Vay beni, beni!..
Elimde valiz, o ev senin, bu ev benim, kapı kapı dolaşıyor, siyassetten arkadaşların yanında sığıntı gibi yaşıyordum.
Siyasetin gazetesinde ”pir aşkına” ve de karın tokluğuna çalışıyordum.
Bir ayakkabı, bir pantolon alabilmek için üsttekilerin onayı gerekiyordu.
Burjuva kirlerimizden arınıyor, proleterleşiyorduk(!)
Hürriyet’in emektar foto muhabiri Yaşar Uçar, beni her gördüğü yerde, ”Sabret Ali Haydar’ım, sana bir ev bulacağım. Yakında bizim sitenin kapıcı dairesi boşalacak. Bir oda, bir ara; içinde tuvaleti var, suyu var, yeter sana” diyordu.
Gazete yönetimi bu göçebe halime acımış, Yaşar’ın bulacağı küçük evin kirasını karşılamayı kabul etmişti.
Yaşar Uçar, sözünü ettiği kapıcı dairesinin üst katında oturuyordu. Bala’lı bir çerkez olan Yaşar, gariban bir emekçi, iyi bir dosttu. Sonunda sözünü tuttu,kefil oldu, evi kiraladım. Yaşar, kendi olanakalarıyla boya buldu, badana buldu; birlikte sildik, süpürdük sıvadık.
.Ev biraz rutubet alıyordu ama idare ederdi.
Yaşar, ev bulmakla kalmadı. Sitede bana kol kanat da gerdi. Akşamları lambamın yandığını gördüğünde tabaklar dolusu yemek, sıcak çorba getiriyor; sabahları yolunun üzerindeki iş yerime Ford Chevrolet arabasıyla götürüyor; duraklarda bekleyen kızlara ”Ford’umu ye anam!” diyerek laf atıyordu.
Yaşar’ın ilginç bir de tiki vardı, çok çabuk gıdıklanırdı. Kazara bir yerine dokunulduğunda ”Ananı!” diyerek havaya zıplıyordu. Bir gün, Süleyman Demirel, Türk-İş salonundaki bir genel kurua katılmak için kalabalığın arasında ilerlerken,Yaşar Uçar, fotoğraf makinasıyla tam onun arkasındaydı. Birden gazetecilerden birinin muzipliği tuttu. Ve Yaşar Uçar’ın koltuk altına dokundu. Yaşar, ”Ananı!” diye zıplayarak farkında olmadan Demirel’e öyle bir omuz attı ki, az kalsın onu yere düşürüyordu. Demirel, yılların fotoğrafçısı Yaşar’ın bu huyunu biliyordu. Onun ağzından çıkan sözü duymamışçasına, ”Çocuklar, Yaşar’ı rahat bırakın!” demekle yetindi.
Basın Sitesi’nin kapıcı dairesine taşınalı beri Yaşar Uçar’ın giderek artan bu ilgisinin altından bir şey çıkacağını tahmin ediyor, ancak tam kestiremiyordum. Benim bildiğim Yaşar, sütünü sağmayacağı keçiye kolay kolay ot vermezdi.
Sonunda, bir sabah, beni arabasıyla işe götürürken ağzındaki baklayı çıkardı:
”Ali Haydar’ım, bu akşam evinin şu anahtarını bana verir misin? Sana bilet alayım sinemaya git, gece de bir arkadaşında kal, olur mu?”
Yaşar’ın niyeti bozuktu.
Önce duymazdan geldim. Daha fazla üsteleyince:
”Olur mu Yaşar abi,” dedim, ”eve girerken gören mören olursa, yengeye söylerler, çok ayıp olur sonra!”
