Bazen çok zor yazıyorum..
Gürül gürül, nasıl başlayıp nasıl bitirdiğimi bilmediğim yazılar da oluyor.
Formsuz futbolcular gibi bazen ayarı tutturamıyorum.
Böyle zamanlarda arpacı kumrusu gibi düşün babam, düşün…
“İlham perisi”ni bekleyip dururken “Yar bana bir eğlence “ diyen Karagöz’le Hacivat aratan hallere düşüyorum.
Ne demişti Uğur Mumcu, Hasan Cemal için:“Herkes ilham bekler, bizim Cemal de İlhan (Selçuk) bekler..”
Biraz da onun gibi bir şey…
Yazarken bir ressam gibi önce bir taslak çizerim
Ya da heykeltraş gibi taşı kabaca yontarım.
Ondan sonra uğraş babam uğraş…
Yazının burnunu beğenmem, yüzünü beğenmem;ağzındaki dişini,gözünün üstündeki kaşını beğenmem…
Tümcelerle,sözcüklerle oynarım.
Virgüllerin, noktalı virgüllerin yerini değiştiririm…
Yazmak benim için bir işkence…
***
İsveç seçimlerinin üzerinden on gün geçmiş…
Sol kaybetmiş.
Ali evlenmiş, Güllü gelin olmuş.
Ben hala seçimlerin ardından “değerlendirme yazısı” yazacağım..
Bir de turşucunun tekiyim ki sormayın..
İlle de konuyu zamana, dinlenmeye bırakacağım.
Demek ki henüz köylü yanlarımı üzerimde atamamışım, konuları nadasa bırakmayı seviyorum.
Şimdi siz, “İsveç hakkında ne biliyorsan söyle!” deseniz, apışıp kalırım.
Şu an içinde yaşadığım İsveç’i yazmak, hapiste iken cezaevini yazmak
Tabutta iken gömütlüğü yazmak gibidir benim için…
Altın kafeste öten bülbül olmak neyse o…
Yazmak için ırak diyarlara, uzak zamanlara gitmem gerek.
İlle de çayır çimen olacak.
Ölme eşeğim yaz gelecek…
***
On gündür bir yazıyı yazıp tamamlayamadım.
Yaşar Kemal, 12 Eylül öncesinin karanlık günlerinde bir süreliğine İsveç’te yaşamış;“İsveç’te yaşadığım süre boyunca tek bir satır bir bile yazamadım” dediğinde çok şaşırmıştım.
Şimdi hak veriyorum.
Kır atın ya huyundan, ya suyundan
Bize de bulaşmış demek ki…
Arı kovanlarına çomak sokan ben,
Yetmedi, köşe yazarlarına da laf yetiştiren ben, şimdi küçük dilimi yutmuş, maydanoz yemiş papağan gibi düşünüyorum.
Diyeceksiniz ki, “Kimin umurunda İsveç, yazmazsan olmaz mı?”
Yazmasam olmaz…
“Sevsem öldürürler/ Sevmesem öldüm” diyen Karacoğlan misali :
Karacaoğlan der ki, kendim övmeyim
Coşkun sular gibi bendim dövmeyim
Güzel sevme derler, nasıl sevmeyim
Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm…
***
17 Eylül’de yapılan seçimlerde, hiç kimsenin beklemediği bir sonuçla, İsveç’in sosyal demokrat/sol iktidarı, tasını tarağını toplayarak iktidardan uzaklaştı; deyim yerindeyse kıçının üstüne oturdu.Sol,yerini sağ partiler koalisyonuna terk ettiğinde hepimizin ayakları da suya değmiş oldu.
1970’li yıllarda İsveç ”sosyal demokrasi” denince akla gelen ilk ülkelerden biriydi.
Bülent Ecevit, ”Demokratik sol” kuramını oluştururken önemli ölçüde ”İsveç modeli”nden yararlanmış, her fırsatta İsveç’te o yıllardaki efsane sosyal demokrat lideri Olof Palme ile arkadaş olduğundan söz etmişti..
Soğuk savaş yıllarında İsveç, kapitalizm ile sosyalizm arasında orta bir yol tutturmayı başardı.
Kimi zaman, kara sularında Sovyet denizaltılarının dolaştığından söz ederek halkı Sovyetler Birliği’ne karşı ayağa kaldırdı.Kimi zaman Başbakan Olof Palme’nin en önde yürüdüğü Amerikan karşıtı gösterilere sahne oldu.
