SİVİL TOPLUMDAN… Dubai despotunun gafı

Geçmişte İstanbul iktidar/yatırımcı melezi kentleşme modelini Gökkafes gibi örneklerle çok yakından tanıdı. Dubai despotu modern dünyanın değerlerini paylaşmak isteyen bir kente bu modeli ihraç etmek isteyerek büyük bir gaf yapıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Kadir Topbaş 9 Ekim tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan demecinde “İstanbul’da Metropoliten Planlama ve Tasarım Merkezi kuruldu. Onu boşuna mı kurduk? Bu merkezin ortaya koyduğu konseptin dışında hiç bir şey olmaz” diyordu. Aynı haberde İstanbul’un siluetini değiştirecek projelere izin vermeyeceklerini belirten Topbaş, “İstanbul’da gökdelenler bölgesi Kartal Çimento Fabrikası, gökdelen yapmak isteyenlere orada izin vereceğiz.

Manhattan isteniyorsa, orası olacak. Kentin dokusunu baskı altında tutacak değerleri istemiyoruz” diye de bir açıklama yapmıştı.  Medyada yer alan ve belediyenin sitesinden alınan fotoğraflarla gösterilen gökdelenler ise belediye başkanı tarafından ‘medyanın uydurması’ olarak niteleniyordu. İki hafta sonra, 25 Ekim tarihli gazeteler ise Dubai Prensi’nin kent merkezindeki projelerini tanıtıyordu. Basında yer alan haberler nedeniyle ertelenen basın toplantısı nihayet gerçekleşmiş, kent yönetimi ağzındaki baklayı çıkarmıştı. 

Ancak gazetelerin de işaret ettiği gibi, ortada akıl almaz bir tuhaflık vardı. Ya birileri açık açık yalan söylüyordu, ya da ne söylediğini bilmiyordu.  Oysa Dubai Prensi daha kent yönetimi kararı açıklamadan kesenin ağzını açmış, aylar öncesinden reklam kampanyasına başlamıştı. Düşünülen şey şu olmalı: Nasıl olsa büyük bütçeli reklamlarla medyayı kontrol ederiz. Önemli olan haberin açıklanış biçimi değil, paranın ve gücün kimin elinde olduğu.

Para derseniz tamam. Güç derseniz, o da tamam. Tuhaflık ise para ile iktidarın gücünün özdeşleşmesinde. Çünkü para olması gereken yerdeydi ama güç demokratik bir ülkede olması gerektiği yerde değil. Dubai Prensi kendi çıkarları doğrultusunda medyayı yöneteceğini düşünüyor. Onun modelinde halk yok. Halkını enayi yerine koyan bir durum var. Bu düşüncesinde haklı olup olmadığını, modelinin İstanbul’da tutup, tutmayacağını ise önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.

Despot yönetimin gücü zafiyetinden gelir…

Dubai Prensi Şehir devletinde gerçekleştirdiği her uygulama ile bir tür ‘Simcity’ oynuyor, kendi coğrafyasında. Modernleşmenin iktidarın sembolik alanından ibaret olduğunu zannediyor. Şimdi de bu ilkel yatırımcı-kamu melezi iktidar modelini en uygun yer olarak gördüğü İstanbul’a ihraç etmek istiyor. 

Balıkçı köyünden kurmaca bir kente dönüştürdüğü iktidar alanında hem yatırımcı, hem de bir despot olarak elde ettiği deneyimi bize de empoze etmeye kalkışıyor. Gazetelerimizi kaplayan tam sayfa ilanlarda hayatımızı değiştireceğini söylemeye dahi cüret ediyor. Şaşırtıcı olan şey ise bunun bize, İstanbullulara bir yenilik olarak sunulması. Sayın Dubai Prensi’ne söylememiz gerekir ki, İstanbul bugüne kadar Dubai örneklerini çok gördü. Gökkafes, Park Oteli, Swiss Otel bütün bunlar kamu–özel karışımı girişimlerdi.

Bu örneklerin de arkasında aynı Dubai’de kendisinin yaptığı gibi özelleşen, haksızlık yaratan, halkı hiçe sayan bir kamu fikri var. Kendisine İstanbul’a olan teveccühünden dolayı çok teşekkür ederiz. Ama gitsin parasını kendi hükümranlık alanında istediği gibi kullansın. Ama tercihi İstanbul ise, o zaman başka bir şey yapmak zorunda kalacağını bilsin. Yatırımını demokratik değerleri paylaşmak isteyen, kendisini Avrupa’nın bir parçası olarak gören bir ülkede yaptığını öğrensin.