”Orasına karışma sen, anahtarı ver yeter!” dedi
Anahtarı vermemekte kararlıydım:
”Olmaz Yaşar abi! Yengenin o kadar tuzunu, ekmeğini yedim.Yaşar’a anahtarı niye verdin, derse bir daha yüzüne nasıl bakarım. Sonra bizimkiler de bu konuda çok titiz, böyle şeylere hiç hoşgörü göstermezler, evi böyle amaçlar için kullandığımı duyarlarsa benim için çok kötü olur! Ayrıca, böyle şeyler de sana hiç yakışmaz!”
Gazetenin önüne gelmiştik, üstelemelerine aldırmadan kapıyı açtım ve indim.
Bir kaç saat sonra, CHP Genel Merkezi’nde Bülent Ecevit’in basın toplantısında yeniden karşılaştık.Yanında, tanımadığım başka bir foto muhabiri daha vardı. Basın toplantısının başlamasını beklerken beni sürekli göz hapsinde tutuyor, bakışlarımda bir yumuşaklık arıyordu. Ben ise onu görmezden gelerek, sürekli başka yerlere bakıyordum.
Ecevit, basın toplantısını bitirdi. Sıra soruların sorulmasına geldi.El kaldırdım, önceden ezberlediği sorumu sormaya başladım:
”Efendim, milletvekillerinizden Kemal Anadol, Ertuğrul Günay ve Nizamettin Çoban, Sovyet revizyonislerinin davetlisi olarak Moskova’ya gittiler. Kendilerini ’saylav’ olarak adlandıran bu milletvekilleri döndüklerinde oraya neden gittiklerini soracak, haklarında herhangi bir işlem yapacak mısınız?”
Ne yanıt versin garibim.Yüzündeki tikler arttı, zoraki gülümsemeye çalıştı, yanıt veremedi. O arada basın toplantısını izleyen gazeteciler arasında ”Böyle soru mu olur?” diyerek homurdananlar oldu.
Yaşar Uçar’la birlikte gelen genç foto muhabiri tepkisini daha belirgin bir şekilde açığa vurdu:
”Bu sorunun basın toplantısın konusuyla ne ilgisi var, böyle soruların yeri burası değil!..”
Basın toplantısı bitti. Gazetecilerin kızgın bakışları arasında salondan ayrıldım, büroya döndüm.Haberimi yazarak İstihbarat Şefi Merih`in önüne koydum.
Merih, haberi okuduktan sonra, ayrıntılarda bir şeyi atlamayalım düşünncesiyle basın toplantısının havasıyla ilgili bazı sorular sordu.
”Basın toplantının havası iyiydi, fena değildi” gibisinden geçiştirici, ilgisiz yanıtlar verdim.
”Soruyu sorduğunda haliyle Ecevit’in yüzük allak bullak olmuştur!”
”Evet öyle oldu, önce gülümser gibi yaptı, sonra yanıt vermeden başka bir soruya geçti..”
”Sen de, sorumun yanıtını alamadım, diyerek ısrar etseydin!”
”Edecektim, ama o sırada Hürriyet’in foto muhabiri araya girdi, böyle soru mu olur, falan, dedi”
Merih, birden dikkat kesildi:
”Nasıl soru sorulacağını ondan mı öğrenecekmişsin. Kimmiş bu foto muhabiri? Adı neymiş?”
”Adını bilmiyorum, sormadım.”
Merih, yerinden kalktı, İstanbul merkezine geçilmek üzere teleks servisine verdiği haberi geri aldı, ”bu ayrıntıyı eklememiz lazım!” dedi.
Ben, itiraz ettim:
”Bu kadar abartılacak birşey değildi. Soru diğer gazetecilerin de hoşuna gitmedi. Milliyet’ten Rafet (Genç) abi bile kızdı bana, bu ne biçim soru diye.”
”Rafet abiyle o bir mi? Belli ki bu adam foto muhabiri değil, düpedüz revizyonist bir militan! Yaptığı yanına kalmamalı. Bu adamın adını bulup yazacağız kardeşim!”
Tepem attı. Zaten akşam da olmuştu, ”Ben yazmıyorum, kim yazarsa yazsın” diyerek kapıya doğıru ilerledim!”