Olof Palme, giderek Vietnam karşıtı gösterilerin bir simgesi haline geldi. Sonraki yıllarda da Filistin davasının en kararlı savunucusu oldu.
Palme’nin en belirgin yanı Amerikan karşıtlığı idi… ”Zincirlerinden kurtulmuş bir demokrasi”den söz ediyor,
”Sabahleyin erkenden kapınız çalındığında gelen polis olmamalı, asker olmamalı; kapınızı çalan ya gazete satıcısı, ya da sütçü olmalı” diyordu.
Benim canım, sıradan İsveç yurttaşlarından daha değerli değildir diyerek sokaklarda tek başına, yanında koruma görevlileri olmadan yürüyor, caddelerde bisikletle dolaşıyordu.
26 Şubat 1986’da, eşiyle sinemadan çıktıktan sonra cadde ortasında öldürüldüğünde yanında koruma görevlileri yoktu.
Olof Palme’nin ölümü İsveç için bir dönüm noktası oldu.
Ondan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı.
Sanki Palme’nin ölümüyle birlikte büyük bir büyü bozuldu.
Yerine yakın çalışma arkadaşlarından İngvar Karllson geçmesi bu kötü gidişi değiştirmedi.
Ekonomi hızla bozuldu.
İşsizlik arttı.
O yıllar, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin de dağıldığı şanssız yıllara denk geldi.
.Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Dünyada esen ırkçılık ve sağ dalga İsveç’i de etkiledi.
Sonuç, ilk kez 1990 yılındaki İsveç seççimlerine yansıdı.
İsveç sosyaldemokrat/ sol partileri çok uzun bir aradan sonra yenilginin acısını ilk kez o seçimlerde tattılar.Sağ parütiler de ilk kez o zaman iktidar koltuklarıyla tanıştılar.
Ancak, sosyal demokrasiden farklı bir yol izleme söylemiyle gelen sağ partiler koalisyonu 4 yıllık bir iktidardan sonra yönetimi yeniden sosyal demokrat/sol ortaklığa terk etmek zorunda kaldılar.
Sosyal Demokrat lider İngvar Karrlsson seçimi kazanmasına karşın partide görev bekleyenlerin önünü açmak için iktidardayken ve Başbakanken parti liderliğini bırakma kararı aldı.
Parti liderliğini en yakın isim kadın milletvekili ve Bakan Mona Sahlin’di.
Mona Sahlin, dünyanın çeşitliyerlerindeki kimi Belediye Başkanları gibi hakkında açılan yolsuzluk dosyalarından kurtulmak için Milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına sığınmamış, parti lideri ve Başbakan olurken de bu zırhtan yararlanmamıştı.
Sadece Bakanlığa ait kredi kartıyla bir mağazada kendisine 100 YTL’yi geçmeyen bir kaç parça giyim eşyası almıştı.
Bizde ”dişin kovuğunu ” bile doldurmayan bu ”yolsuzluk” İsveç’te olay oldu ve Mona Sahlin’in liderlik yarışını kaybetmesiyle sonuçlandı.
Sosyal Demokrat Parti ’nin yeni lideri Göran Persson, gençler tarafından pek sevilmeyen ”vizyonsuz” biriydi.
Medya’da pek görünmüyor, günlerini Başbakanlığa kapanarak geçiriyordu.
İsveç’in en büyük fabrikaları bir bir kapanıyor, binlerce işçi işsiz kalıyor. Ancak, Hükümetten işsizliği önleyici, iyi gitmeyen ekonomiyi düzeltici adımlar gelmiyordu .
Büyük şehirlerin varoşlarında oluşan yabancı gettoları hızla büyüyordu.
Hükümet, oy haatırına binlerce işsizin yaşadığı bu gettolara dokunmuyordu.
Sağlık hizmetleri karşılanamıyor. Ameliyat olması gereken hastalara yıllar sonrası için gün veriliyor.Bir çok hasta kendi olanaklarıyla Polon’ya ve benzer komşu ülkelere giderek ameliyat oluyor, tedavi görüyordu.
”Sosyal devlet” giderek bir ”sosyal afet” halini alıyordu.
Göran Persson ise bizim Başbakanımızın moda deyimiyle ” yan gelip yatıyordu”.
Bizde sonradan türedi taşra zenginleri, cepleri biraz para gördüğünde önce arabalarını, sonra da eşlerini değiştirirler.
İsveç Başbakanı Göran Persson da, iktidar sarhoşluğuyla kısa sürede “keyfinin” derdine düştü.
Önce eşinden boşandı.