Bugün İstanbul’un karşısında iki tercih var: Ya kent yönetimlerinde modern değerler ile tanışacağız. Ya da eskisi gibi kalacağız. Ya geçmişteki gibi, İstanbul’u yaşanmaz bir kent haline getiren, haksızlık, eşitsizlik yaratan, katılımcı, şeffaf yönetim anlayışının düşmanı olan, halkı yoksayan Dubai modeli ile yönetilmeye devam edeceğiz, ya da uygar bir kentte yaşamak için modern dünyanın demokratik yönetim değerlerini tercih edeceğiz.  

Bu katılım modeli itiraz etmekten başka bir çare bırakmıyor.

Avrupa Birliği maceramızın büyük bir şevkle teknokrat seviyesinden siyaset sahnesine duhul olduğu aşamadan beri yöneticilerin ağzından katılım, şeffaflık gibi kelimeler düşmez oldu. Ama gelin görün ki, kent yönetimlerindeki işleyiş bunun tam tersi. Kararlar en tepeden inme biçimlerde alınıyor.

Bir gün söylenen bir şey ertesi gün başka bir biçim kazanıyor. Kamu yönetimleri politika üretmek yerine kapalı bir ortamda kendi perspektifini temsil eden çevrelere teslim olmuş durumda. Birileri bizimle dalga geçiyor. Söylediklerinin tam tersini yapıyorlar. Çünkü katılım, şeffaflık gibi kavramlar tam da en kullanılmayacakları bağlamlarda telaffuz ediliyor. Katılımı amaçlanması gereken çevrelerin icraat sürecine katılması bekleniyor. Yani kararlar alınıyor, uygulamaya geçiliyor ve ondan sonra katılım bekleniyor. Oysa karar alındıktan sonra katılım için geç olmuş demektir. İcraat iş disiplini gerektirir.

Hedefleri gerçekleştirmek için koordinasyon ve işbirliği gerektirir. İcraat başladıktan sonra kamu faaliyetlerini tartışmaya açmak, imkansız olan bir şeyi istemekten başka bir şey değildir. İcraat sürecinde ‘çatlak ses’ çıkarmak yöneticileri kızdırır. Bu nedenle bize bugün kent yönetiminin sunmuş olduğu katılım modeli ya susmayı, ya da onları kızdırmayı göze alıp konuşmayı, tartışmayı gerektiriyor.

Konuşmaya çaba gösterince kendimize “vay münafık” denmesini göze almamız gerekiyor. Bu katılım modeli tamamen yanlış, çünkü itiraz etmekten başka bir katılım biçimi yaratmıyor. Bu katılım modeli bizi kararlara katılmaya değil, icraatları eleştirmeye zorluyor. Bu nedenle ilk önce profesyoneller olarak bu durumu reddetmemiz gerekiyor. Katılım karar aşamasında olmalı. Bu aşama geçildikten sonraki katılım “saati geri döndürmeye” benzer.

Bu ise çok pahalı ve kaynakların yanlış kullanımına yol açabilecek bir durumdur. Şüphesiz bütün fikirler, her şey konuşulabilir. Karşımızdaki iktidar/yatırımcı melezi kent yönetimi modeli kendi tasavvurlarını tartışılmaz bir gerçek olarak bize dayatıyor. Bu nedenle yöneticiler burunlarının ucunu göremez, kendi kararlarını tartamaz, başkalarının görüşlerine tahammül dahi edemez, despot bir kişilik kazanıyorlar.

Modern dünyada mimarlık, şehircilik gibi bilgi üretimlerinin gerçekleştiği sembolik alan her zaman kendisini sorunsallaştırarak gerçekleşmekte. Biz hangisini örnek alacağız? İstanbul için düşünecek uzmanların bunun için ilk önce bu melez modelden uzaklaşması, ‘belediye projecileri’ olmaktan çıkıp, profesyonel bir ortamda nefes alabilir olması gerekli.

Eğer AB maceramız basit bir hevesten ibaret kalmaz ve ayaklarını yere basarsa, yani halkın hayatını, profesyonellerin ve kent yönetimlerinin yaptıklarını ilgilendirmeye başlarsa, yakın bir gelecekte çanlar Dubai modelini İstanbul’a uygulamak isteyenler için de çalacak. O zaman yalnızca İstanbul halkı kendi katılım sorununu çözmekle kalmayacak, Dubai halkı da kendi despotunun karşısına çıkacak. 

Korhan Gümüş / [email protected]

1633750cookie-checkSİVİL TOPLUMDAN… Dubai despotunun gafı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.