Ayşe, yolumu kesti:
“Neereye gidiyorsun, bu akşam toplantı olduğunu unuttun galiba. Ayrıca, bu tavrın da hiç doğru değil arkadaş! Ne demek ‘kim yazarsa yazsın’. Devrimci bir gazetede çalışmanın sorumluluğunu unutuyorsun galiba. Senin bu yaptığına revizyonizmle uzlaşma denir arkadaş! Devrimci tutum bu değil. Revizyonist Politika Gazetesi muhabirleriyle ne kadar sıkı fıkı olduğunu da çok iyi biliyoruz!”
Sonra, Merih’e döndü:
”Şimdi ben o foto muhabirinin kim olduğunu bulur, çıkarırım” diyerek telefona sarıldı.
Ayşe, birkaç gün önce, Seyranbağları’ndaki bir gecekonduda, Nuri Çolakoğlu’nun da katıldığı bir törende Kızıl Kitap’a el basarak and içmiş, parti üyeliğine alınmıştı. Üyeliğe özendirmek için törene beni de götürmüşlerdi. Ancak, bu seramoni hiç de ilgimi çekmemişti..Ben, parti üyesi olmak istemiyordum. Üyeliğin beni bağımlı hale getireceğini, köleleştireceğini düşünüyordum. Ben özgür ve bağımsız bir gazeteci olarak kalmak olmak istiyordum.
Gazeteciliğe ilk Rüzgarlı Sokak`ta, şair Şemsi Belli’nin Memleket Gazetesi’nde başlamıştım. Bu siyasetin fikirlerine sempati duymasına duyuyordum, ancak militan bir gazeteci olmak istemiyordum. Meslekte kalıcı olmayı planlıyordum.
Ayşe de aslında oldukça duygusal, günlük yaşamda sevecen biriydi. Ama iş siyasete gelince birden değişiyor, sekter, kızgın, kavgacı, deli fişek bir kız haline geliyordu.
Yaptığı birkaç telefon görüşmesinden sonra, elinde notlarla geldi Merih’in yanına oturdu:
” Foto Muhabirinin adı; Vecdi Başkesik.Hüriyyet’e yeni başlamış. TİP veya TKP yanlısı olduğu sanılıyor..” dedi, haberi Merih’le birlikte yeniden yazmaya başladılar:
Ertesi gün, haber gazetenin manşetinde şöyle yer aldı:
” Sovyet revizyonizminin beşinci kolu Hürriyet Gazetesi’nin içinde…”
İkinci başlık:
” Hürriyet Gazetesi’nin foto muhabiri Vecdi Başkesik, Sovyet revizyonizminin sözcülüğünü mü yapıyor?”
Haberde imzam yoktu, ama basın toplantısını ben izlediğim için herkes o haberi benim yazdığımı sanıyordu.
Öğleye doğru, Vecdi Başkesik’in Hürriyet’ten atıldığı haberi de geldi…
Vecdi’nin işten atıldığını kısa sürede bütün gazeteciler duydu.
Haber izlemek için gittiğim yerlerde gazeteci arkadaşlarım bana soğuk davranıyorlardı. Adım ”gammazcı”ya çıkmıştı. Basın toplantısında yanına oturduğum gazeteciler yanımdan kalkıp başka yerlere oturuyorlardı.
En iyi arkadaşım Cumhuriyet’ten Havva Can bile artık yüzüme bakmıyordu…
O günden sonra, Yaşar Uçar bir daha benden anahtar istemedi. ”Yengen çorba yapmış, al, sıcak sıcak iç Ali Haydar’ım !” demedi. Sabahleyin işe giderken artık beni çağırmıyordu. Penceremin önünden geçerken ayak seslerinden tanıyor, perdeyi hafif aralayarak sesizce gidişini izliyordum. Dönüp bakmıyordu bile..
Birkaç gün sonra, sitenin kapısında tesadüfen karşılaştık. Beni görünce yüzünü döndü, uzaklaşmaya çalıştı. Ardından seslendim:
”Ne o Yaşar abi, küs müyüz?”