Sonra , uzun süredir birlikte olduğu bir çalışma arkadaşıyla evlendi.
Kendisine ve yeni eşine değeri milyon kronlarla ifade edilen lüks bir villa yaptırarak orada tatlı bir hayat sürdürmenin yolunu seçti…
İşsizlik arttı,
Yabancı düşmanlığı arttı.
İşsizliğe kalıcı çözüm bulmak yerine insanları altı aylık bir yıllık paralı kurslara gönderdi. Kurslara devam edenlerin sayısını işsizlerden düşürdü.Açıkça görünen işsizliği gözlerden kaçırmaya çalıştı.
Dış politikada da İsveç’in geleneksel “tarafsızlık” politikasını “nemelazımcılık” halini aldı.
Göran Persson ve ekibi, George Bush ve Tony Blair’in birkaç adım gerisinde, AB ile ABD arasında “küreselleşmeye”uygun bir dış politika izledi.
ABD’nin İrak’ı işgaline, İsrail’in Lübnan’da, Filistin’de uyguladığı soykırıma sesiz ve seyirci kaldı.
Göstermelik birkaç Lübnan ve Filistin’e ekonomik yardım konferansı düzenlemekten öteye gidemedi.
İsrail’i, BM Genel Sekreteri Koffi Annan’ın önerisine uymaya çağırdı, ama bu istek de çok cılız kaldı.
İsveç Sosyal Demokrat Partisi’ni içine düştüğü bu hantal durumdan kurtaracak tek bir lider adayı vardı:
Gençler tarafından sevilen, kendisi de çok genç olan Dışişleri Bakanı Anna Lindh.
Başarı basamaklarını hızla tırmanıyordu.Mart ayında yapılacak parti genel kurulunda genel başkanlık için tek adaydı.
Anna Lindh, Balkanlarda ve Orta Doğu Politikalarına kararlı bir biçimde karşı çıkıyordu.
Bir konuşmasında George Bush’ tan “kovboy” diye söz etmişti.
Bu sözlerinden kısa bir süre sonra da 2003 yılında,başkent Stockholm’de bir mağaza çıkışında tıpkı Olof Palme gibi korumasız yürürken yolda bıçaklanarak öldürüldü.
Böylece, gelecekte lider olmasının önün de kesilmiş oldu..
***
Bu arada sosyal demokratların koalisyon ortağı Sol Parti’den de biraz söz etmek gerekiyor.
Sol Parti’nin 80’li yıllardaki adı Sol Komünist Parti’ydi.
1990’ lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bir kimlik bunalımına girdi.
Önce i “komünist” tanımlamasını terk ederek adını Sol Parti olarak değiştirdi.
Sol Parti’nin daha önceki iki lideri oldukça alkol bağımlısıydı.Bu özelliklerinden dolayı zaman zaman kendilerini de, partiyi de zor durumda bıraktılar.
Sol Parti’nin yeni lideri Lars Ohly’in belki iyi bir alt yapısı vardı, ama yeterli vizyonu yoktu. Kitleleri etkileyen, peşinden sürükleyen bir görüntü sergileyemedi.
Sol Parti’nin oyları geleneksel sol oylardı.Oylarını Sol Partiden yana kullananlar, partinin çalışmalarını beğendikleri için değil,kendilerini geleneksel “solcu” olarak gördükleri için oy veriyorlardı.
Ve bu koşullarda herkesi teraziye vuran, boyunun ölçüsünü veren seçimler geldi, çattı.
Partilerin ve liderlerin kesilen saçları önlerine düştü…
Seçim, Sosyal Demokrat ve Sol Parti’ye 2 puanlık farkla da olsa yenilgi getirdi.
Sağ partiler, birkaç puan farkla da olsa seçimi kazanarak iktidar oldular.
Yenilgiyi içine sindiremeyen Sosyal Demokrat lider Görün Persson, tıpkı bir zamanlar İngvar Karllson’un yaptığı gibi liderlikten çekilme kararı aldı.
Mart ayında yapılacak Parti Genel Kurulu’nda Genel Başkanlığa aday olmayacağını açıkladı.
Bu kadarı bile bizim Deniz Baykal’ın kulaklarını çınlatmaya yeterlidir sanırım.
Uzun uzunı çınlasın kulakları ..
***
Biliyorum, siz bu yazıyı sevmediniz.
Ben de sevmedim.
Zurnada peşrev olmaz
Papaz her zaman pilav yemez.
Zemheri ayında gül her zaman yetişmez
İnsanın bazen sevmediği yazıları yazması da gerekebiliyor…