı.
Başbuğları Türkeş’e göre, o günlerde “Fikirleri iktidarda, kendileri hapiste“ idi.
12 Eylül’den sonra, Muhsin Bey ve arkadaşlarının karanlık güçlerin oyunlarına ne denli alet olduklarını anladıkları sanılıyordu. Demek ki bu kanı bir yanılsamaymış.
Can ıçıkar, huy çıkmazmış.
Son zamanlarda iyice görüldü ki, Muhsin Bey ve arkadaşları, “Alp Erenler” ve “Nizamı Alem” gibi örgütleriyle “devletin güvenlik kuvvetlerine yardımcı olmaya” devam ediyorlar. .
***
Bizim eski cenahtan çıkan sesler de onlarınkinden hiç farklı değil..
1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği dağıldığında, kendi adıma uzun süreli bir travma yaşadım…
Bir anda, bütün gençlik düşlerim, gelecek hayallerim elimden alınmıştı.
İkinci Dünya Savaşı’nda ve sonraki yıllarda, daha güzel ve yaşanabilir bir dünya kurabilmek ideali uğruna milyonlarca insan boşuna mı ölmüştü?
Acaba, sistemin iç dinamikleri, yozlaşmış yönetici kliği zamanla tasfiye ederek kendini yenileyemez miydi?
ABD ile kafa kafaya vererek koca bir sistemi çökertmek mutlaka gerekli miydi?
O günlerde, televizyonlarda, boynuna zincir takılarak yerlerde süründürülen Lenin heykellerini gördükçe başımı iki elimin arasına alarak derin derin düşündüm:
Acaba, bu yok oluşta kişisel olarak benim sorumluluk payım ne kadardı?
Bu tükenişe, “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” diye bağırarak ben de katkıda bulunmuş muydum?
Yerlerde süründürülen Lenin heykellerinin boynundaki zincirin küçük halkalarından biri de bana ait olabilir miydi?
Bu soruları zaman zaman yeniden anımsar, kendime defalarca sorarım.
Ancak, yanıtlarını bir türlü bulamam…
Bu yüzden, eski yol arkadaşlarımın bugünkü “Haçlı Batı” ve “misyonerlik” söylemleri bana hiç inandırıcı gelmiyor.
Belki de, bir kez daha düş kırıklığına uğramaktan korkuyorum, kim bilir…