Beni, öfkeyle azarladı:
”Git, konuşma benimle! Yazık değil miydi, çocuğun ekmeğiyle oynadın! Daha yeni evlenmişti. Dünya kadar borcun altına girmişti. Karısının da bir işi yok. Çocuk nasıl geçinecek şimdi!.”
Sözlerini, ”koynumuzda yılan besliyormuşuz !” diyerek tamamladı ve gitti…
***
O yıllarda, Sovyetler Birliği’ne ”Sosyal Emperyalist” diyorduk.
Bize göre, Sovyetler Birliği başta olmak üzere, diğer sol gruplar, Marksizm`i çarpıtmış, değiştirmiş, revize etmişlerdi.Bu yüzden onlara ”revizyonist” diyorduk
“Türkiye’nin baş düşmanı: İki Süper Devlet, özellikle Sovyet Sosyal Emperyalizmi” idi.
Marksizm, Leninizm, Mao Zedung düşüncesini benimsiyor, kendimizi en donanımlı Marksistler olarak görüyorduk.
Yanlış yere konmuş bir virgülden, çevirirken iyi seçilmemiş bir sözcükten yola çıkarak ve de Marksist klasiklerin orijinalleriyle o çevirileri karşılaştırarak karşımızdakilerin “ne iflah olmaz revizyonistler olduklarını” kanıtlıyorduk…
2000 yılına varmadan Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkacağına, Sovyetler Birliği`nin Türkiye`yi mutlaka işgal edeceğine inanıyorduk.
Teorik çalışmalarda Lenin’in “Devlet” broşüründe “ Ordunun, hakim sınıfların baskı ve tahakküm aracı olduğunu” öğreniyor, ardından da Ege’deki Dördüncü Ordu’yu Sovyet sınırına davet ediyorduk. Sovyet işgaline karşı verilecek uzun süreli bir savaştan, sığınakların derin kazılmasından, her yere tahıl depolanmasından söz ediyorduk.
”Ne Rus, ne de Amerikan çizmesi/ Emekçi halkımın hür Türkiye’si” diyorduk. Yaşadığımız yüzyılda işgallerin hala çizmelerle yürünerek gerçekleştirilebileceğini sanıyorduk
Sovyet yanlısı bir yayın çizgisi izleyen Politika Gazetesi baş düşmanımızdı. Onu “Sovyet Sosyal Emperyalizminin Türkiye’deki beşinci kolu” olarak görüyorduk.
Gittiğim görev yerlerinde haberlerimi, röportajlarımı hep bu kalıplara göre yazıyor, çoğu kez yazdıklarıma inanmakta kendim de güçlük çekiyordum.
Onlar da mı benim gibi düşünüyorlardı, bilmiyordum, ama, Politika Gazetesi’nin siyaset muhabirleri Sedat ve Fuat‘la aramızda, dışa vurmaya korktuğumuz samimi bir bağ vardı.Haberlerimizde birbirimizin siyasetlerine küfrediyorduk, ama karşılaştığımızda ilişkilerimiz hiç de kötü değildi. Aramızda kişisel bir düşmanlık yoktu. Karşı cephelerde savaşan kardeş askerler gibiydik.Birbirimize sempati duyuyor, ancak bu sempatimizi çalıştığımız gazete yönetimlerinden gizliyorduk. Çünkü, bağlı olduğumuz gazetelerden, siyasetlerden dışlanmaktan korkuyorduk. “Düşman”la konuşmak yöneticilerimizin gözünde büyük bir suçtu, “teslimiyet”ti, “ideolojik zayıflık”tı.
