12 Mart’la ilgili bir şey yazamadığımı düşünürken, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anlatan ”Elveda Yarın” filmini dün gece DVD’den, başka bir gözle yeniden izledim…
Çelik Reis’in, gerçeğe yakın olarak çektiği filmin bazı duygusal sahnelerinde duygulanırken ” 68 kuşağı, aşkı da, kavgaları da dolu dolu yaşamış” diye düşündüm…
Daha önce, Gün Zileli’nin kitapları ”Yarılma” ve ”Havariler” i okurken de aynı düşüncelere kapılmıştım. Gün Zileli, aşklarıyla, kavgalarıyla, çelişkileriyle 68 kuşağının bir klasiği idi adeta…
Biz, 78’ liler ise, devrimci fikirlere ilk adımı attığımızda, kapının arkasında asılı duran bir ”şapka” bulduk..
Bu şapka, komünistlerin ”ahlâksızlıklarının” bir simgesiydi…
Akşam, işten yorgun gelen adam, kapının arkasında asılı bu şapkayı gördüğünde, karısının başka bir erkekle beraber olduğunu anlar, onları rahatsız etmeden kapıyı yavaşça çeker ve çıkardı…
Devrimcilerin alnına sürülmüş bu kara lekeyi temizlemek için, burjuvalardan, hatta köylülerden daha ”namuslu” olduğumuzu kanıtlamak zorundaydık.
Öyleyse, bütün devrimci erkeklerimiz ”abilerimiz”, kızlar da ”bacılarımız”dı.
Bacılarımıza yan gözle bakacak arkadaşlarımızın gözlerini oyardık.
Gece afişlemelere kızlarla birlikte çıkabilir, kavgalara birlikte katılabilir, hatta aynı odada yan yana uyuyabilirdik. Ancak, bacılarımızla ilgili herhangi bir duygusal sahneyi aklımızdan geçiremezdik. Bunun adı ”liberalizm”di, ”yozlaşma”ydı. Bu tür eğilimlerin yaygınlaşması saflarımızda çürümelere yol açardı.
Gerçi, Markx’ ın dediği gibi, papaz ve rahibeler değildik. Ancak, her şeyin bir yolu, yordamı vardı. Birbirlerine ilgi duyan arkadaşlar işi fazla ileri götürmeden örgüt liderlerine danışırdı. Örgüt liderleri, böyle bir evlliliğin o arkadaşları mücadele içinde ilerletip, ilerletmeyeceği açısından karar verirdi. Bu evlilik, iki arkadaşı mücadele içinde geliştirecekse bu evlilik olumluydu. Değilse olumsuz görüş bildirirlerdi.
Bazen arkadaşlardan biri ideolojik düzeyi bakımından geri , diğeri ileri olabilirdi. Bu durumda, geri olan arkadaşın, ileri olanı da geriletebileceği ihtimali karşısında böyle bir evliliğe de karşı çıkılırdı.
Elbette, arkadaşlar, örgüt liderlerinin olumsuz görüşlerini dikkate almadan bildikleri gibi davranabilirlerdi.Ancak, bu kararları, hafızalardaki sicillerine olumsuz olarak işlenirdi. Tıpkı, terfi edecek generaller gibi, örgüt içinde yükselmeleri sözkonusu olduğunda bu siciller arkadaşların karşısına çıkardı.
***
Devrimci arkadaşlarımız, bize her şeyi öğrettiler.
Ama, aşkı hiç öğretmediler.
Aşk, bizim için hep tabu olarak kaldık.
Bir arkadaşımızla el ele tutuşarak caddelerde, parklarda sere serpe dolaşamadık.
Sinemalarda, gerçekçi filmleri asık suratlarla izledik. Filmlere alkış tutan ellerimiz birbirine kavuşamadı.
Tenhalarda bir kız arkadaşla öpüşmek devrimci ahlakımızın vakarıyla bağdaşmazdı.
Önümüzde iki seçenek vardı; ya evlilik, ya ”devrimci arkadaşlık” …
Duygusal dalgalanmalara yer yoktu.
Bu yüzden biz flörtü hiç tanımadık.
Bir yanımız hep güdük kaldı…
***
Sonra, 12 Eylül geldi, darmu duman olduk.
Bu kez mapusane duvarları girdi aramıza.
Kırlaşmış saçlarımızla, bel ağrılarımızla, hafiften çıkmış kamburlarımızla yıllar sonra yollarda ayaküstü karşılaştığımızda, birbirimize zamanında itiraf edemediğimiz aşklarımızı haykırdık…
Ama geç kalınmıştı. Hiç birimiz aynı yerlerde değildik.
Sonra, bize devrimciliği öğreten ağabeylerimiz de terkettiler bizi…
Kimi ırkçı şövenizmin, kimi anarşizmin kollarında buldu kendini..
Biz de, yuvadan atılmış leylek yavruları gibi ortalarda kala kaldık…
Kör ebe oynayan çocuklar gibi, el yordamıyla kendimiz bulmaya çalıştık yolumuzu..