Yönetimlerimizden habersiz telefonla görüştüğümüz bile oluyordu.İzleyemediğimiz basın toplantılarını, atladığımız haberleri birbirimizden alıyorduk. Telefonu gazete yöneticilerinden biri açtığında ses vermeden kapatıyorduk. Onlar da “Polis yine bizi dinliyor!” diyerek basıyorlardı küfürü…
Kurtulmaya çalıştığımız bir anafora, her gün biraz daha fazla sürüklendiğimizin farkındaydık. Bir çıkış yolu bulamıyorduk.Umutsuzduk, çaresizdik. Bir yere “ait” olmak zorundaydık. Herkes bir yere “ait”ti çünkü.
O yüzden, yanlışlarımızı göremiyorduk, görmek istemiyorduk.
.***
12 Eylül geldiğinde, sanki, gizli bir el, bizi kullanabileceği yere kadar kullanmış, sonra da kaldırıp atmıştı.
Ne “biz” kalmıştık, ne “onlar”..
12 Eylül’den üç-dört yıl sonra, bir gün , Ankara’da, Gökdelen’in asansöründe Vecdi Başkesik’le karşılaştım.
O beni tanımadı.
Saklanmaya çalışan bir suçlunun telaşıyla tanınmamaya çalıştım. Yüzümü sakladım, başımı önüme eğdim..
Vecdi’nin karşısında başım o günden beri eğiktir…
***
1990’lı yıllarda,Sovyet meydanlarında Lenin heykellerinin balyozlarla parçalanmış, boynuna zincir takılarak vinçlerle yerlerde süründürülen görüntülerini televizyonlardan izlediğimde ürperdim, yüreğimin derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissettim…
Evet, sosyalizmin yıkılmasında, kapitalizmin tezgahlarının, sosyalizmi yozlaştıran bürokratik Sovyet yönetimlerinin büyük rolü olmuştu. Ama, bu yıkımda, balyoz kadar etkili olmasa da, bizim çekiç darbelerimizin de bir katkısı olmamış mıydı?
***
Aradan kaç yıl daha geçmişti şimdi anımsamıyorum. İstanbul’da, PRO Tv kurucularından, arkadaşım Ayda Özlü Çevik’i ziyarete gitmiştim. Konuşurken içeri odalardan biri “Yahu, ben bu sesi bir yerlerden tanıyorum “ diyerek geldi, birbirimize sarıldık.
Bu, bir zamanların Politika Gazetesi’nden bizim “düşman kardeş” Fuat’tı.
Yıllar önce mümkün olmasa da, o gün birbirimize sarılmayı başarmıştık.
Ama, artık neye yarardı!….
Ankara’dan sevgili avukat dostum, merhum Cemal Özbey, “Her şey aslına rücu eder(dönüşür)” derdi.
Bir süre önce de , ta Amerikalardan, diğer “düşman kardeş” Sedat’la birbirimizi internet üzerinden bulduk.
Adına yıllar denilen ruzgar, her birimizi başka bir yana savurmuştu .
Ben, İsveç’te bakkallık yapıyordum.
Sedat, Amerika’da Cafe işletiyordu..
Yaşam dedikleri şey buymuş demek..
Artık dostluklarımızın önünde bir engel kalmamıştı
Ancak, ilk gençlik yıllarımızın o düşleri de yoktu artık.
O günlere ait değerler adına sarıldığımız ne varsa elimizden alınmıştı.
Şimdi yerlerine yenilerini koymamız belki zaman alacaktı.
Ama, bir yolunu bulmalıydık.
Umutlarımızı yitirmemeliydik.
Yeni koşullarda,
Değerlerimizi yenileyerek,
İnsanlığın uzun yürüyüşünü sürdürmeliydik….
***
Geçmişte siyasete kıyısından, köşesinden bulaşmış olmasına karşın, keskinliğini hala koruyan Tunceli’li eşim, yazıyı son kez gözden geçirirken,“Günah çıkarmak için biraz geç kalmış sayılmaz mısınız? Ayaklarınızın yere değmesi için (aslında ‘Aklınızın başınıza gelmesi için’ demek istiyor) ille de her birinizin ayrı bir diyarda sürünmesi mi gerekiyordu?” dedi…